V. İçeriden Dışarıya/ Dışarıdan İçeriye “Zorunlu” Göç: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana
Bu kadar uzaklarda nasıl kaybolur insan, birlikte olmak bu kadar yakınken.
Philippe Tancelin
Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikayesi adıyla farklı yıllarda yayımladığı dört kitabında, göç meselesine yer vermiştir. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1998), Karıncanın Su İçtiği (2002), Tanyeri Horozları (2002) ve Çıplak Deniz Çıplak Ada (2012) adlarını taşımaktadır. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Rum mübadillerini; Karıncanın Su İçtiği, Türk mübadillerini ve göçlerini; Tanyeri Horozları savaşlar, kan davası, ekonomik sıkıntılar nedeniyle Anadolu insanlarının yaşadığı göçleri; Çıplak Deniz Çıplak Ada, Rumlardan boşaltılan bir adaya yerleştirilen insanların uğraşlarını konu edilmiştir. Yaşar Kemal, yüzyıllardır süren anlamsız kan davalarına, ekonomik sebeplerle göç eden Anadolu insanlarının durumunu ve döneminin şartlarını ortaya koymakla beraber; savaş, mübadele, ekonomik sıkıntılar sebebiyle gerçekleşen göçlerin kültürler arasında renklilik ve çok sesliliğin yarattığı melezleşmeye de yer verir.
Mübadele kararının alınmasından sonra, adada yaşayan Rumlar, adayı boşaltmak zorunda kalır; ancak Vasili terk etmez. Saklanan Vasili, mübadeleye tepkisini göstermek amacıyla adaya ilk ayak basan kişiyi öldürmek için yemin eder.
Mübadele, bir şeyi başka bir şeyle değiştirmedir; sosyolojik anlamda da farklı devletlerin karşılıklı insan değişimini ifade eder. Değişimi yapılan insanlar için bu durum, bir göçtür. Lozan Antlaşması’yla Türkiye ile Yunanistan arasında 1924’ten itibaren nüfus mübadelesi gerçekleştirilmiştir. Görüldüğü gibi mübadele, klasik anlamda bir göç değil, devletlerin karar verdiği bir zorunlu göçtür. Ortak karara göre, mübadele edilen Müslüman Yunan vatandaşları Türkiye’nin izni olmadan Anadolu’ya dönemeyecekler; Türkiye’nin Ortodoks vatandaşları da Yunanistan’ın izni olmadan Yunanistan’a gidemeyecek ve yerleşemeyeceklerdir. Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da mübadeleyi gerçekçi bir şekilde işleyerek yaşanan acıyı, sefaleti, vefayı, vefasızlığı, mübadillerin gözüyle anlatmaya çalışır. Bir adada, iki Rum ve Poyraz Musa’nın yaşamı üzerinden zorunlu göçün yarattığı sonuçlar ortaya konulmakta. Mübadele kararının alınmasından sonra, adada yaşayan Rumlar, adayı boşaltmak zorunda kalır; ancak Vasili terk etmez. Saklanan Vasili, mübadeleye tepkisini göstermek amacıyla adaya ilk ayak basan kişiyi öldürmek için yemin eder. Belli bir süre sonra gelen Poyraz Musa’yı ise öldürmez. Poyraz Musa, kan davası nedeniyle yurdundan kaçmaz zorunda kalmıştır. Her ikisi de göç edilmeye zorlanmış ve yurtlarından edilmişlerdir. Belli bir zaman sonra mübadil olarak giden Lena adlı yaşlı bir kadın da adaya kaçarak geri döner. Yaşlı kadının gelmesi Poyraz ile Vasili’nin tanışma ve kaynaşmalarına vesile olur. Farklı din ve ırktan olan bu insanlar yeni bir hayat kurma çabası içinde birbirlerine samimi, sevgi dolu, sadık, hoşgörülü gerçek bir aile gibi davranmaya başlarlar. Bu romanla göç ile ilgili gördüğümüz en önemli şeyin, mübadelenin salt fiziksel boyutta kalmadığı; mesleklerin, tecrübelerin, tarihin ve hissiyatın da beraber götürüldüğüdür. Göçen Rumların çoğu balıkçılık, arıcılık, ticaret gibi mesleklerle uğraşıyordu ve onlar gittikten sonra bu mesleklerin birikmiş becerileri, kaybolup gitti, kalan mekanları harap oldu. Anadolu’nun içlerinden gelen göçmenler ise balıkçılık gibi sahil mesleklerini bilmemektedir: “Onlar gidince bet bereket de gitti. Evimizi yapacak bir duvarcı, bir marangoz, söküğümüzü dikecek bir terzi, saban demirimizi dövecek bir demirci, bir doktor, bir baytar, bir tekne ustası, bir motor tamircisi de kalmadı. Açlığa duçar olduk efendim, nuru aynım, mirim. Sizler okumuş insanlarsınız, bilirsiniz, Rumları niçin gönderdiler, ben bunu düşündüm de bir türlü çıkaramadım. Kim gönderdi bunları da bizi bu hale düşürdü?” (Y. Kemal, 2009: 22)
Romanda en önemli sorun olarak gündemde tutulan sorunlardan biri de mübadillerden geriye kalan malların, yeni göçmenlere taksimi hususudur. Devletin de işe karışmasıyla haksızlıklar, rüşvetler, kayırmalar gırladır. Bu tür zeminlerden her zaman fırsatçılar yararlanır ve ortaya türlü türlü haksızlıklar çıkar: “Evet, efendim, bunlar Rumlardan kalan bütün evleri, sözüm ona açık artırmayla sattılar. Yok, hâşâ, kimsecikler ne bir tarlanın, ne bir evin açık artırmayla satıldığını ne gördü, ne de duydu. Hep el altından sattılar. Hazineye üç kuruş yatırdılarsa, keselerine yüz kuruş attılar. Böylelikle Karun kadar zengin oldular. Bu kasabada onların rüşvetçiliğini yedisinden yetmişine kadar herkes bilir.” (Y. Kemal, 2009: 24) Romanın dikkat çektiği önemli bir husus da insanlar arası ilişkilerde dostluğun değerini göstermesidir. Mübadele her iki taraf için olumsuz bir durum olmakla beraber hem bir insanlık sınaması hem de yeni dostlukların ortaya çıkmasına vesile olabilmektedir. Kimi dost görünenler ilk olarak arkadaşının malına el koymaya veya ucuza kapatmaya çalışmıştır. Hacı Remzi, Rumlara, dost gibi görünmeye çabalasa da ileride, “Dostum” dediği Perikles’in mallarından istifade etmeye çalışır: “Ben de senin için, son gittilik, bir şeyler yapayım, dedim, bu arkadaşları da yanıma aldım ki, tekneni, şu koltukları, şu güzel halıları, senin İtalya’dan gelmiş yemek takımların vardı ya altın yaldızlı, onları, başkaca neyin varsa satın alalım da başkasına gitmesin. Geldim ki, hem baş sağlığına, geçmiş olsuna, hem de mallarını yok pahasına satmayasın, diye.” (Y. Kemal, 2009: 62)
Bir mübadele olmasa bile, savaş ortamlarında bulunan etnik ya da dini azınlıklar, her an şiddet görme riski ile karşı karşıya olduğunun farkında olduğundan, “zorunlu” olarak yaşadıkları yerleri terk etmektedirler. Normal zamanlarda yaşanan “dostane” ilişkilerin kriz zamanlarında kolayca buharlaşması da trajik durumlardan biridir.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, serinin diğer romanlarına göre yaşanan trajediyi en gerçekçi şekilde aktarmıştır. Mallarına konmak istediği Perikles’in razı gelmeyişi üzerine Hacı Remzi’nin dili, derinlerde yatan bir nefreti ortaya çıkarır: “Ulan sizi sürdüler akılsız, yakında sıçan ölüsü gibi kuyruğunuzdan tutup atacaklar hepinizi buradan. Ulan uyuz it, Yunanlılar geldiğinde, bizim ordudan kaçıp da Yunan ordusuna katılmadınız mı, kasabalarımızı, köylerimizi yakmadınız mı, çoluk çocuğumuzun ırzına geçmediniz mi? Burası sizin üç bin yıllık yurdunuzmuş öyle mi? Sizin üç bin yıllık toprağınızmış, öyle mi? Öyleyse bu kadar oturduğunuz yeter. Üç bin yıldır bu toprakları kokuttunuz.” (Y. Kemal, 2009: 63) Hacı Remzi’nin tavrı, aslında genel olarak savaş koşullarında milliyetçi, ırkçı tavırların azıklık olan halkta yarattığı korku ve tedirginliği de açıklayacak türdendir. Bir mübadele olmasa bile, savaş ortamlarında bulunan etnik ya da dini azınlıklar, her an şiddet görme riski ile karşı karşıya olduğunun farkında olduğundan, “zorunlu” olarak yaşadıkları yerleri terk etmektedirler. Normal zamanlarda yaşanan “dostane” ilişkilerin kriz zamanlarında kolayca buharlaşması da trajik durumlardan biridir. Göçü konu edinmiş birçok romanda, değişimi engelleyen en önemli olgu ise din olarak ele alınmaktadır. Dini gelenekler ve alışkanlıklar, zorluklarla karşı karşıya kalındığında koruyucu bir kalkan olarak görülmektedir. Toplumca sevilen ama mübadil olarak gitmek zorunda kalan kişiler, “din değiştirip eski yaşantılarını sürdürme” tekliflerini sert bir şekilde reddederler. Panosaki ada çevresinde herkesçe tanınan, sevilen ve herkese iyiliği dokunmuş biridir. Halk hükümet konağı önünde Panos’a ne kadar yalvarsa da o, önerileri kabul etmez ve gitmeyi tercih eder. Bu da toplumun kendi iç farklılıklarını kabullenme, hoşgörü ve vicdan duygularının gelişkin olduğunu ancak devletlerin ve siyasal kurumların, bu gerçeklikleri yozlaştırdığını gösterir bir örnektir. Kemal Yalçın’ın Emanet Çeyiz, Ahmet Yorulmaz’ın Girit’ten Cunda’ya adlı romanları da benzer vefa hikayelerine yer verir. Yaşar Kemal, bu romanında bütün olumsuzluklara karşın, göçlerin insanların yaşamında dostane ve kaynaşık ilişkilerin kurulabileceğini göstererek göçü olumlayan bir bakış ortaya koymuştur.
Sonuç
Hatta göç, sadece bir mekandan baka bir mekana uzamsal bir hareket olarak sınırlandırılamaz; göç, her ne kadar mekansal bir ilgiyle söz konusu olsa da bir imkan taşıyan amaç ve umut taşıyan hissiyattır. Bu anlamıyla göçle ortaya çıkan değişimi, mekan değişiminin ötesinde bir varkalma ethosu açısından değerlendirmek gerekir.
Göç kişilerin gelecek yaşantılarının ya bir bölümünü ya da tam geçirmek üzere bir yerleşim biriminden diğerine yerleşmek amacıyla yapmış oldukları coğrafi nitelikli yer değiştirme olayıdır. Göç, insanın içinde yaşadığı bir coğrafi ve sosyo-kültürel çevreden ayrılarak başka bir coğrafi ve sosyo-kültürel çevreye girmesidir. Genel olarak incelendiğinde göçlerin asli nedeni geçimseldir. Yaşam elverişinin ortadan kalktığı bölgelerden daha iyi bir yaşam umudunun olduğu bölgelere sürekli bir kayma söz konusu olmuştur. Soğuk ve kurak olan Asya bölgesinden Ortadoğu ve Avrupa yönlü göçler tarihin en büyük göçü olan Kavimler Göçü’nü ortaya çıkarmıştır örneğin. Daha da derinleştirdiğimizde göç olgusu, insanoğlunun varkalma mücadelesinin bir parçası ve önemli bir imkanı olarak her dönem söz konusu olmuş bir hareketliliktir. Hatta göç, sadece bir mekandan baka bir mekana uzamsal bir hareket olarak sınırlandırılamaz; göç, her ne kadar mekansal bir ilgiyle söz konusu olsa da bir imkan taşıyan amaç ve umut taşıyan hissiyattır. Bu anlamıyla göçle ortaya çıkan değişimi, mekan değişiminin ötesinde bir varkalma ethosu açısından değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla bir toplumun iktisadi, siyasi, psikososyal ve hayali dünyasında ortaya çıkan bütünlüğü görmek gerekir. Özellikle de serbest göçler, fiziksel hareketlilikten ziyade toplumsal yanıyla dikkat çeker. Bununla birlikte “sürgün”, “yurdundan kovulma”, “toptan göçe tâbi tutulma”, “anlamalara bağlı mübadillik” gibi mecburi göçlerin sonucu ortaya çıkan ethos çok daha farklı olacaktır.
Toplumların kaderinde etkili olan ve farklı türlere ayrılan göç olgusu, insan yaşamından bağımsız değerlendirilmeyen edebiyatın da konuları arasındadır. Türk edebiyatının göç olgusuna daha belirgin bir şekilde değindiği görülmektedir. Özellikle yakın dönem Türk edebiyatı ürünlerinde göç teması eski ürünlerde olduğu gibi örtülü değil daha açıktır. Göçün özellikle yeni Türk edebiyatı ürünlerinin beslendiği kaynaklar arasında yer almasıyla birlikte Türk edebiyatında iki ifadenin kullanılmaya başlandığı görülür.
Yakın dönem Türkçe romanlarda göç kavramı, belirgin olarak yurt dışına işçi göçünün başlamasıyla birlikte belirdiği söylenebilir. Türkçe edebiyatta göçmenlerin karşılaştıkları güçlükleri ve çabaları, çoğu zaman büyük bir zenginlik ve derinlikle ele almayı başarabilmiş ürünler ortaya konulmuştur. Dil öğrenme sorunu, iletişim kuramama, kimlik bunalımı, kültürel parçalanma, toplumsal uyum sorunu, bütünleş(e)meme, çaresizlik ya da yabancılama gibi motifler, edebi ürünlerde yer bulmaktadır. Aşmakta zorlandıkları bütün bu sorunlara bağlı olarak göçmenler çoğunlukla bir dışlanmışlık duygusu içinde kalabilmektedir. Özellikle de dış göç, göçmenlerin yerleşik toplumsal düzen ile çatışmasına ve belli bir bocalama sonucunda başkaldırı ve reddetme duygusuyla içe kapanarak kendi değerlerine dönme savunmasına geçmektedir. Bu tutum da, onların yeni yerleşim bölgesine uyumsuzluk ve bütünlememe durumunu ortaya çıkarır. Benzer sorunların, belli ölçüde iç göçler için de geçerli olduğu söylenebilir.
Göç olgusunu konu alan romanlarda genel olarak göç olgusunun ortaya çıkardığı, olumsuzluklar ela alınmakta, göçün egemenlik ve sömürü ilişkilerinin sonucunda olumlu olabilecek yanlarının gelişemediği, hatta insanlar için yıkıcılaştığı görülmektedir. Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları romanında, kentleşmeyle beraber, geleneksel katılıkların ve cehaletin aşınması söz konusu olabilecekken sömürü ilişkilerince biçimlenen yaşam, insanlar için savaşa ve yıkıma dönüşmekte olduğunu göstermektedir. Ceyhun Tokgöz’ün Aykırı Ölümler romanı da 1990’lı yıllarda köy yakmaları sonucunda gerçekleşen zorunlu göçleri, bir aile üzerinden sergileyerek ezilenlerin her yerde benzer bir şiddet sarmalının içerisine çekildiği için yaşamlarının zehir olduğuna değinmekte. Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü”, toplumsal hiyerarşide maddi güç elde ederek yükselme hevesi olan bir köylünün Almanya’ya gidip sağladığı birikimi bir arabaya yatırarak insani niteliklerden uzaklaşmasını ve hevesin beyhudeliğine dikkat çekmiştir. Ayrıca gelişkin kapitalist ülkelerin yaşamıyla karşılaşıldığında, kültürel-düşünsel entegrasyon yerine tüketimci bir yönelimle ortaya çıkan çarpık bilinçleri gözler önüne seriyor. Kemal Siyahhan’ın Mülteci romanı, uzun yıllar savaş ve terör baskısı altında yaşanamaz hale gelen ülkelerinden zorunlu olarak göçen Afganların İstanbul’da gettolaşan ve devletin uyumlaştırma konusunda ataşehir eskort ilgisizliği nedeniyle kendi yağlarında kavrulmaya çalışan, fırsat bulduğunda ise daha da Batı’ya yönelmelerini göstermeye çalışıyor. Son olarak Yaşar Kemal’in göç romanlarının biri olan Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da 1920’li yıllarda gerçekleşen Türkiye-Yunanistan arasındaki mübadele anlaşmasıyla yerlerinden edilen Rumlar ve Türklerin terk ve yerleşim hikayelerinin ne kadar sancılı boyutlar içerdiğini görüyoruz.
Ele alınan romanlardan da görüyoruz ki, göç konusu genel olarak olumsuz yanlarıyla öne çıkmaktadır. Bunun bir nedeni, bu romanların hep göçü deneyimleyen kuşakları anlatması olabilir; çünkü ilk karşılaşmalar her zaman daha sert olmakta, yabansılıkların ayırt edilmediği, korunma güdüsünün öne çıktığı düzeylerde gerçekleşmektedir. Oysa göç, kültürlerin kaynaştığı, katılıkların aşındığı bir olgu olarak da değerlendirilebilir.
KAYNAKÇA
Ağaoğlu, Adalet (1999). “Fikrimin İnce Gülü”, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Akpınar, Taner (2011). “Uluslararası Kaçak İşgücü Göçüne Yönelik Politikalar”, Çalışma ve Toplum 2011/3
Ateş, Ahmet (2016). Türkmen Anarşizmi, İstanbul: Öteki Yayınevi.
Canatan, K. (1990). Göçmenlerin Kimlik Anlayışı, İstanbul: Endülüs Yayınları.
Fındıklı, Selma (1997). Gözüm Yaşı Tuna Selidir Şimdi, İstanbul: Sel Yayıncılık.
Kemal, Orhan (2013). Gurbet Kuşları (10.Baskı), İstanbul: Everest Yayınları.
Kemal, Yaşar (2009). Bir Ada Hikayesi I Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, İstanbul: YKY.
Koç, Ferda (2015). “1985-1995 Kürt Göçü ve Türkiye’nin Büyük Proleterleştirme Süreci”, DİSK-AR Bülten, Sayı: 4 (74-85).
Koçak, Yüksel ve Elvan Terzi (2012). “Türkiye‟de Göç Olgusu, Göç Edenlerin Kentlere Olan Etkileri ve Çözüm Önerileri”. KAÜ-İİBF Dergisi, Cilt 3, Sayı 3: 163-84.
Peköz, Mustafa (2012). Küresel Kapitalizm ve Göçmenlik, İstanbul: Karakoyun Yayıncılık.
Shayegan, Daryush (1991). Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, Çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayınları.
Smiht, Antony (2017). Etno-Sembolizm ve Milliyetçilik, Bilge Firuze Çallı, İstanbul: Alfa Yayınları.
Siyahhan, Kemal (2016). Mülteci, İstanbul: Sel Yayıncılık.
Tilbe, Ali ve Sirkeci, İbrahim (2015), “Göç ve Göçmen Yazını Üzerine”, Göç Dergisi, Cilt 2, Sayı 1
Tokgöz, Ceyhun (2010). Aykırı Ölümler, İstanbul: Arion Yayınevi.
Vandenberghe, F. (2016). Alman Sosyolojisinin Felsefi Tarihi, Çev. Vefa S. Öğütle, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Yılancıoğlu, Sezai (2015). “Günümüzün Göç Edebiyatı Nedir?”, Hazırlayan: eker, G. ve diğerleri, Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings içinde, London: Transnational Press.
Yıldız, Bekir (2012). Türkler Almanya’da, İstanbul: Everest Yayınları.