“Ve işçi işçi olduğu için
ona başkası vermez özgürlüğü.
Onu kurtaracak başkaları değil,
bu iş işçinin kendi işi.”[1]
Karl Marx’ın, “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir”…
“Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir”…
“Modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri ona dayanarak ürettiği ve mülk edindiği temeli çeker alır. Şu hâlde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır”…
“Emek, zenginler için harika şeyler, ama işçi için yoksulluk üretir. İşçi saraylar üretir, ama işçi için ahırlar üretir. Güzellik üretir, ama işçi için çirkinlik üretir”…
“Sorun işçinin emeğinin hakkını tam ya da yarım alması değil, emeğinin üstünde hakkı olmamasıdır,” saptamalarından hareketle; işçi sınıfının “bugün”ünde sendika(lar) meselesine; kimileri için malumun ilamı olsa da, bir şeylerin altını çizerek başlamakta yarar var.
Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının herhangi bir meselesi, ne ve nasıl olursa olsun, ücretli kölelik (ve artı-değer) sömürüsü dışında ele alınıp, irdelenemez.
Çünkü artı-değer sömürü temelinde meta üretimi ve değişiminde ifadesini bulan kapitalist sistemde işçi(ler), üretim araçlarından yoksun bırakılmışlardır.
Yaşamlarını idame ettirebilmek için tek bir yolları vardır: Ücret karşılığı patronlara kölelik.
Diğer bir deyişe işçi pazara bir meta ile gelir: Satmak zorunda olduğu emek ya da çalışma kapasitesiyle yani işgücüyle. Patronun ondan satın aldığı şey, budur. Diğer bir deyişle işçi, metasını, yani işgücünü, ücret karşılığı patrona satar.
Kapitalistlerin kâr(lar)ı, el koydukları işçi emeğinden, üretimden doğar.
İşçiler, hammaddeyi, mamûl nesne hâline dönüştürmekle yeni bir servet var etmişler, yeni bir değer yaratmışlardır, işçiye ücret olarak ödenen ile işçinin hammaddeye kattığı değer arasındaki farka, patron el koyar.
“Kâr” dedikleri budur; işçiye ödenmeyip, el konan emektir! Yani patron işçiye (çalışması ile) yarattığı ürünün karşılığını ödemez; ücret, işçinin çalışması/yaşayabilmesi için yapılan asgari ödemedir!
Tekrarlayalım: İşçinin ücret olarak aldığı ile ürettiği metanın değeri arasındaki farka, artı-değer denirken; o, patronun el koyduğudur; kârdır. Patron, emeği satın alır ve emeğin ürününü daha yüksek bir fiyata satar; bu fark artı-değerdir; ücretli köleliktir.
Bu hep böyledir; ya da değişenler içinde değişmeyen ücretli köleliktir.
Öncesinden bugüne kapitalist üretim ilişkileri temelden değişmediği gibi, emek-değer yasası geçerliliğini yitirmediği sürece, Karl Mark’ın sınıf teorisinin temel belirleme ve tanımlarının geçerliliğini koruyacaktır.
Evet, “vatanı olmayan”[2] işçi sınıfından konuşmak; sınıfsal bir meseledir. “Sınıf” ise, kapitalizm açısından tahrip gücü yüksek bir kavramsal gerçektir.
Bu bağlamda Friedrich Engels’in, “Proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılmasıdır. Bundan öte bir eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır,”[3] saptamasındaki sınıf kavramıyla tanışan, bu perspektifle düşünmeye başlayanlar, kapitalistler için tehlikeli öznelerdir. Hâl böyleyken egemenler, sınıf bilincini yok etmek için ellerinden geleni -her yöntemle- ardına koymazlar; sınıf mücadelesin her alında ve elbette sendikalarda da…
I. Ayrım: Sınıfın Hal-i Pür Melali
Abraham Lincoln’ün bile, “Emek, sermayeye öncüldür ve ondan bağımsızdır. Sermaye ancak emeğin meyvesidir ve emek olmadan sermaye olmazdı. Emek sermayeden üstündür ve daha büyük önem arz eder,” notunu düştüğü işçi sınıfının coğrafyamızdaki hâl-i pür melali; ne yazıktır ki Grigory Petrov’un, “Baskı altında, isteksizce, tıpkı bir köle gibi ve birileri tarafından zorla yaptırılan işler ve bunun için harcanan emek ağır ve ezici bir emektir,” saptamasıyla karakterize olmaktadır.
‘Küresel Sanayi İşçileri Sendikası’ Avrupa Genel Sekreteri Luc Triangle, “Türkiye’de çok farklı kesimler baskı altında. Muhaliflere baskı artıyor. Bizim kafamızdaki soru, sıranın ne zaman sendikalara geleceği yönünde,”[4] sorusunu dillendirdiği coğrafyamızın hâline dair; Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC), ‘Küresel İşçi Hakları İndeksi 2016’ raporuna göre, Türkiye emek düşmanı politikalar ile Belarus, Çin, Kolombiya, Kamboçya, Guatemala, Hindistan, İran, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte işçiler için en kötü 10 ülke arasındadır.[5]
Yine ITUC’un ‘Küresel Haklar Endeksi 2017’ raporunda da, Türkiye’de hakların güvence altında olmadığı, darbe girişiminin ardından 100 bin kişinin ya açığa alındığı ya da işten atıldığı ifade edildi.[6]
Bu durumda ITUC ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) temsilcilerinden oluşan heyet, 12-13 Ekim 2016 tarihinde Ankara’yı ziyaret etti. Yapılan açıklamada darbe girişimi sonrası yaşanan kitlesel ihraç ve işten çıkarmaların büyük ölçüde hukuksuz ve delilsiz olduğu vurgulanıp, “Heyet özellikle, Türk Hükümeti’nin kamu çalışanları başta olmak üzere, çalışanları çoğunlukla kanıt ve dayanağı olmaksızın veya hukukun üstünlüğü ilkesiyle örtüşmeyen bir biçimde, kitlesel olarak işten çıkarmasını endişe verici bulmaktadır,”[7] dendi.
Örneğin 21 Temmuz 2016 – 29 Nisan 2017 arasındaki OHAL döneminde toplam 104 bin 771 kamu görevlisi ihraç edildi. İhraç edilenlerin 5 bin 295’i akademisyendi. Ayrıca Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre kamuda istihdam edilenlerin sayısı, 2016’nın ilk yarısında 3 milyon 622 bin 150 iken, OHAL şartlarının hüküm sürdüğü yılın ikinci yarısında 60 bin 611 kişi azalarak 3 milyon 561 bin 539’a düştü.[8]
Evet 15 Temmuz darbe girişimi ardından Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) verilerine göre kamuda çalışan sayısı geriliyor. OHAL ve kanun hükmünde kararnamelerin de etkisiyle Haziran 2016 ile Haziran 2017 arasında 106 bin kamu çalışanı işten çıkarıldı. Haziran 2017’de kamu çalışanı sayısı Haziran 2016’ya göre yüzde 3.5’lik azalışla 2 milyon 977 bine geriledi. Mevsimsellikten arındırılmış değerlere bakıldığında Mayıs 2017’ye göre sigortalı ücretli çalışan sayısında 4 binlik azalış gerçekleşti.[9]
Bunun yanında ‘Uzun Çalışma ve Etkileri Raporu’na göre, Türkiye’deki emekçilerin yüzde 90.5’i haftalık 40 saatin üzerinde çalışıyor. OECD verilerine göre Türkiye, uzun çalışma sürelerinde üye ülke ortalamalarının fazlasıyla üzerinde. 2013’te Türkiye’de yıllık çalışma süresi 1832 saatken, aynı yıl OECD ortalaması 1765 saat… Fazla çalışanların iş kazası geçirme riski, diğerlerine kıyasla yüzde 61 daha fazla. Aşırı ve uzun çalışmaya bağlı olduğu düşünülen kalp krizi, beyin kanaması gibi ani ölümler iş cinayetleri içerisinde ortalama yüzde 10 seviyelerinde. 2016’da en az 217 emekçi kalp krizi ya da beyin kanaması geçirerek yaşamını yitirdi. 90’lardan itibaren yükselen çalışma saatleri ile ölümle sonuçlanan iş kazaları 1999-2006 döneminde yüzde 35.7 oranında artırdı.[10]
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre, 3 yılda “güvencesiz çalışma”, “patron baskısı”, “işten atılma korkusu” gibi nedenlerle, 99 işçinin intihara sürüklendiği[11] coğrafyamızda; 2 bini işçi olmak üzere, memurlarla birlikte toplam çalışan sayısı 9 bin 600 olan Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda 3-4 kişinin yapacağı işi 2 kişi yapıyor![12]
Soru(n) bununla da bitmiyor; işçiler taşeronlaştırma dişilileri arasında öğütülüyor.[13] Örneğin AKP iktidara geldiğinde taşeron işçi sayısı 387 bindi. 2017 Haziran’ında taşeron 750 bini kamuda olmak üzere toplamda 2 milyonu buldu. 2002’den bu yana taşeron işçi sayısı yüzde 500 arttı. Türkiye’de toplam işçi sayısı 13 milyon iken, sendikalı işçi sayısı 1.5 milyon. Türkiye’de her 10 çalışandan yalnızca biri sendikalı![14]
Ancak Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak’ın açıklamalarında da görülebileceği üzere bu kadar değil!
Şöyle buyuruyor Veysi Kaynak: “Suriyeliler olmasa düz işçilik yapan yok; fabrikalar durur”. Bu açıklamayı şöyle de okumak mümkün: “Çalışacak köle işçilere ihtiyaç var. İnşaat, tarım, tekstil, metal gibi vasıfsız işkollarında 10-20 TL’ye gündelikle çalışan Suriyeliler var. Dolayısıyla sesinizi kesin. Eğer siz bu rakamlara çalışmazsanız, çalışacak adam var.”
Bu, hem AKP’nin emeğe ve işçiye bakış açısını özetliyorken; Veysi Kaynak’ın sözünü ettiği düz işçiliğin yapıldığı düşük teknoloji içerikli sektörlerin ekonomimizdeki payına bakalım bir de: Katma değer payı yüzde 39.6, üretim payı yüzde 39.4 ve tesis sayısı payı ise yüzde 61.4.
Bu ülkedeki tesislerin yüzde 61’inden bahsediyoruz. Sendikanın olmadığı, her şeyin patronun iki dudağının arasında belirlendiği bir yapı! Ucuza çalışacak Suriyeli işçi, patronun çalışana karşı sopası ve istediği gibi de kullanıyor.
Dedik ya, iktidarın emeğe bakış açısı bu. Rakamlar da doğruluyor, yerli yabancı işçi demeden… Türkiye’de sadece 2016 yılında 96 göçmen işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş; 60’ı Suriyeli![15]
Aktarmadan geçmeyelim: Birleşik Metal-İş Sendikası, Suriyeli ve Türk tekstil işçilerin durumunu araştıran bir rapor yayımladı. İstanbul’un başta Bağcılar ve Güngören olmak üzere tekstil sektörünün en yoğun olduğu ilçelere bağlı atölyelerde 604 işçiyle yapılan anket, Suriyelilerin Türk işçilerden yaklaşık yüzde 25 daha ucuza çalıştıklarını ve kayıt dışı oranının yüzde 100’e yaklaştığını ortaya koydu. ‘Suriyeli Göçmen Emeği’ başlıklı çalışma sonuçlarına göre, “Türk ve Suriyeli işçiler arasında büyük bir maaş uçurumu var. Ayrıca, ister Türk olsun ister Suriyeli, 604 çalışanın yüzde 33’ü asgari ücretin altında çalışıyor”.
“Erkek işçilerin yüzde 54’ü, Kadın işçilerin ise yüzde 32.2’si sigortalı çalıştırılırken, Suriyeli erkek işçilerin yüzde 99.6’sı kadın işçilerin ise tamamı sigortasız. Bu durum aynı zamanda erkek işçilerin yüzde 46’sının, kadın işçilerin ise yüzde 63’ünün kayıt dışı olduğunu ortaya koyuyor.”[16]
Lafı uzatmadan işçi sınıfının, coğrafyamızdaki hâl-i pür melali ilişkin belirtelim: İşçi sınıfı, AKP’nin ve emrinde olduğu sermayenin çok yönlü saldırısıyla karşı karşıyadır.
Kapitalizmin küresel ekonomik krizi derinleştikçe sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarının şiddeti de o ölçüde artmaktadır. Dünya çapında işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına saldırılmakta, işsizlik, yoksulluk çığ gibi büyümektedir. 2008 yılında kapitalizmin küresel krizi patlak verdiğinde milyonlarca işçi işten atıldı, açlık ve yoksullukla baş başa kaldı. Krizin etkilediği ülkelerden biri de Türkiye idi. Her ne kadar dönemin başbakanı Erdoğan “bu kriz bizi teğet geçecek” dese de krizin faturası örgütsüz işçi sınıfına ödetildi. 2008 krizinde yüz binlerce işçi işten çıkarıldı, ücretler düştü, taşeron işçilik daha da yaygınlaştırıldı, hayat pahalılığı arttı.
Ardından Türkiye ekonomisi hızla büyümeye başladı, inşaatlar yükseldi, sermaye kârını ikiye üçe katladı. Ancak işçi sınıfının yaşamında ekonomik büyümenin yansıması farklı şekilde cereyan etti. İş kazaları katliam düzeyine yükseldi, taşeronluk, kuralsız çalışma arttı, Soma ve Ermenek gibi işçi katliamları yaşandı. İşçi sınıfı açısından tablo bu kadar vahim iken, AKP Türkiye ekonomisinin büyümesinden dem vuruyor, kitlelere de bununla övünülmesi gerektiğinin propagandasını yapıyordu. Erdoğan’ın izlediği kamplaştırma, bölme-parçalama politikası örgütsüz işçi sınıfını öyle bir hâle getirdi ki bütün bu çelişkiler görülemez oldu. Ancak bir noktadan sonra mızrak çuvala sığmıyor. Ekonomideki kötü gidişat referandum öncesinde kendini işsizliğin artışıyla gösterdi. İşsizlik oranları yeniden 2008 yılı seviyesine ulaştı. Enflasyon çift hanelere kadar yükseldi. İşçi sınıfının en büyük sorunlarından biri olan, işçileri birer köle hâline getiren taşeronluk sistemi yaygınlaştı, kölelik büroları devreye sokuldu, sendikalılaşma yani işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü ise çok büyük oranda geriledi, iş kazaları, iş cinayetleri hız kesmeden devam etti.
Her ne kadar AKP hükümeti işsizlikteki artışı önlemek adına göstermelik bir “istihdam” seferberliği başlattıysa da TÜİK’in açıkladığı resmi işsizlik oranı yüzde 12.7’ye; DİSK-AR araştırmalarına göre, geniş tanımlı işsizlik 7 milyon düzeyine, işsizlik oranı ise yüzde 21’e ulaşmıştır.
Genel işsiz sayısının içinde genç işsizler ve kadın işsizlerin sayısı daha da yüksektir. Genç işsizlik oranı yüzde 24, genç kadın işsizlik oranı ise yüzde 28’e yükselmiştir. Kadın işsizliği iki yılda yüzde 33 artarak 1 milyon 511 bine çıktı. Yüksek öğrenimli işsiz sayısı ise 271 bin kişi artarak 958 bine yükseldi. İşsizlikteki artışı, işsizlik sigortasına yapılan başvuru sayısından da anlayabiliriz. Örneğin 2015 yılında işsizlik sigortasına başvuranların sayısı 90 bin, 2016 yılında 123 bin, 2017’de ise 158 bindi.
İşçi sınıfının diğer bir önemli sorunu ise ücretlerin düşük olması, yapılan asgari ücret zammının ise hayat pahalılığı karşısında kısa sürede eriyip gitmesidir. Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM), ‘Enflasyon ve Hayat Pahalılığı Nisan 2017’ raporuna göre asgari ücrette yaşanan artış yüzde 7.9 iken yıllık enflasyon artışı yüzde 11.87 olarak gerçekleşti.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sermayenin işçi sınıfının örgütlülüğüne vurduğu en büyük darbelerden biri taşeronluk sistemidir. Çünkü taşeronluk sistemi sendikal örgütlülüğün önüne set çekerek işçilerin bir araya gelmelerini önlemiş, kuralsız ve kölece çalışmayı işçilere dayatmıştır. Düşük ücretler, uzayan iş saatleri ve iş cinayetleri hep bu örgütsüzlüğün doğurduğu sonuçlar olmuştur. Taşeronluk arttıkça sendikal örgütlülük azalmış, iş cinayetleri artmıştır. İş cinayetleri işçi sınıfının en büyük sorunlarından biridir. Sermaye büyüdükçe işçiler de ölmeye, sakat kalmaya devam etmektedir. Özellikle AKP hükümeti döneminde büyüme oranlarına mukabil iş kazaları da katlamalı olarak arttı. Türkiye ekonomik büyüklükte 17. sıraya yükselirken, iş cinayetlerinde de Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sıraya yükseldi. Gelinen noktada ayda ortalama 150 işçi iş cinayetlerine kurban gitmektedir. 2016 yılında 1790 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.
Tekrar pahasına aktaralım: Coğrafyamız ölümlü iş kazalarında Avrupa’da ilk, dünyada 3. sırada![17]
15 yıllık AKP iktidarında 20 bini aşkın iş cinayeti yaşandı![18]
Birleşik Metal-İş Sendikası’nın hazırladığı rapora göre, Türkiye’de yaşanan iş cinayetlerinin oranı 27 Avrupa Birliği ülkesi ortalamasının 6 katı. İş cinayetlerinin dörtte üçü, meslek hastalıklarının ise neredeyse tamamı kayıt dışı![19]
AKP hükümeti döneminde 17 bini aşkın işçi iş kazasında can verdi. Yaralanan ve sakat kalanların sayısı ise daha fazladır. Örgütsüzlük işçi sınıfını öyle bir hâle getirmiştir ki bu yaşanan katliama ses çıkaramamaktadır. Ayda ortalama 150 işçinin iş cinayetine kurban gitmesi çoğu zaman gündem bile olmuyor. 2017 yılının Nisan ayına kadar 586 işçi iş cinayeti sonucu yaşamını kaybetti. İş kazalarının en yoğun olduğu sektörler inşaat ve madencilik sektörüdür. İnşaatlar yükseldikçe, inşaat şirketleri büyüdükçe işçiler can veriyor. İş kazalarının en yoğun yaşandığı inşaat sektörü aynı zamanda en fazla taşeron işçinin çalıştığı sektördür. İnşaat sektöründe meydana gelen iş cinayetleri, kuralsız, sigortasız, güvencesiz çalışma, tesadüfi değil taşeron sisteminin sonucudur. İnşaat sektöründe toplamda 2 milyona yakın işçi çalışırken, bunun 1 milyona yakını kayıtsız çalışmaktadır. Geri kalanların önemli bir bölümü de sigortalı olsalar bile taşeron sisteminde çalışmaktadırlar.
Ayda ortalama 150 işçinin iş kazalarına kurban gitmesi her iki ayda bir Soma katliamının yaşanması anlamına geliyor. İSİG Meclisinin son raporlarında maden sektöründe meydana gelen iş cinayetine dikkat çekildi. Rapora göre 14 yıllık AKP iktidarı döneminde 1571 maden işçisi iş cinayetine kurban gitti. Bilindiği gibi Erinç Yeldan’ın, “Soma cinayeti kapitalizmin kendisidir,”[20] notunu düştüğü maden işkolu da yine taşeronlaşmanın yaygın olduğu işkollarından birisidir.
İş cinayetlerinin sık yaşandığı diğer bir sektör de tersane sektörüdür. Bu sektörde çalışan 35 bin işçinin 10 bini asıl işverene bağlı çalışırken, 25 bini taşerona bağlı çalışmaktadır. Bu sektörde meydana gelen iş kazalarının yüzde 94’ü taşeron işçi çalıştıran işyerlerinde yaşanmaktadır.
İş cinayetleri ile taşeronlaştırma doğru orantılıdır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında kayıtlı taşeron işçi sayısı 387 bin iken, bu sayı 14 senede 6 milyona yükselmiştir. DİSK-AR’ın taşeronlaştırma ile ilgili yaptığı çalışmada çarpıcı sonuçlar ortaya konmuştur. Taşeron işçi sayısı 2002-2007 yılları arasında yaklaşık 3 kat, 2007-2011 döneminde ise yüzde 50 oranında artış göstermiştir. Sağlık sektöründe çalışan taşeron işçi sayısındaki artış dikkat çekicidir. Sektörde 2002 yılında 11 bin 685 olan taşeron işçi sayısı AKP hükümetleri döneminde 10 kattan fazla artış göstererek 2013 yılında 131 bine yükselmiştir. Yine belediyelerin bünyesinde çalışan işçilerin önemli bir bölümü da taşeron şirketlere kaydırılmıştır.[21]
I.1) Çocuk(lar), Kadın(lar)…
Karl Marx’ın, ‘Kapital’in I. Cildi’nin dördüncü kısımda, “Makine, adale gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, adaleleri zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç hâlini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına sokarak; ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır. Kapitalist hesabına yapılacak zorunlu iş, yalnız çocukların oyun alanlarına el atmakla kalmamış, aile çevresinde bireylerin kendileri için diledikleri gibi harcayabilecekleri zamana ve emeğe de el atmıştır,”[22] vurgusuyla betimlediği çocuk ve kadın emeği, coğrafyamızda da kapitalizmin kara tarihinin baş tanıklarındandır.
Saldırılar altında sınıf dayanışması ve sınıf refleksinden uzaklaştı. Rekabet, pasifizm, itaatkârlık, bireycilik ve tarikatçılık işçi sınıfı içinde güçlü bir yer edindi. Örgütsüzlük; burjuva milliyetçiliğinin ve şövenist ideolojinin sınıf içinde kökleşmesini daha da kolaylaştırdı.
Hızla sıralayalım!
Resmi rakamlara göre 2016 itibarıyla Türkiye’de 18 yaşından küçük 101 bin 650 çocuk işçi bulunuyor ve yüzde 78 kayıt dışı…[23]
Türkiye’nin çocuk nüfusu 22.9 milyonken; işgücüne katılma oranı 15-17 yaş grubunda 20.8 düzeyinde…[24]
İSİG Meclisi’nin 12 Haziran 2017’de yayımladığı rapora göre, 2016 yılının ilk beş ayında en az 18 çocuk işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Üç buçuk yılda çalışırken hayatını kaybeden çocukların sayısı ise en az 194. Ölen çocukların en az yarısı tarım işçisi, yaklaşık yüzde 10’u Suriyeli’ydi…[25]
Türkiye’de sayıları 400 bini aşan çocuk mevsimlik işçilerden sadece 22 bini okula kayıtlı…[26]
Ve kadınlar!
Türkiye’de iş hayatındaki 10 kadından 3’ü tarlada. Emeğini toprakta çıkaran her 10 kadından 8’i ücretsiz, 9’u ise güvencesiz çalışıyor…[27]
Her 4 kadından 3’ü ücretsiz çalışıyor…[28]
‘Dünya Ekonomik Forumu’nun “Cinsiyet Uçurumu 2012 Raporu”nda 135 ülke arasına Türkiye 124. sıradayken;[29] kadının ekonomiye katılımında 135 ülke arasında sondan dördüncüyüz… [30]
Türkiye’de sadece 8 milyon civarında kadın iş hayatına katılıyor. Tüm işkollarındaki çalışabilir konumdaki kadınların da yine sadece yüzde 29’u istihdam ediliyor. ‘Dünya Kadınlarının Gelişimi’ raporuna göre, Türkiye’deki kadınlar erkeklerden ortalama yüzde 75 daha düşük kazanç elde ediyor; Türkiye’de bir kadın bir erkeğin maaşının yüzde 25’ini kazanıyor…[31]
TÜİK verileri 2014 itibarıyla 19.5 milyon kadının iktisadi faaliyet dışında kaldığını belgeliyor. (Aynı rakam erkekler için 7.8 milyon kişi). 19.5 milyon iktisadi faaliyet dışı kadının, 13.9 milyonu kentlerde, 5.7 milyonu kırsal kesimde yaşıyor. Kadınlarda işgücüne katılım oranı yüzde 30’un altında; istihdam oranı ise sadece yüzde 25 düzeyinde gerçekleşmekte. Yani toplam kadın nüfusunun sadece üçte birisi işgücü piyasasına katılma kararı vermiş iken, her dört kadından ancak birisi iş bulabiliyor. Bu oranlar Türkiye’yi dünyada 183 ülke arasında kadınların işgücüne katılımı açısından sondan 15. ülke konumuna sürüklüyor.
“İstihdam içinde” gözüken her üç kadından birisi aslında ücretsiz aile işçisi olarak anketlerde yer buluyor. DİSK-Araştırma Dairesi 2016 başında yayımladığı ‘Kadın İstihdamı ve Güvencesizlik’ başlıklı raporunda “kayıt dışı çalışan kadınların toplam çalışan kadınlara oranı yüzde 52 seviyesindeyken, kayıt dışı çalışan erkeklerin toplam çalışan erkeklere oranının yüzde 30 seviyesinde” olduğunu belirterek kadınların işgücü piyasalarındaki güvencesiz istihdam biçimleriyle uğradığı sömürüyü vurguluyor.
Ancak, “eğitilmiş olmak” kadınların önündeki engelleri aşmaya yetmiyor. Örneğin, yüksekokul mezunu kadınlarda işsizlik 2014 için yüzde 15.5 düzeyindeydi ve bu oran yüksekokul mezunu erkeklerin yüzde 7.6’lık işsizlik oranının iki katından fazla idi…[32]
I.2) Sınıf Mücadelesi Ve Devlet
İşçi sınıfı; uzunca bir dönemden beri sermayenin ağır ideolojik, ekonomik ve siyasi saldırısı altındadır. Sadece siyasi olarak değil, ekonomik olarak da silahsızlandırılmıştır.
Sendikalar, devletle ve işverenlerle girdikleri girift -ve kimilerinin de kirli! – ilişkilerden dolayı önce sınıf mücadelesinden, ardından da işçi sınıfından koptular. Böylece sınıf, burjuvazinin her türlü saldırısına açık hâle geldi. Saldırılar altında sınıf dayanışması ve sınıf refleksinden uzaklaştı. Rekabet, pasifizm, itaatkârlık, bireycilik ve tarikatçılık işçi sınıfı içinde güçlü bir yer edindi. Örgütsüzlük; burjuva milliyetçiliğinin ve şövenist ideolojinin sınıf içinde kökleşmesini daha da kolaylaştırdı. Bu süre içinde işsizlik ve “esnek çalışma” işçileri birbirine düşürmenin, onlara boyun eğdirmenin etkin bir silahı olarak kullanıldı, kullanılıyor.
Yine de burjuvazi, “işçi sınıfını sermayenin nesnel bir gücü hâline getirmek için” saldırılarına ara vermeden sürdürdü. Çünkü onlar, işçi sınıfının sınıf olarak davrandığında neler yapabileceğinin farkındalar. Yani burjuvazi, işçi sınıfının bugünkü geriliğini, dağınıklığını, güçsüzlüğünü değil; harekete geçtiğinde altüst edici gizil gücünü veri olarak alıyor. Bu gücü harekete geçirecek mekanizmanın -yani krizin- işbaşında olduğunu unutmuyor; bunun içinde saldırıyor; durum bu kadar açık!
Hızla birkaç veriyi sıralayalım!
• Türkiye, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “İşçi Temsilcileri Sözleşmesi”ni ihlâl ettiği gerekçesiyle komisyonda görüşülecek…[33]
• ILO’nun 10’uncu Avrupa toplantısının gündemi OHAL uygulamaları oldu. ILO Direktörü Guy Ryder, OHAL’in çalışma hayatında yol açtığı haksızlıklara dikkat çekti…[34]
• OHAL’in emeğe zararlı olduğunu belirten DİSK Başkanı Kani Beko, bu uygulamadan en büyük zararı kamu çalışanlarının gördüğünü ve ülke tarihinde eşi benzeri görülmeyen bir ihraç tablosu ile karşı karşıya kalındığını söyledi.
OHAL’in ilanı ile Meclis’in devre dışı bırakıldığının altını çizen, OHAL döneminde 26 Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) yayımlandığını ve 107 yasada değişikliğin yapıldığını hatırlatan Beko, “KHK ile yapılan düzenlemelerin önemli bir bölümünün OHAL’in ilan edilme gerekçesiyle ilgisi yoktur. Kış lastiğinden Varlık Fonu’na, Rektör seçiminden grev ertelemeye kadar uzanan çeşitlilikte pek çok konuya dair düzenleme KHK’ler ile yapılmıştır” diye belirtti.
Bir yıllık OHAL döneminde 112 bin 530 kişinin kamudan ihraç edildiğini hatırlatan Beko şunları dedi: “Cumhuriyet tarihinin en büyük kamu görevlisi tasfiyesi yaşanmıştır. Kamudaki ihraç ve tasfiyeler 27 Mayıs, 12 Eylül gibi darbe dönemleriyle kıyas kabul etmeyecek kadar kapsamlıdır. 12 Eylül’de kamudan 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu kapsamında 5 bin kişinin çıkarıldığı düşünülecek olursa 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yaşanan tasfiyenin boyutları daha iyi anlaşılabilir.”
Kayyım atanan belediyelerin birçoğunun DİSK Genel-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu belediyeler olduğunu söyleyen Beko, “Belediyelerden KHK ile ihraç edilen Genel-İş Sendikası üyesi işçilerin sayısı 506’dır. Kayyımın iş sözleşmelerini feshettiği Genel-İş üyesi işçilerin sayısı da 1456’dır. Böylece toplam 1959 Genel-İş üyesi KHK ve kayyım marifeti ile işten çıkarılmıştır. İşlerine iade edilen Genel-İş üyesi işçi sayısı 50 ile sınırlı kalmıştır. 28 Genel-İş üyesinin iş sözleşmesi ise askıya alınmıştır” diye belirtti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grev hakkı ile ilgili sözlerine de değinen Beko, OHAL’in çalışma hayatında ağır sonuçlara neden olduğunu söyledi. Beko, OHAL’in iş ve emek yaşamına yansıyan sorunlarını şu şekilde sıraladı:
-KHK’ler ile çok sayıda vakıf üniversitesi, hastane, vakıf, dernek, gazete, televizyon, dergi, yayınevi ve dağıtımcı kapatıldı ve malvarlıkları Hazine’ye ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi.
-Ancak bu işçilerin özel hukuk çerçevesindeki alacakları KHK ile kaldırıldı.
-OHAL sırasında sendikaların faaliyetlerinin tedbiren durdurulması mümkün ancak kapatma hukuka aykırı.
-12 Eylül darbesinin ardından dahi sendikalar kapatılmamış, faaliyetleri durdurulmuş ve haklarında kapatma davası açılmıştı. OHAL KHK ile sendikaların temelli kapatılmasına karar verdi.
-OHAL bahane edilerek birçok sendikal faaliyet ve işçi eylemi yasaklandı veya engellendi.
-DİSK’in, bunun yanı sıra DİSK’e bağlı, Birleşik Metal-İş, Gıda-İş, Güvenlik-Sen, Limter-İş ve Nakliyat-İş’in de aralarında olduğu sendikaların, çalışma yaşamına ilişkin konulardaki bazı basın açıklamaları ve bilgilendirme amaçlı kimi salon toplantıları engellendi.
-AKP, OHAL’e kadar olan iktidar döneminde toplam 8 grevi ertelemişken sadece bir yıllık OHAL uygulaması boyunca 5 büyük grev milli güvenlik, genel sağlık ve finansal istikrarı bozucu olduğu gerekçesiyle ertelendi/ yasaklandı.
-Yasaklanan grevler arasında Birleşik Metal-İş’in iki grevi de var…[35]
• Bu tabloda Alman Sendikalar Konfederasyonu (DGB) Başkanı Reiner Hoffmann, “Türkiye’de sendika üyesi on binlerce çalışan büyük ölçüde Kanun Hükmünde Kararnameler dayanak gösterilerek, gerekçe sunulmaksızın ve hukuki itiraz hakkı tanınmaksızın işten çıkartıldı, sosyal güvenlik sisteminin dışına itildi,” dedi…[36]
• KESK Eş Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik de, Türkiye’de kanun hükmünde kararnamelerle 1 yılda 150 bin kamu çalışanının ihraç edildiğine dikkat çekti…[37]
• Ayrıca Meclis’te kabul edilen ‘sanayinin geliştirilmesi’ yasası, işçi haklarını geriye götürdü: TBMM’de kabul edilen Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Yasası ile “Hafta Tatili Hakkında Yasa” yürürlükten kaldırıldı…[38]
• DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun, TBMM yerleşkesine girmesi izne bağlı kişiler için oluşturulan “kara liste”ye alındığı ortaya çıktı…[39]
• DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, Türkiye’nin çalışma yaşamı açısından en kötü beş ülke arasında olduğunu belirterek, AKP döneminde 128 hak ihlâli yapıldığını söyledi…[40]
• Bunların yanında hükümetin ‘Torba Yasa Tasarısı’nda emekçinin ücretlerine yine tırpan çıktı. Asgari ücret düzenlemesi evli, iki çocuklu işçinin ücretini düşürdü…[41]
• İşsizlik Sigortası Fonu’na Mart 2002’den Aralık 2016’ya 8 milyon işsiz başvurdu ancak bunların sadece 5.2 milyonuna işsizlik ödeneği bağlandı. 2.8 milyon işsiz koşulları sağlamadığı için ödenekten yararlanamadı. Bu kaynaktan işsize yüzde 9.7, hükümet ve işverenlere ise yüzde 21 imkân sunuldu…[42]
• Çalışma Bakanlığı, İşsizlik Fonu’ndan 996 milyon TL harcandığına dair Sayıştay tespitini ikinci kez inkâr etti…[43]
• Düzce 1’inci Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren çelik tel üretimi yapan fabrikada ile Birleşik Metal-İş Sendikası arasındaki toplu iş sözleşmesi görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı. 41 işçi fabrika önünde grev başlattı. İşçiler, 12 Eylül 2017’de işverenin fabrikadan mal çıkardığı gerekçesiyle oturma eylemi yaptı. Jandarma müdahale etti, bir işçi yaralandı…[44]
• Paşabahçe Kırklareli Cam Fabrikası’nda fırın kapatma gerekçesiyle işten atılan ve direnişe geçen 90 işçinin, “İş, aş, adalet” talebiyle Tuzla’daki Şişecam Genel Merkezi’ne başlattığı yürüyüş devam ederken Tekirdağ Valiliği, işçilerin il sınırından içeri girmemesi için polis barikatı kurdu.[45]
• Adliye tarihine geçecek kararda Hatay 5. Asliye Ceza Mahkemesi, ustabaşının 7. kattan düşüp ölmesi sonucu müteahhidi suçlu buldu. Ancak mahkeme, yeni bilirkişi raporunun sunulması üzerine, Yargıtay’ca onanan kendi kararını bozarak yargılamanın yeniden yapılmasına karar verdi.[46]
• Soma’da, 13 Mayıs 2014 tarihinde meydana gelen maden kazasında 301 işçinin hayatını kaybetmesinden[47] 4 gün sonra cenazelerini alamadıklarını ileri sürüp, Beşyol Kavşağı’nda yolu kapatıp, eylem yaptıkları ve bu sırada geçmekte olan bir süt firmasına ait minibüse hasar verip, şoförünü darp ettikleri ileri sürülen 9 maden işçisi hakkında 6 yıl hapis istemiyle dava açıldı.[48]
• Soma faciasına ilişkin hakkında açılan davada ilk kez ifade veren sanık Alp Gürkan, “Bu olayın herhangi bir maden kazası olduğuna emin değilim,” dedi…[49]
• Soma faciası sorumlularının yargılandığı Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin talimatıyla, yeniden ifadesi alınan şirketin patronu Alp Gürkan hakkında yürütülen soruşturmada bir kez daha savcı değişikliği oldu. Böylelikle soruşturmanın 8. ayında üçüncü savcı değişti…[50]
• Soma faciasının sorumluları arasında gösterilip yargılanan TKİ Kontrol Şube Müdürlüğü’nde Başmühendis Adem Ormanoğlu ile aynı birimdeki maden mühendisi Efkan Kurt’un, Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde, duruşmada bulundukları sırada, yeni görevlere terfi ettirildikleri ortaya çıktı. Ormanoğlu, facianın yaşandığı ocağın bulunduğu bölgeden, Kurt ise Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin diğer iki maden ocağının olduğu sahadan sorumlu şube müdürü oldu…[51]
• Soma davası devam ederken ailelerin adalete olan inançları da azalıyor. Soma katliamında yakınını kaybeden Kazım Güven, Roboskî’de olduğu gibi Soma’da da suçluların cezalandırılmayacağını söyledi. İki çocuğunu kaybeden Senem Yıldırım ise işletme sahipleri konuştukça faciayı tekrar yaşadıklarına dikkat çekti…[52]
• Kömür madenlerinde kullanılan patlamayı önleyici sistemlerin, uluslararası standartlara uygun hâle getirilme süresi, 2019 yılı sonuna kadar uzatıldı…[53]
• Milletvekili Özgür Özel, “Facia kamuoyundan düştükten sonra şimdi Soma’da baskı var, şantaj var, kirli ilişkiler var, para var, tehdit var, adaletin önüne geçmek için firmanın yaptığı her şey var” deyip,[54] özel sendika ve maden şirketinin, işçilerin tazminatlarını 24 taksitte ödeme konusunda anlaştıklarını, bunun kamuoyundan gizlendiğini öne sürdü…[55]
• Soma’da atılan 2 bin 831 işçinin alacağı 1.5 yıldır ödenmedi. TKİ şirkete verdiği 182 milyon liraya ‘öncelik işçi alacaklarında’ şartı düşmediği için, işçi alacağı son sıraya indi…[56]
• Soma faciasının üzerinden 1 yıl geçmesine karşın yaralar hâlâ sarılamadı. Facianın yaşandığı Eynez Ocağı’nda yaşamını yitiren madencilerin yakınları tazminatlarını alamadı, işten çıkarılan 2 bin 831 işçinin 42 milyon liralık tazminatları da ödenmedi…[57]
• Soma’daki faciayla ilgili 8’i tutuklu 46 sanıklı davanın 17 Aralık 2015 tarihli duruşmasında mağdur olarak dinlenen Cüneyt Sualp’in, “İki yıldır işsizim. İki çocuğuma bakıyorum. Ödünç para alıp buraya, duruşmaya geldim. O yüzden şikâyetçi olmaktan vazgeçiyorum” sözleri damga vurdu. Sözleriyle salonda üzüntü yaşatan Sualp ifadesinde ayrıca, bant durduğu için bir madencinin vardiya amiri tarafından, dövüldüğünü gözleriyle gördüğünü de anlattı…[58]
• Madenlerde patronlar işçiye vermek zorunda oldukları iki asgari ücreti elden geri alıyor! Soma faciasının ardından getirilen uygulama ile maliyetlerinin yükseldiğini savunan patronlar son 1.5 yılda 4 bin işçiyi işten attı. Yol ve yemek parasını maaşın içinde gösterenler de var…[59]
• Soma katliamı mağdurları için Başbakanlık genelgesi yoluyla Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nda (AFAD) toplanan bağış paralarının bir kısmının buharlaştığı, AFAD’ın bilgi edinme talebine verdiği yanıtla ortaya çıktı. 17 Mayıs-15 Temmuz 2014 tarihleri arasında, 46 milyon 500 bin TL’lik bağış toplandığını ve bu paranın yaşamını yitiren 301 madencinin ailelerine eşit şekilde paylaştırıldığını açıklayan AFAD, bilgi edinme başvurusuna toplanan paranın 52 milyon 516 bin TL olduğu yanıtını verdi. İki açıklama arasındaki 6 milyon TL’lik farkın AFAD tarafından nasıl kullanıldığı belirsiz…[60]
• Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında Soma’yı ziyaretinde Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’in tekmelediği madenci Erdal Kocabıyık “kara listeye” girdi…[61]
• Facianın ardından TV’ye çıkıp ihmalleri anlatan Nihat Çelik dokuz köyden kovulmuş, şimdi işsizlik ve dağ gibi borçla uğraşıyor. Nihat Çelik, Soma’da 301 canın yaşamını yitirdiği Eynez ocağında 8 yıldır baca ustası olarak çalışırken şimdi binlerce arkadaşıyla birlikte işsiz kalanlardan… Ancak onun öyküsünü farklı kılan, kazanın ardından CNN Türk televizyonunda canlı yayınlara çıkıp sıcağı sıcağına çalıştığı şirketin ve ocağın eksikliklerini dile getirmesi. O günden bu yana kapıların yüzüne kapandığını, borçlarının biriktiğini ve mevsimlik işlerle ailesini geçindirmeye çalıştığını söylüyor. Doğruları söylemekten pişman olmadığını yinelerken çaresizliğini ise şöyle anlatıyor: “Çok daraldığımda keşke ben de kazada ölseydim diye düşünüyorum. Çünkü ölenlerin ailelerine yüklü paralar kaldı. Eşim ise, ‘öyle düşünme sen çocuklarının başındasın. Yüzlerce çocuk sabahları babasız uyanıyor’ diyor… Ama iş dönüp dolaşıp hayatın gerçeklerine geliyor. İşsizlik, yokluk, parasızlık… Şimdilerde bazen, ‘Canlı yayına çıktım ama iyi mi yaptım kötü mü?’ diye düşündüğüm çok oluyor. (Gülümsüyor). Ama doğruları söylediğim için Allah huzurunda vicdanım rahat…”[62]
• TEM Ümraniye mevkiinde yeni yıl sabahı Karayolları Genel Müdürlüğü’ne bağlı karla mücadele ekibinden 3 işçiye çarparak ölümlerine neden olan sürücünün yargılandığı davada Cumhuriyet Savcısı karar öncesi açıkladığı mütalaasında sanığın 3 kişinin değil 1 kişinin ölümüne neden olmaktan cezalandırılmasını istedi. Olaydan sonra düzenlenen iddianamede sürücü Servet Bozkurt’un, “Bilinçli taksirle 1’den fazla kişiyi öldürme” suçundan 22 yıl 6 aya kadar hapis cezasına çarptırılması istenmişti.[63]
• Aydın’ın Söke İlçesi’nde, sendikalı oldukları için işten çıkartılan 19 işçinin fabrika önünde döktürdükleri lokmalardan yiyen 3 işçinin daha iş akdi feshedildi. Söke- Milas karayolu üzerinde faaliyet gösteren Yüksel Seramik Fabrikası’ndaki, TÜRK-İŞ’e bağlı Türkiye Çimse-İş Sendikası üyesi 19 işçi, bir süre önce işten çıkartıldı. İşten çıkartılan işçiler, fabrika önünde 4 Haziran 2017’de eylem yaptı. Eylemde, fabrikada çalışan işçilerin çalışma koşullarının kötü olduğunu, yemeklerde tatlı verilmediğini ileri süren grup, tepkilerini lokma döktürüp, dağıtarak gösterdi. Dağıtılan lokmalardan yedikleri ileri sürülen 3 kişi daha işten çıkartıldı…[64]
• Denizli’de meydana gelen olayda, Facebook’ta mesai arkadaşının dedikodusunu yaptığı ortaya çıkan işçi işten atıldı. İşçinin tazminat ve alacak davasında son sözü söyleyen Denizli İş Mahkemesi, söz konusu Facebook mesajlarının davacının iş akdinin haklı sebeple feshedildiğine hükmetti. İşçi tarafından temyiz edilen karar Yargıtay’ca onandı…[65]
• Grev yasağı olan işyerinde işçinin elindeki belli direniş biçimleri TOMA ile engellendi. Eyleme polis müdahalesi, sendikacıların gözaltına alınması ile gündeme gelen Petkim’de 22 Haziran 2017 akşamı işvereni Cumhurbaşkanı başdanışmanının temsil ettiği masada sözleşme de ne yazık ki TOMA’ların gölgesinde imzalandı…[66]
• Birleşik Metal-İş’e üye yaklaşık 2 bin 200 işçinin 20 Ocak 2017 sabahı başlattığı grevi hükümet öğlen yasakladı…[67]
• Birleşik Metal-İş üyesi 2200 metal işçisi greve çıktı.[68] 13’ü fabrika olmak üzere 26 iş yerinde başlayan grev, Bakanlar Kurulu tarafından OHAL gerekçesiyle yasaklandı…[69]
Bu veriler ışığında şimdi daha açık ve seçik konuşmak lazım! Anayasa’da yer alan grev hakkı palavradır, aldatmacadır. Türkiye’de grev hakkı fiilen yoktur. Bütün grevler hükümetin iznine bağlıdır; sendikaların hareket alanı gibi…
Burjuvazi önce sanayi devrimi, ardından Fransız devrimi ile ekonomik ve siyasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle birlikte hareket eden işçi ve köylüleri dışlamış, bir anlamda, sonrasında sınıf mücadelelerinin içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları kendisi atmıştır.
“Örneğin erteleme adı altında grev hakkına yeni darbeler vuruldu ve grevler yasaklandı! DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası’nın grevleri milli güvenliği bozucu nitelikte görüldüğü için yasaklandı. Toplanmayan Bakanlar Kurulu kararları ile grevler yasaklandı. İki yıl önce de aynı gerekçeyle Birleşik Metal-İş grevleri yasaklanmıştı. Ülkede istikrar yok, ekonomide istikrar yok, ama grev yasaklarında istikrar var. İşçi sınıfının en kadim haklarından olan grev hakkı fiilen yok edildi. AKP döneminde yayımlanan grev yasaklama kararnamelerinin sayısı 10 oldu. Böylece 1980 sonrasında en çok grev erteleme/yasaklama kararnamesi yayımlanan dönem AKP’li yıllar oldu.
Resmi Gazete’de ‘Grevler 60 gün süreyle ertelendi’ diye yazıyor ama bu tamamen aldatmaca. Grevler ertelenmiyor. Yasaklanıyor. Çünkü 1983 yılından bu yana uygulanan 12 Eylül rejimine özgü ‘grev erteleme’ kavramı hileli ve aldatıcı bir kavramdır.
Yıllarca grev ertelemeleri üzerinde çalışan ve bu konuda onlarca yazı yazan biri olarak ‘milli güvenlik’ gerekçesinin hiçbir inandırıcılığının olmadığını, asıl sebebin milli güvenlik değil, ekonomik olduğunu ve işverenlerin ve işveren örgütlerinin talebiyle grevlerin ertelendiğini adım gibi biliyorum.
‘Milli güvenlik’ grev hakkını yok etmek için kullanılan bir örtüdür. Yoksa 2-3 bin metal işçisinin grevinin Türkiye’nin milli güvenliğini bozduğunu söylemek için insanın hayal gücünün çok geniş olması lazım. Grevler ekonomik nedenlerle erteleniyor, işverenlerin çıkarlarını korumak için erteleniyor ve sonra da milli güvenlik kılıfı geçiriliyor.
Artık rutin hâline gelen ekonomik nedenli grev yasaklamalarına milli güvenlik kılıfı geçirme uygulaması, 2015 yılında Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından da saptanmış ve bu uygulamanın hak ihlâli olduğuna karar verilmişti.”[70]
Ancak Lev Tolstoy’un, “Ekmek pahalı, emek ise ucuzdu,” betimlemesiyle uyumlu tabloda bunlara aldıran yok!
II. Ayrım: Sendikalar Ve İşlevi
Şimdi burada durup, sendikalar ve işlevleri konusunda bir parantez açmak gerekiyor.
Bilindiği üzere XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren hızla büyüyen işçi sınıfı, zaman içinde sınıf kardeşleriyle birleşerek örgütlenmeye başlamış, önceleri patronlara karşı birleşmiş, sonrasında patronların çıkarlarını koruyan kapitalist sisteme karşı sendikalar kurmaya başlamıştır.
XVIII. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan köklü değişimler; biri İngiltere’de, diğeri Fransa’da birbiriyle sıkı ilişkili iki önemli olay olan sanayi devrimi ve Fransız devriminin getirdiği ekonomik, toplumsal ve politik değişimlerle sınıf mücadelesindeki yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Sanayi devrimi, teknolojinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan ekonomik devrimle İngiltere’de başlamış ve Fransa’daki siyasal devrimle bütünleşmiştir. Burjuvazi önce sanayi devrimi, ardından Fransız devrimi ile ekonomik ve siyasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle birlikte hareket eden işçi ve köylüleri dışlamış, bir anlamda, sonrasında sınıf mücadelelerinin içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları kendisi atmıştır.
XVIII. yüzyılın son çeyreği ve XIX. yüzyılın ilk yarısında işçiler, patronların büyük baskısı ve cezalandırma uygulamaları altında çalıştırılmıştır. Fabrika sisteminin ilk ortaya çıktığı zamanda fiziksel güçleri nedeniyle ve uzun süre çalışmaya uygun oldukları için önce sadece erkek işçiler fabrikalarda istihdam edilmiş, işçilerin birbiriyle rekabeti sonucunda ücretlerin sürekli olarak düşmesinin kaçınılmaz sonucu olarak zaman içinde kadın ve çocuklar da fabrika yaşamına katılmak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde sayıları hızla artan yüz binlerce işçi, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler tarafından acımasızca sömürülmüş, pek çoğu toplama kamplarından farksız olan fabrikalarda kölelik koşullarında çalışmışlardır. Eski zanaatkârlar ve evde iş yapanlar için fabrikalarda çalışmak çok zor olmuş, işçiler için fabrikada çalışmak, kışlaya ya da hapishaneye girmekle eşdeğer anlam kazanmıştır.
İşçi sınıfının içinde bulunduğu yoksulluk koşulları özellikle İngiltere ve Fransa’da XIX. yüzyılın başlarında kendisini acımasızca göstermiştir. Bu dönemde tek tek fabrikalarda birbirinden kopuk çok sayıda grev ve direniş yaşanmıştır. Bu durum, o döneme kadar kendinden son derece emin olan kapitalistlerin geleceklerinden endişelenmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, grev ve direnişlerin de etkisiyle 1800’lü yıllardan itibaren örgütlenme özgürlüğü isteyerek harekete geçmeye başlamış ilk örgütlü işçi hareketleri işçilerin kendilerini yoksulluğa ve sefalete iten kapitalist sömürü koşullarına karşı gösterilen tepkiler şeklinde olmuştur.
İşçilerin burjuvaziye karşı ilk kitlesel tepkisi, yaşanan yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle çoğunlukla şiddet ve suç işlemek biçimindedir. Friedrich Engels, bu döneme ilişkin olarak “İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi… Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı,”[71] ifadesini kullanmıştır.
İşçi sınıfının gerçek sınıf düşmanlarını tanıması ve ona karşı kitlesel mücadeleyi öğrenmesi kolay olmamıştır. Örneğin işçilerin bilinen ilk makine kırma eylemi 1758 yılında İngiltere’de mekanik yün biçme makinesine karşı yapılmış olsa da, en yaygın makine kırma eylemleri İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da 1811-1813 yılları arasında gerçekleşmiştir. Luddite hareketi (makine kırıcılığı) olarak da bilinen bu eylemler, işçilerin burjuvaziye karşı daha önce yürüttüğü dağınık ve amaçsız mücadeleye yeni boyutlar kazandırmıştır.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olan makine kırıcılığı hareketi, o dönem işçi hareketi ve sendikaların radikal bir içerikte şekillenmesinde etkili olurken, son derece disiplinli ve etkili bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcı işçiler başlarda içinde bulundukları koşulların da etkisiyle, mücadelelerini nasıl bir düşmana karşı verdiklerinin bilincinde olmamışlardır.
Bu dönemde İngiltere’de sendikalar militan ve mücadeleci bir karakter kazanmış, işçilerin mücadelesinin daha da şiddetlenmesinden korkan burjuvazi sendikal örgütlenmeyi yasaklayan Birleşme Yasalarını 1824 yılında yürürlükten kaldırmak zorunda kalmıştır. Karl Marx İngiltere’de sendika kurma yasağının kaldırılmasının işçi hareketi ve sendikalar açısından önemini şu cümlelerle ifade etmiştir; “(Kapitalistlerin) işçilere kıyasla sayıca az olmaları, ayrı bir sınıf oluşturmaları ve aralarındaki sürekli sosyal ve ticari ilişkiler onları ayakta tutar. (…) Buna karşılık işçiler ta başından itibaren, sıkı kurallarla biçimlenen ve yetkilerini görevlilere ve komitelere devredebilen güçlü bir örgüte mutlaka gerek duyarlar. 1824 Kanunu bu örgütleri tanıdı. Bu tarihten itibaren emek İngiltere’de bir güç hâline geldi.”[72]
Yasağın kalkmasının ardından giderek güçlenen sendikalar bir taraftan yeni üyeler kazanarak büyürken, öte yandan da üyelerinin katılımıyla patronlara karşı mücadele yollarını aramaya başlamışlar, görüşlerini yaymak için bildiriler ve işçi gazeteleri çıkarmışlardır. İşçilerin daha çok çalışma koşulları ve ücretlerle sınırlı olan mücadelesi zaman içinde daha da genişlemiş, demokratik-siyasal talepleri de kapsar hâle gelmiştir.
Friedrich Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla kitlesel sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de ‘Emekçi Sınıfın Durumu’ (1845) başlıklı yapıtı işçi örgütleri olarak sendikalar ile ilgili olarak şu tespit dikkat çekicidir: “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler.”[73]
İlk ortaya çıktığı dar biçimleriyle dahi sendikalar, kapitalist sınıfın büyük öfkesini çekmiştir. Sendikalar işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri hâline geldikçe, o zamana kadar işçi sınıfını ezme, acımasızca sömürme işini kazanılmış bir hak olarak gören patronlar, işçilerin sendikalarda birleşerek hakları için mücadele etmeye başlamaları ile birlikte başka çözümlere yönelmeye başlamışlardır.
Modern işçi sınıfı tarihi açısından baktığımızda ilk işçi hareketleri ve buna paralel olarak ortaya çıkan sendikalar, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklı olarak ortak dayanışma duygusunun gelişmesini sağlamış, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek patronlara karşı ortak çıkarları çerçevesinde birleşmelerini sağlamıştır.
Karl Marx bu durumun etkisini ‘Felsefenin Sefaleti’nde şöyle açıklar: “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınını ilkin işçi hâline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.”[74]
Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda işçileri birleştiren sınıf örgütleri hâline gelmesi sürecinde en belirleyici dönem I. Enternasyonal dönemi ve sonrasında yaşananlar olmuştur.
Sendikalar, ilk oluşmaya başladığı yıllardan itibaren sosyalist düşüncelerden etkilenmiş ve sosyalizmin etkisine açık bir şekilde gelişmiştir. Örneğin 1848 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yayımlanan ‘Komünist Parti Manifestosu’, Çartizm’in 1848’den önceki önemli isimleriyle işbirliği içinde yayımlanmıştır. ‘Komünist Manifesto’da Çartizm, gerçek bir siyasal işçi hareketinin ilk örneği olarak ifade edilmiş ve işçi sınıfının siyasal mücadelesine örnek olarak gösterilmiştir.
1864 yılında İngiltere’de toplanan I. Enternasyonal (1864-1876) sosyalist düşünce ile işçi hareketi ve sendikaların buluşması açısından önemli ve tarihi bir gelişme olmuştur. O dönem etkili olan İngiliz ve Fransız sendikalarının yoğun çabalarıyla I. Enternasyonal’in kurulması, işçi sınıfı hareketi, sendikalar ve sınıf sendikacılığı fikrinin oluşması açısından dönüm noktasını oluşturmaktadır.
I. Enternasyonal, 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yaparken, her meslek ve işkolunda işçiler arasında erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız ayrımı yapmadan bütün işçilerin örgütlenmesi ve ülke çapında sendikal örgütlerin kurulması çağrısı yapmıştır. Buradaki amaç, sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan sınıf mücadelesi saflarına çekmektir.
İşçi sınıfının çıkarları gereği, hem sendikal mücadelenin ileriye çekilmesi, hem de ekonomik taleplerle siyasal talepleri ustaca birleştirerek sınıf hareketinin işçi sınıfının nihai amaçları doğrultusunda ilerlemesi gerektiği savunulmuştur.
Karl Marx’ın Cenevre’de toplanan I. Enternasyonal Kongresi’ne sunduğu ‘Sendikaların Rolü, Önemi ve Görevleri Hakkında’ kararla, ilk defa bir sınıf örgütü olarak sendikalar hakkındaki Marksist görüşün temelleri atılmış, sınıf sendikacılığının en temel ilkesi belirlenmiştir. Bu karara göre, sendikalar işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri olmalı, görevleri sadece ekonomik alanda değil, aynı zamanda işçi sınıfının tam kurtuluşu için mücadele etmek olmalıdır. “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır.”[75]
Sendikalar, ilk ortaya çıktığında sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmamış olmasına rağmen, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ısrarla işçi sınıfının en geniş kesimlerini birleştirme ve örgütlenme merkezleri olarak görülmüştür. Ancak sendikalar zaman içinde işçilerin ekonomik çıkarları için yürüttükleri mücadelenin ötesine geçerek, toplumsal ve siyasal olarak etkinliğini arttıran işçi sınıfı hareketinin önde gelen mücadele araçlarından birisi hâline gelmişlerdir. Karl Marx, Friedrich Bolte’ye yazdığı 23 Kasım 1871 tarihli mektubunda bu durumu şöyle ifade etmektedir: “İşçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden politik bir hareket doğar. Bu hareket çıkarlarını, genel bir biçimde, zorlayıcı nitelikte genel bir toplumsal gücü içerir biçimde, elde etmeyi amaçlayan sınıfın hareketidir. Eğer bu hareketler, önceden belirli ölçüde örgütlenmiş olmayı gerektiriyorsa, kendileri de aynı şekilde bu örgütlenmeyi geliştiren araçlardır.”[76]
I. Enternasyonal ile birlikte sendikaların niteliğinde önemli değişiklikler yaşanmış, sendikalar erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız, siyah-beyaz vb ayrımlar yapmadan bütün işçi sınıfının birleşme merkezleri hâline gelmeye başlamıştır. Bu döneme kadar sendikalar, hızla büyüyen işçi sınıfın diğer kesimlerini dışlamış, sadece üretim birimlerinde ve işkollarında çalışan işçilerin kendi haklarını güvenceye almak, hatta patrona karşı olduğu kadar, işsizlere karşı da işçilerin kendi iş güvencelerini sağlamak için mücadele etmiştir. I. Enternasyonal ile birlikte sendikaların ve sendikal mücadelenin oldukça dar olan içeriği önemli bir değişim yaşamış hem nicelik, hem de nitelik açısından sendikaların işçi sınıfının bütün üyelerini kapsayan kitlesel sınıf örgütleri hâline gelmesi yönünde ilk adımlar bu dönem atılmıştır.
İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadelenin gereğini ve zorunluluğunu asla ortadan kaldırmamıştır. Karl Marx ve Friedrich Engels bütün sınırlılıklarına rağmen işçi sınıfının sendikal örgütlerine önem vermiştir. Onların sendikalara yaklaşımı, sendikaların işçi sınıfını tek bir çatı altında toplayan ve çıkarları için mücadele eden kitlesel sınıf örgütleri düzeyine yükseltilmesi açısından olmuştur.
İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, sendikaların, emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendikleri zaman, yaşanan saldırılar ne kadar büyük ve kapsamlı olursa olsun birleşen işçilerin mücadelesiyle geri püskürtülebildiği görülmüştür. İşçi sınıfını birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında sendikalar kadar kitlesel, etkili ve önemli başka bir örgütlenme biçiminin olmaması onların önemini daha da arttırmıştır. Karl Marx sendikaların bu önemini şöyle tarif eder: “Sermaye ile emek arasındaki küçük çatışmalardan ibaret gündelik savaş için vazgeçilmez iseler de, örgütlü aygıtlar olarak, bizzat ücretlilik sisteminin kaldırılması için çok daha önemli.”[77]
Karl Marx’ın, sendikaların işçi kitlelerinin en geniş kesimlerini birleştirici rolünü öngörerek yaptığı değerlendirmeler, o dönemde olduğu kadar bugün için de geçerlidir. Marx, I. Enternasyonal’de sendikaların, işçi hareketinin geleceği açısından önemini şu ifadelerle açıklar; “İşçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir.”[78]
Karl Marx’ın, söz konusu “iktisadi savaşım örgütleri” derken işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri olan sendikaları kastettiği açıktır.
Birinci Enternasyonal’in 1871’de toplanan Londra Konferansı’nda kabul edilen, -Karl Marx ile Friedrich Engels’in kaleme aldığı- ‘İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi’ başlıklı karar metninde, işçi sınıfının kitlesel mücadelesi durumunda sınıfın ekonomik hareketi ile siyasal faaliyetinin birbiriyle kopmaz bir bütün oluşturacağı özellikle belirtilmiştir. İşçi sınıfının çıkarları gereği, hem sendikal mücadelenin ileriye çekilmesi, hem de ekonomik taleplerle siyasal talepleri ustaca birleştirerek sınıf hareketinin işçi sınıfının nihai amaçları doğrultusunda ilerlemesi gerektiği savunulmuştur.
Sınıf sendikacılığının, I. Enternasyonal’in tüm konferanslarında ısrarla vurgulanan en önemli ve belirleyici kıstasının “ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyle kopmaz bir bağ şeklinde sürdürülmesi gerektiği” üzerinedir. Sınıf sendikacılığını, tarih içinde ortaya çıkmış tüm sendikacılık yaklaşımlarından ayıran temel nokta burasıdır. İşçi sınıfının temel çıkarları, ancak köklü toplumsal-siyasal değişiklikler ile karşılanabilir. Bu anlamda tek başına ekonomik mücadelenin bunu karşılamaya yetmeyeceğinden yola çıkan sınıf sendikacılığı, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesinin arasındaki bağın kompası durumunda, sendikaların gerçek anlamda işçi sınıfı örgütleri olarak yaşamlarını sürdürmelerinin mümkün olmadığını ve burjuva siyaset alanının içine girmelerinin kaçınılmaz olacağını savunur.
Sınıf sendikacılığında, sendika ile işçi sınıfı partisi arasında siyasal-ideolojik bir bağın olması zorunludur. Bu olmadığında işçilerin örgütü olan sendikalar, kaçınılmaz olarak işçilerin değil, burjuvazinin siyasetini savunmak, burjuva partilerin etki alanına girmek durumunda kalırlar.
Kaynağını I. Enternasyonal’den alan sınıf sendikacılığı fikri, işçi sınıfının tüm kesimlerinin sendikalarda birleşmesi, işçiler arasındaki sınıf dayanışmasının güçlenmesi ve patronlara karşı işçi sınıfının en geniş kesimlerinin harekete geçirilmesini hedefler. İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütü olan sendikalar, işçi sınıfının mümkün olan en geniş kitlesini kucakladıkları ölçüde bu mücadelelerini etkin biçimde yürütebilmişlerdir. Bu nedenle sınıf sendikacılığının etkin olduğu ülkelerde sendikal örgütler, işçiler arasında ırk, milliyet, cinsiyet, dil, din, meslek, vasıf vb gibi açılardan hiçbir ayrım yapmaksızın çeşitli siyasal görüş ve eğilimin etkisi altında olan işçileri bünyelerinde barındırmış, onları kendi sınıf çıkarları için harekete geçirebilmiştir.
Ancak sermayenin, sendikaları yasal olarak tanıması asla onları kabullendiği anlamına gelmemiştir. Sermaye sınıfı fırsat buldukça ve ihtiyaç hâline geldikçe zora başvurmaktan ve sendikaları zayıflatmak için eline geçen fırsatları seferber etmekten geri durmamıştır. Bu politikaların en somut sonucu hiç kuşkusuz işçi sınıfı içinde ayrı bir üst tabakanın (işçi aristokrasisi) oluşturulması ve sermaye ile diyalog ve işbirliğini sağlayacak sendika bürokrasisinin egemen hâle gelmesidir.
Sendikal hareket içinde sınıf sendikacılığının XIX. yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın ortalarına kadar işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal ve ideolojik mücadelesini birbirine bağlayan ve karşılıklı olarak beslenmesini sağlayan bir dönem olmuştur. Sendikal bürokrasinin de etkisiyle sendikal alanda hızlı bir dönüşüm yaşanmış, sendikalar bütün bir sınıfın değil sadece üyelerinin çıkarlarını savunan kurumlara dönüşmüştür. Sendikal hareket ekonomik mücadeleyle, ekonomik mücadele de “sektör” ya da “işkolu” sorunlarına hapsedilerek mücadele alanı sınırlandırılmıştır. Sendikaların neredeyse yarı resmi devlet kurumları hâline getirilerek büyük ölçüde sendika bürokrasilerinin denetimine sokulduğu bu dönemin tüm olumsuzluklarına rağmen işçiler sendikalara sırtlarını dönmemiş, kitlesel olarak sendikalarda örgütlenmeye devam etmişlerdir.
Sendikalarda egemen olan sendika bürokrasisi sermayenin işçi hareketini gerektiği zaman baskı altına almak ve kontrol dışına çıkmasını engellemek için en etkili aygıt hâline gelmiştir.
İşçi sınıfının bugüne kadar yaşanmış olan tarihi ve ortaya çıkardığı zengin deneyimler, tek başına ekonomik (sendikal) mücadelenin, işçi sınıfının maruz kaldığı sömürünün ortadan kaldırılması için yeterli olmadığını defalarca ispatlamıştır. Karl Marx’ın, bu durumla ilgili yorumu şöyledir: “İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar.”[79]
Emek hareketinin, uzunca bir süredir içinde bulunduğu olumsuz koşulların üstesinden gelebilmesi için benimsenmesi gereken temel ilke, sınıf siyasetini toplumsal yaşamın dışına itmeye çalışan her türden ikiyüzlü tutumu mahkûm eden ve tüm sınıfı kendi öz siyaseti doğrultusunda birleştirmeye çalışan bir temelde yükselmek olmalıdır.
Bu konuda, yine Karl Marx’ın I. Enternasyonal’in 1866 Cenevre Kongresi’nde söyledikleri öğreticidir: “(Sendikalar-yn) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece-yn) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak, birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır.”[80]
Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen iktisadi mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülecektir. Bununla kastedilen kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleridir.
Sendikalar, işçi sınıfını öncelikle sömürüyü sınırlandırmak amacıyla ekonomik mücadele içinde birleştiren, ancak sadece bununla yetinmeyip sömürüyü tamamen ortadan kaldırmak amacıyla sınıfın siyasal mücadelesini güçlendiren örgütler hâline getirildiklerinde, işçi sınıfının sadece bir bölümünün değil tamamının temsilcileri olarak, kendilerinin dışında olanları sınıf mücadelesine katmayı başaracaklardır.[81]
Karl Marx’ın, “Toplumlar üstesinden gelemeyecekleri sorunları gündeme getirmezler,” saptamasını unutmadan sendikaların işlevine ilişkin şunların da altı çizilmelidir:
İşçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesi arasında ayrım yapmak ne kadar gerekliyse, ikisi arasındaki tarihsel ve diyalektik ilişkiyi göz ardı etmek de o kadar büyük bir yanılgı olur. Devrimci siyasal hareketin amacı, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve sınıflı-sömürülü toplum düzenine son verilmesidir. Ama bunun için işçi sınıfı nesnel ve öznel açıdan belirli bir gelişme aşamasına ulaşmış olmalıdır. Tarihin hiçbir kesitinde ve hiçbir ülkede işçi sınıfının siyasal hareketi ve örgütlülüğü birdenbire ortaya çıkmamıştır. İşçi sınıfı içindeki devrimci siyasi canlanma, genelde işçilerin ekonomik mücadelelerine bağlı bir uyanışın ve bunun ifadesi olan bir ön örgütlülüğün yarattığı elverişli zemin üzerinde yükselmiştir. Diğer yandan, ekonomik hak elde etme mücadelesinin kendisi de siyasal bir mücadele doğurmuştur. Örneğin, herhangi bir işyerinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için yürütülen kavga ekonomik mücadele kapsamındadır. Fakat bu tip mücadeleler bu noktada durmamış ve diyelim işçilerin ülke genelinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için siyasal iktidarları yasa çıkartmaya zorladıkları bir siyasal hareket boyutu kazanmıştır.
Bu husus Karl Marx, Friedrich Bolte’ye yazdığı 23 Kasım 1871 tarihli mektubunda şöyle vurgulanır: “Ve işte böylece işçilerin her yerde birbirinden ayrı iktisadi hareketleri siyasal bir hareket doğurur, yani kendi çıkarlarını, genel bir biçimde gerçekleştirmek, toplumsal olarak zorlayıcı genel bir güce sahip olan bir biçim gerçekleştirmek üzere bir sınıf hareketi doğururlar. Bu hareketler belli bir ön örgütlenmeyi varsayarlarsa da, kendileri de, bir o kadar, bu örgütlenmeyi geliştirmenin araçlarıdırlar.”
Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen iktisadi mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülecektir. Bununla kastedilen kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleridir. Zira işçi hareketindeki devrimci dönüşüm ve devrimci siyaset, asla iktisadi mücadele alanıyla sınırlı kalmamıştır ve kalamaz da.
İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadele gereğini ortadan kaldırmamıştır.
Yani işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi farklı içeriklere sahipler, ama nihayetinde birbirlerinden tamamen kopuk da değiller. Zaten politikanın son tahlilde yoğunlaşmış ekonomi anlamına geldiği biliniyor. İşçiler ekonomik mücadele temelinde yalnızca tekil patronlarla karşı karşıya gelmekle kalmıyor, daha kapsamlı ekonomik hak talepleri için yürütülen eylemler onları patronlar sınıfıyla ve bu sınıfın devletiyle karşı karşıya getiriyor. Bu nedenle sınıfın sendikal mücadelesi kaçınılmaz olarak siyasi alana doğru uzanmaktadır.
İşçi mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ilişkinin doğru tarzda kavranması, bu ilişki alanından türeyen pek çok önemli sorunun aydınlatılması bakımından da önem taşıyor.
Bu nedenle V. İ. Lenin, kendiliğinden patlama niteliği taşıyan bir iktisadi grevin bile siyasal açıdan önem taşıdığına atıfta bulunur. Zira daha önce atalet içinde debelenen işçilerin, örgütlenmede ve mücadelede ilk adımları atmaları önemli bir gelişme demektir. Komünistler işçilerin kaydedeceği bu tür sıçramalara asla kayıtsız kalmamışlardır ve kalamazlar da. Parçalanmış ve birbirleriyle rekabet eden işçilerin artık ortaklaşa hareket etmeye başlamalarının ileriye doğru atılmış bir adım olduğuna ve bu yüzden sendikaların işçiler için bir dayanışma okulu işlevi görebileceğine Karl Marx da dikkat çeker.
O hâlde V. İ. Lenin’in, “Grev, işçilere patronların gücünün ve işçilerin gücünün ne olduğunu öğretir. Onlara sadece kendi patronlarını ve iş arkadaşlarını değil, bütün patronları, bütün kapitalist sınıfı düşünmeyi öğretir… Her grev bir savaş okuludur, fakat savaşın kendisi değildir,”[82] saptaması eşliğinde Karl Marx’ın, “Sendikalar bayraklarına ‘bir günlük adil işe bir günlük adil ücret!’ şeklindeki muhafazakâr slogan yerine ‘ücret sistemi kalksın!’ şeklindeki devrimci sloganı yazmalıdır,”[83] uyarısını “es” geçilmemelidir.
II.1) Sendikal Örgütlülük Hali Ve Durum
Coğrafyamızda sendikal örgütlülük hâli hiç de iç açıcı değil… (Ama yine de Karl Marx’ın, “Eğer dış görünüş ve şeylerin özü aynı olsaydı, o zaman bilime gerek kalmazdı,” sözü unutulmamalıdır…)
“Nasıl” mı? Türkiye’de işçilerin yüzde 90’ı sendikasız; yüzde 95’i toplusözleşmesiz![84]
DİSK-AR tarafından hazırlanan ‘Sendikalaşma ve Toplu İş Sözleşmesi Raporu (2013-2017)’, resmi sendikalılık oranının yüzde 12 olmasına karşın fiili sendikalılık oranının yüzde 10’lar civarında kaldığını, sendikalı olanların da önemli bir bölümünün toplu iş sözleşmesi yapamadığını ortaya koyuyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerinden hareketle hazırlanan raporda dikkat çekilen noktalar şöyle:
-Resmi sendikalaşma oranı yüzde 12…
-Kayıt dışı işçileri de kapsayan fiili sendikalaşma oranı yüzde 10…
-Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı genelde yüzde 7.3, özel sektörde yüzde 5.5…
-İşçilerin yüzde 90’ı sendikasız, yüzde 95’i toplu iş sözleşmesiz…
-2013-2017 arasında sendikalı işçi sayısı 1 milyondan 1.6 milyona çıkmasına rağmen, sendika üyesi işçilerin yaklaşık 450 bini toplu iş sözleşmesinden yararlanamıyor…
-Sendikalaşmada yaşanan artışın temel nedeni kamu taşeron işçilerin sendikalaşması, ancak büyük bölümü toplu iş sözleşmesi kapsamında değil…
-Sendikalaşmanın en düşük olduğu işkolları yüzde 2.9 ile inşaat, yüzde 3.4 ile turizm ve yüzde 5.1 ile büro işkolu…
-Erkek işçilerde sendikalaşma oranı yüzde 13 iken, kadın işçilerde yüzde 8…
-İstanbul yüzde 7.8 sendikalaşma oranı ile 81 il içinde 76. sırada…[85]
Bu tabloda toplam işçi sayısı 2017’nin Ocak ayına göre 881 bin 785 artarken; sendikalı işçi sayısındaki artış ise 77 bin 73 kişide kaldı. Yani sendikalaşma oranı yüzde 12.18’den yüzde 11.95’e geriledi. En fazla üyeye sahip işçi konfederasyonu Türk-İş, üye sayısı en fazla artan işçi konfederasyonu ise Hak-İş oldu. En fazla üyeye sahip işçi sendikası da değişti. Hak-İş Başkanı Mahmut Arslan’ın genel başkanı olduğu Hizmet-İş Sendikası üye sayısında Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’nı geçti. Hizmet-İş Sendikası’nın üye sayısında 6 ayda 19 bin 842 artış oldu. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işkollarındaki işçi sayıları ve sendikaların üye sayılarına ilişkin temmuz ayı istatistiklerini yayımladı. Sonuçlar özetle şöyle:
-Oran düştü: Toplam işçi sayısı ocak ayına göre 12 milyon 699 bin 769’dan 13 milyon 581 bin 554’e çıktı. Sendikalı işçi sayısı da 6 ay öncesine göre 1 milyon 546 bin 565’ten 1 milyon 623 bin 638’e yükseldi. Buna karşın sendikalı işçi sayısındaki artış, toplam işçi sayısındaki artıştan daha düşük kaldığı için sendikalıların oranı yüzde 12.18’den yüzde 11.95’e geriledi.
-Hak-İş büyüyor: En fazla üyeye sahip konfederasyon değişmedi. Türk-İş ocak ayında 889 bin 509 olan üye sayısını 907 bin 328’e yükselterek en fazla üyeye sahip konfederasyon konumunu korudu. Üye sayısını en fazla artıran konfederasyon ise Hak-İş oldu. Hak-İş, ocak ayında 488 bin 723 olan üye sayısını 6 ayda 544 bin 566’ya çıkardı. DİSK’in üye sayısı da 141 bin 729’dan 145 bin 988’e yükseldi.
-En fazla üyeye sahip işçi sendikası değişti: 2017 yılı Ocak ayında Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası 194 bin 670 üyesi ile en fazla üyeye sahip sendikaydı. Türk Metal’in üye sayısı Temmuz’da 200 bin 398’e çıktı. Buna karşın aynı zamanda Hak-İş Başkanı Mahmut Arslan’ın genel başkanı olduğu Hizmet-İş Sendikası’nın üye sayısı ise 6 ayda 186 bin 750’den 206 bin 592’ye fırladı.
-En fazla üyesi olanlar: Hizmet-İş 206 bin 592, Türk Metal 200 bin 398, Genel-İş 64 bin 883, Tez-Koop-İş 60 bin 584, Tes-İş 57 bin 845, Belediye-İş 57 bin 518 ile en fazla üyeye sahip sendikalar oldu.[86]
Verilerin ortaya koyduğu gibi işçi sınıfının en büyük sorunlarından biri de sendikalılaşma oranlarının yani örgütlü işçi sayısının son derece düşük olmasıdır. Kuşkusuz bunda AKP hükümetinin ve sermayenin büyük payı olduğu gibi mevcut sendika bürokrasisinin de önemli bir rolü bulunmaktadır. AKP iktidara geldiğinde ilk işi 4857 sayılı İş Kanunu ile işçi sınıfının birtakım haklarını tırpanlamak oldu. AKP döneminde taşeronlaştırmanın yaygınlaşması sendikal örgütlenmenin önüne büyük bir set çekti. Diğer taraftan özelleştirilen devlet işletmelerinde çalışan on binlerce işçi sendika dışına itildi. AKP döneminde sendikalılaşma öyle bir duruma geldi ki, birçok sendika hükümetin koyduğu yüzde 1 barajının dahi altında kalarak toplu iş sözleşmesi hakkını kaybetti.
Sigortalı Ve Sendikalı İşçi Sayısı (2013-2016) | ||||
Tarih | Sigorlatalı İşçi Sayısı | Üye Sayısı | Üye Artışı | Oran (yüzde) |
2013 Ocak | 10.881.618 | 1.001.671 | 30.495 | 9.2 |
2013 Temmuz | 11.628.806 | 1.032.166 | 64.374 | 8.9 |
2014 Ocak | 11.600.554 | 1.096.540 | 92.941 | 9.5 |
2014 Temmuz | 12.287.238 | 1.189.481 | 107.983 | 9.7 |
2015 Ocak | 12.180.945 | 1.297.464 | 131.592 | 10.7 |
2015 Temmuz | 12.744.685 | 1.429.056 | 84.997 | 11.2 |
2016 Ocak | 12.663.783 | 1.514.053 | -14.193 | 12.0 |
2016 Temmuz | 13.038.351 | 1.499.860 | 11.5 |
DİSK-AR’ın hesaplamalarına göre ise Türkiye’de sendikalılaşma oranı yüzde 10.1 iken; toplu iş sözleşmesi kapsamı oranları açısından durum daha da vahimdir. İşçilerin sadece yüzde 6.5’i toplu iş sözleşmesi kapsamındadır. Özel sektörde ise toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 4.3 civarındadır. Diğer bir ifadeyle toplu iş sözleşmesi yoluyla fiilen sendikal haklarını kullanabilen işçilerin oranı genel olarak yüzde 6.5, özel sektörde yüzde 4.3’tür.
Resmi rakamlara göre en fazla işçinin çalıştığı sektörlerden biri inşaat sektörüdür. Çalışma Bakanlığı 2017 Ocak ayı istatistiklerine göre, bu sektörde çalışan 1 milyon 556 bin işçiden sadece 48 bin 267’si sendikalıdır; bunların 46 bini aşkını esasen kamu işçilerinin örgütlü olduğu Yol-İş sendikasına üyedir. Özel sektörde örgütlü işçilerin sayısı son derece az olduğu gibi, Yol-İş dışındaki sendikalar barajı aşamadıkları için, diğer sendikalarda örgütlü işçilerin toplu sözleşme hakkı da yoktur. Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar işkolu en fazla işçinin çalıştığı işkoludur. Bu işkolunda 3 milyon 74 bin 231 işçi çalışırken bunun 158 bin 114’ü sendikalıdır. Yani bu işkolunda sendikalılaşma oranı yüzde 5.1’dir.
Türkiye’de toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı sendikalı işçi sayısının çok altındadır. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı 1 milyon civarındadır. Oysa sendikalı işçi sayısı 1 milyon 546 bindir. Yani 500 binden fazla işçi sendika üyesi olduğu hâlde toplu iş sözleşmesinden yararlanamamaktadır.
Özellikle işçilerin toplu iş sözleşmesi ve grev hakkından yoksun olması sermayenin elini oldukça rahatlatmaktadır. Sendikalı işçilerin de gerçek örgütlülük düzeyi ortadadır. Bir yandan sermayenin saldırıları, diğer taraftan sendika bürokrasinin ihaneti işçi sınıfını felç etmektedir. Toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı olan az sayıdaki işçi de sendika bürokrasisi yüzünden dağınık vaziyettedir.
Özel sektörde sendikalı 643 bin işçinin 194 bini Türk Metal üyesidir. Türk Metal bir sendika dahi değil, işçileri sömürü esareti altında tutan patronlara bağlı gangster bir örgüttür. 2015 yılının Mayıs ayında işçiler Türk Metal’in ihanetine yeter deyip metal fırtınayı başlatmışlardı. Türkiye’nin en büyük fabrikalarında çalışan 40 bini aşkın işçi isyan bayrağını çekerek Türk Metal’den istifa etti. Ne var ki bir yandan işçilerin deneyimlerinin ve bilinç düzeylerinin düşük olması, bir yandan da diğer sendikaların bürokratik tutum içinde olması nedeniyle bu fırsat değerlendirilemedi.
II.2) Durum Ve Görev(ler)
Sermayenin saldırılarına karşı koymak için sendikaların mücadeleci, militan bir çizgiye çekilmesi şartken;[87] işçi sınıfı 12 Eylül faşizmiyle başlayan gericilik döneminin boğucu atmosferinden (AKP pratiği sayesinde!) hâlen kurtulabilmiş değildir.
Burada durup bir parantez açmak gerek: Erdoğan ve onun temsil ettiği burjuva kesimler sınıfsal ayrımların ve kapitalizmin çelişkilerinin üstünü örterek, bunlar yokmuş gibi davranarak toplumu dini ve siyasi kimlikler temelinde ayırmaktadırlar. Onlar, işlerine geldiği biçimiyle toplumu Müslüman/muhafazakâr ve bunların karşısında yer alanlar biçiminde bölmektedirler; Karl Marx’ın, “Kapitalistleri iktidarda tutan sihir, işçiler arasındaki bölünmedir,” saptamasını doğrularcasına!
Ve gerçek şu ki bu anlayış modern kapitalist ilişkiler söz konusu olunca bal gibi korporatizme kapıları açmaktadır ve AKP iktidarının son dönemlerinde daha fazla kendini dışa vurmuştur. Korporatizm işçi sınıfının düşmanıdır ve faşizme geçişin hazırlık safhasıdır. Çünkü korporatizm sınıf ayrımlarının üzerini örter. Bu yaklaşıma göre işçi sınıfı ve burjuvazi değil, meslek örgütleri vardır; ekonomik süreçlere sınırsız biçimde müdahale eden devlet ise onları ortak çıkarlar temelinde birleştirmektedir. Lakin hakikâtte işçi sınıfı, devlet denetimine alınan sendikalar eliyle kontrol edilmekte, işçi sınıfının mücadelesi bastırılmakta, sermaye sınıfı ise palazlandıkça palazlanmaktadır.
AKP, Hak-İş eliyle bunu yapıyorken; hatırlayın: Korporatizm, Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ve Franko İspanya’sında uygulanarak işçi sınıfının mücadelesi bastırılmıştır. Korporatizm de, özellikle işçi sınıfı kitlelerinin bilincini felçleştirmek amacıyla demogojik bir “eşitlik” vurgusu yapılmaktan geri durulmaz. Devletin kendini sınıflar üstü olarak sunması, sınıfsal ayrımları sözde yok sayıp sendikaları ve işveren örgütlenmelerini mesleki örgütler biçiminde kendi bünyesinde birleştirmesi bu “eşitliğe” kanıt olarak gösterilmektedir. Korporatist uygulamalar, bazı ülkelerde burjuvazinin kimi kesimlerinin muhalefetinin de bir sonucu olarak işçi sınıfına olumlu bir şey olarak gözükebilmiştir.
Kısa sürede sektörün geneline yayılan metal fırtına, ilk başta anlaşmalarla sonuçlanmıştı. Ancak, düşük ücret ve fazla mesai uygulamalarıyla hak gaspları devam edince, eylemler de devam etti. İşçiler diğer yandan da sendika mücadelesi veriyordu.
AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, zaten İslâmcı/muhafazakâr motivasyonlarla hareket eden Hak-İş ve Memur-Sen’in önü açılmış, bu konfederasyonlar işçi sınıfı içinde hükümetin bir uzantısına dönüşmüşlerdir. Gerek baskı ve zorbalıkla gerekse patronaj ilişkileriyle kamu emekçileri Memur-Sen’e üye yapılırken, muhalefet odağı olan KESK, yetkili ve etkili bir sendika olmaktan çıkartılmıştır.
Daha sonra da Türk-İş’e bağlı pek çok sendika ve üst bürokrasi AKP’nin yanında saf tutmaya başlamıştır. Bilhassa Türk-İş’in şu anki yönetimi, aynı Hak-İş gibi doğrudan AKP’nin “işçi komitesi” konumundadır. Sendikaları zayıflatan ve önemli bir kısmını da kontrolüne alan AKP, işçi sınıfına dönük her saldırıyı pek de patırtı gürültü olmadan hayata geçirebilmiştir.
AKP ve Erdoğan, sendikaların milliyetçi ve muhafazakâr bir anlayışla devletin denetimine girdiği, işçi sınıfının herhangi bir hak mücadelesinde bulunamadığı, devletin sendikalar üzerinden işçi hareketini kontrol ettiği bir çalışma rejimi inşa etmek istiyor. Bu kapsamda muhalefet odağı olabilecek sendikalara operasyonlar çekiliyor, AKP’ye muhalefet örgütleyen sendikaların başı eziliyor.
Yani burjuvazinin dünya genelini kapsayacak biçimde giderek artan saldırılarının da etkisiyle çalışma koşulları ağırlaşıp ücretler düşerken, esnek çalışma biçimleri yaygınlaşıp taşeronlaşma genelleşirken; işçi sınıfı hareketindeki genel tıkanıklığı yaratan çeşitli etkenler hâlâ gündem maddemizdir.
Bu noktada en önemli faktör, komünistlerin sınıf hareketindeki etkisizlikleri ve sendika bürokrasisinin sendikal örgütlerde ipleri tamamen ellerinde tutuyor olmalarıdır.
Elbette çok çeşitli boyutları var. Bunlardan ilki işçilerin bilfiil örgütlü mücadelesinin yerine hukuk mücadelesinin ikame edilmesidir. Ne yazık ki, işçilerin kendilerine ve sınıflarına duydukları güvensizlik, sendikal bürokrasinin de yönlendirmesiyle, onları sıklıkla mücadelelerini tümüyle “yasal haklar” çerçevesine oturtmaya yöneltmektedir. Sendika bürokratları gelişen tüm mücadeleleri burjuva yasaların dar çerçevesine hapsetmeye çalışmakta ve böylelikle mücadelenin güçlenerek yayılmasını önlemekteler.
Artık bu tutum sendikal bürokrasinin belirgin bir tavrı hâline gelmiştir. Burjuva hukukunun sermayenin ortak çıkarları ile belirlenmiş sınırlarının olduğu ve bu sınırın duvarlarına çarpmanın işçiler açısından kaçınılmazlığına dair gerçek çırılçıplak ortadayken, mülkiyet ve sınıf ilişkilerinin dışında tarafsız bir hukukun var olabileceği ve işçilerin haklarını bu sayede alabilecekleri yanılgısı sendika bürokratlarınca işçilerin zihinlerine yerleştirilmektedir.
Oysa işçi sınıfı hakları bekçiliğini burjuva hukuk(suzluk)a ve sendika bürokratlarına bırakılamaz!
Bu konuda birkaç örnek derdimizi anlatmaya yeter de artar bile…
• Soma ilçesinde 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği, 162 işçinin yaralandığı katliama ilişkin yürütülen 6’sı tutuklu 46 sanıklı Soma davasının 10’uncu duruşmasında okunan bilirkişi görüşünde, katliamın yaşanmasındaki eksiklikleri sıralanırken, sendikanın da sömürüyü perdelediği kaydedildi…[88]
• Türk-Metal yöneticilerinin Renault’dan eylemci işçilere müdahale etmesini istediği ortaya çıktı! Bursa’daki Renault Otomobil Fabrikası’nda çalışan işçilerin, 2015 yılı Mayıs ayında başlattığı direniş hafızalardaki tazeliğini koruyor. Kısa sürede sektörün geneline yayılan metal fırtına, ilk başta anlaşmalarla sonuçlanmıştı. Ancak, düşük ücret ve fazla mesai uygulamalarıyla hak gaspları devam edince, eylemler de devam etti. İşçiler diğer yandan da sendika mücadelesi veriyordu. Birçok işçi, Türk Metal Sendikası’ndan ayrılıp, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oldu. Türk Metal Sendikası yöneticilerinin ise rekabeti inanılmaz bir boyuta taşıyarak, fabrika yönetimine dilekçeler yazıp, eylemci işçilere müdahale edilmesini istedikleri aylar sonra ortaya çıktı. Sendika yöneticileri ve Renault’un İnsan Kaynakları Direktörü Radu Mavrodin arasındaki o yazışmalar, Bursa 5. İş Mahkemesi’nde devam eden, 14 Reno işçisinin, işe iade davasının dosyasına girdi…[89]
• Türk-İş’in 22. Genel Kurulu’nda yaşananların işçiler açısından ne anlama geldiğini Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir, “Beklenen işçi sınıfının dertlerinin, sorunlarının ve taleplerinin Cumhurbaşkanına, Başbakana ve topluma iletilmesidir. Fakat genel kurul Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın topluma mesajlarını iletmesine vesile olmuştur” deyip, yaşanan durum için, “İşçilere ihanet” yorumunu yaptı.[90]
Şurası bir gerçektir ki, “Bizde, DİSK,[91] KESK ve bir kaç küçük sendika dışında, sendikalar devletin ve sermayenin örgütleridir. Başka türlü söylersek, mülk sahibi sınıfların safındadırlar… Aslında isimlerinin değiştirilmesi gerekiyor… Mesela Türkiye’nin en büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan TÜRK-İŞ, Türkiye’deki komprador rejimin üzerinde durduğu üç direkten biridir. Diğer ikisi: Genel Kurmay Başkanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. TÜRK-İŞ’in adının da ‘İşçileri Hizaya Getirme Başkanlığı’ olarak değiştirilmesi hiç de fena olmazdı,”[92] diyen Fikret Başkaya sonuna kadar haklıdır!
Ancak şu soru(n)ların altını da çizmeden geçemeyiz, geçmemeliyiz!
DİSK ve KESK işçi sınıfı hareketinin en etkili sendikal merkezleri durumunda mı? Elbette hayır…
DİSK’in ve KESK’in faaliyetleri sınıf hareketinde etkin mi, dinamizm yaratıyor mu? Yine hayır…
Bunların nedeni basit: DİSK ve KESK işçi sınıfının sendikal hareketin etkin odakları, kaldıraçları olmamaları yanında; DİSK ve KESK yönetimi, örgütlenme ve mücadele stratejileri/ taktikleriyle yetersizdirler.
Radikal sola ve sınıfa ambargolu DİSK ile KESK, tabanın iradesinden çok, yönetimde etkin olan siyasetlerin pazarlıklarının “tercih”leriyle biçimlenmektedir…
Toparlarsak: Gericilik dönemi koşullarının pekiştirdiği atalet hâlinde sendikalardaki militan sınıf mücadelesinin güçlendirmeye olan ihtiyacı çok büyük ve işçi sınıfı açısından giderek daha yakıcı bir hâl alırken; bu ihtiyaç giderilmedikçe sendikaların burjuva anlayışların elinde işlevsizleşmesi kaçınılmazdır.
Militan sınıf sendikacılığı anlayışının yaygınlaşması ve güçlenmesi, bu perspektife sıkı sıkıya bağlı öncü işçilerin kararlı çabaları ile mümkün olacaktır. Ancak bu anlayışı güçlendirme sorunu sadece sendikal alanın dinamikleriyle de çözülemez. Bu durum en başta işçi sınıfının devrimci örgütlülüğüne diyalektik bir ilişkiyle bağlıdır.
Militan sınıf sendikacılığını geliştirmenin önemli unsurlardan biri de tarih bilincidir. Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi görece kısa olsa da bugünün militan işçileri için öğretici örneklerle doludur.
Türkiye’de sendikal mücadelenin gelişmeye başladığı dönem aynı zamanda militan sınıf sendikacılığının ilk örneklerini sergileyecek olan DİSK’in de mayalanma ve doğum yılları olmuştur. Bu dönemde yaşanan, pek çok yönden olumluluk içeren örnekler ve sonrasındaki gelişmeler bugünün öncü işçilerinin mücadelelerine ışık tutacak niteliktedir.
Hatırlanacağı gibi Saraçhane mitingi ile başlayan ve 15-16 Haziran direnişi ile zirveye ulaşan süreçte öne çıkan sendikalar, bugünkü sendikal örgütlere göre oldukça militan bir karaktere sahiptir.
III. Ayrım: Uyarı(lar) Ve Ne Yapmalı?
Önce uyarılarla başlayalım:
• Sendikal haklar kolektif haklardır.
• Sendikal haklar bölünmez. Sendikal haklardan birisi yoksa diğerlerinin varlığından söz edilemez. Örneğin sendika kurma hakkı var, grev hakkı veya toplu iş sözleşmesi yapma hakkı yoksa artık sendika hakkının varlığından da söz etmek hukuken olanaklı değildir. Bu duruma kısaca sendikal hakların bölünmezliği ilkesi denilir.
• Sendikal hakların güvencesi anayasa değildir; sınıfın mücadele yeteneği ve kapasitesidir.
• Sendika hakkı, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı sosyal haktır gasp ettirilemez.
• İşçilerin sendika haklarının temel bir hak olduğunu kabul etmek istemeyen patronlar, sendikasızlaştırmayı bir işletme politikası hâline getirmişken; bir işçi sendikasının sendika olarak kabul edilmesi için adının sendika olması yetmez.
• Sendikanın sendika olabilmesi için işverenden siyasi iktidardan bağımsız olması zorunludur.
• Yürürlükteki yasal çerçevede devletin icazetini almadan bir işyerinde sendikanın başarılı bir örgütlenme yapması neredeyse “olanaksız” gibidir.
• Özetle coğrafyamızda sendikal haklar varmış gibi bir oyun sergilenmektedir.[94]
Bunlarla bağıntılı olarak “Ne yapmalı” konusuna gelince:[95]
• Sendikal özgürlüğün olmazsa olmaz koşulu sendika çokluğu ilkesidir. Sendika özgürlüğü ve çokluğu, çalışanların hiçbir karışma ve ayrım olmaksızın istedikleri sendikayı kurabilmesi, istedikleri sendikaya üye olabilmesi ve istemedikleri sendikadan ayrılabilmesi demek. Sadece sendikaya üye olma hakkı yetmez, istediği sendikayı seçmek ve istemediği sendikadan ayrılmak da sendika özgürlüğünün olmazsa olmazıdır.[96]
• Tek tip, merkezi, hantal, işkolu sendikacılığından vazgeçip, sendikal örgütlenmenin biçimi, işçinin iradesine bırakılmalı, işçiler istedikleri sendikal modelde özgürce örgütlenebilmelidir.
• Üretim birimlerinde işçilerin temsilini sağlayacak işçi/işyeri temsilciliği uygulaması geçilmelidir.
• Sendika içi -doğrudan- demokrasinin güçlendirilmesi için işyeri işçi ve sendika temsilcileri gizli oy açık sayıma dayalı seçimlerle belirlenmelidir.
• Toplu pazarlığın hazırlık ve imza aşamasında işçinin onayına başvurulmalı. İşçinin onaylamadığı toplusözleşmeler imzalanmamalıdır.
• Sendika şubelerine ve işyeri temsilciliklerine daha fazla olanak ve özerklik tanınmalı; otoriter, bürokratik, merkeziyetçi uygulamalardan vazgeçilmeli. Şubelerin ve temsilciliklerin kendi bütçesi olmalıdır.
• Sendikaların mali yapısı şeffaf hâle gelmeli. İşçinin parası ile israf ve saltanat sona ermeli. Sendikacıların özlük hakları mutlaka işkolundaki işçi ücretleri ile ilişkilendirilmelidir.
• Sendikaların hesapları üyeler için erişilebilir olmalı. Sendika yöneticilerinin malvarlığı ve ücretleri üyeler tarafından görülebilir olmalıdır.[97] Sendika yöneticileri işçiler tarafından geri çağrılabilmelidir.
• Sendikal mücadele bir hukuk meselesi olmaktan çıkarılıp, sınıfsal hak mücadelesine tahvil edilmelidir.
III.1) Bir Kaç Not Daha
Birleşik Metal-İş Sendikası’nın, 2017 yılı üye kimlik araştırmasına göre, “İşçilerin kendilerini hangi toplumsal-siyasal kimliğe göre tanımlıyor?” sorusunun yanıtı: Milliyetçi yüzde 56.8, İslâmcı yüzde 19.5, Ülkücü yüzde 16.5, Muhafazakâr yüzde 14.9, Kendimi Bir Yerde Tanımlamıyorum yüzde 13.1. Sosyal Demokrat yüzde 10.9, Sosyalist yüzde 9.7, Komünist yüzde 4.5, Liberal yüzde 1.1, Merkez yüzde 0.8’dir…[98]
Bu da işçi sınıfının “Milliyetçi, İslâmcı, Ülkücü, Muhafazakâr” kuşatma altında olduğunu işaret etmektedir.
O hâlde “Milliyetçi, İslâmcı, Ülkücü, Muhafazakâr” kuşatmayla hesaplaşarak yeniden sınıfa gitmek gerekiyor.
Kapitalizmin derinleşen tarihsel krizinin yarattığı yıkıcı sonuçların tetiklemesiyle, işçi sınıfının öfkesinin büyüyerek, patlamalı isyanların önünü açtığı bir süreçteyiz; bu süreci lehimize çeviremezsek; bir çürüme eşiktedir; bu arada faşizmin çürümenin karşı devrimci örgütlenmesi olduğu da unutulmamalıdır!
Evet Karl Marx’ın, “Bir kimsenin özgür olarak gelişmesi, herkesin özgür olarak gelişmesinin şartıdır,” uyarısının anımsanması gereken nesnel durumda, sınıf devrimcilerinin öznel faktörü güçlendirmeleri açısından çok büyük bir önem taşıyor.
Devrimci örgütlenmeler, emek-sermaye çelişkisinin çeşitli biçimler altında patlak vermesiyle gelişen mücadeleleri kapitalizmin temellerine yöneltmedikleri ve işçi kitlelerini bu temelde ileriye çekmedikleri sürece, sömürü düzeninden kurtulmayı esas alan bir sınıf bilinci gelişmez.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, sınıftan kaçış, devrimci mücadeleyi inkâr ve tasfiyecilik dalgalarının çeşitli örnekleriyle doluyken; sınıfın mücadelesi saf proleter temellerde yol almaz, öteki sınıfların ideolojik etkisine açıktır ve o yüzden de bozulma ve çarpılmalara uğrayabilir ve uğramıştır da.
Unutulmamalı: Öznel faktör (işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi), işçi sınıfındaki nesnel gelişmeyi hiçbir zaman kendiliğinden ve doğrusal biçimde izlemez.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesi XX. yüzyıl boyunca ulaştığı mevzilerin çok gerilerine püskürtüldü. XXI. yüzyıla girerken, Marksizm-Leninizm demode olmuş gibi sunuldu. Sınıftan kaçış eğilimi körüklendi.
İşçi sınıfını yok saymak, tarih sahnesinden kovmak veya kimliği belirsiz bir “orta sınıf” tanımlaması içinde eritmek isteyenlere inat, sınıfın kapitalizme karşı devrimci mücadele potansiyeli ortadan kalkmamıştır. Kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist sömürü düzenine son verecek sınıfı var etmekten kaçamayacaktır.
“İşçi sınıfına veda etme” modasından muzdarip olanlara inat böyledir bu!
Çünkü Kapitalizmin tarihsel tıkanıklığı ve çıkışsızlığı tüm dünyada toplumları, istikrarlı bir şekilde yıkıma ve felâkete sürüklüyorken; kitleler “Artık yeter” diyerek ayağa kalkmanın eşiğindedir.
Kapitalizm geldiği evrede, mülkiyeti çok daha az elde toplamış, işçi sınıfının ve yoksulların sayısını arttırmış, sömüren ile sömürülenler arasındaki nesnel çelişkileri alabildiğine keskinleştirmiştir.
Toplumun yüzde 1’lik kesiminin dünyadaki toplam servetin yüzde 99’una el koymasından daha çarpıcı ne olabilir?
Peki, nasıl oluyor da tüm toplumsal zenginliği üreten, ama en sefil koşullarda yaşayan işçi sınıfı, bu aşağılık sistemi yerle yeksan etmesi gerektiğini kavrayamıyor?
Çünkü işçi sınıfının nesnel konumu, yani kapitalist üretim süreci içinde tuttuğu yer, onda, kendiliğinden devrimci bir sınıf bilincine, kapitalizmin yıkılması gerektiği bilincine yol açmaz, açmıyor. Sınıf bilinci, sınıf mücadelesi içinde gelişir.
İşçi sınıfının kendiliğinden iktisadi mücadelesi ancak ilksel düzeyde bir sınıf bilinci yaratır. Devrimci örgütlenmeler, emek-sermaye çelişkisinin çeşitli biçimler altında patlak vermesiyle gelişen mücadeleleri kapitalizmin temellerine yöneltmedikleri ve işçi kitlelerini bu temelde ileriye çekmedikleri sürece, sömürü düzeninden kurtulmayı esas alan bir sınıf bilinci gelişmez. Bu Marksizmin en temel yaklaşımıdır.
Ancak kapitalizm işçinin bilinçlenmesinin önüne dünya kadar nesnel engel yığmıştır. Bu nedenle Karl Marx, kendinde sınıf ile kendisi için sınıf tanımlaması yaparak; sınıfın nesnel varlığıyla, onun örgütlenip sınıf bilinciyle donanmasını ifade eden öznel varlığını birbirinden ayırıp; ‘Felsefenin Sefaleti’nde şöyle yazar: “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi hâline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.”[99]
Kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri bir sınıf mücadelesine yol açar ve bu mücadele içindeki işçi sınıfı, pasif toplumsal varlık olmaktan çıkarak aktif siyasal özne hâline gelme olanağını yakalar. Sınıf mücadelesi, sermaye karşısında işçileri tek tek kişiler olmaktan çıkartarak kolektif bir sınıfa dönüştürür. Meselenin bu boyutu gerçekten de çok kritiktir. Aslında emek ile sermaye arasındaki çelişki, günlük hayat içinde işçilerle patronları sürekli karşı karşıya getirir; sürtüşme ve çatışma, örtülü ya da açık değişik biçimler altında sürüp gider. Ancak bu mücadeleler kolektif bir mücadeleye dönüşmediği müddetçe tekil işçilerin tepkisi olarak kalır; deneyime ve bilince dönüşmez. Karl Marx ve Friedrich Engels’in ‘Alman İdeolojisi’nde ifade ettiği gibi; “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar.”[100] Sınıf mücadelesi, gündelik hayatta şu ya da bu görüşle kendisini ifade eden işçileri, onların o anda ne düşündüklerinden bağımsız olarak, burjuvazi karşısına kolektif bir güç olarak çıkartır.
Proletarya şahsında “Kapitalizm kendi mezar kazıcısını yaratmıştır” saptamasının altını çizen Karl Marx ile Friedrich Engels, sınıfın kolektif bir güç olarak sermaye karşısına dikilmesi zorunluluğuna ve gelişen mücadelenin kapitalizmin temellerine yönelme potansiyeline işaret etmekteydiler.
Ekleyelim; sınıf bilinci kalıcı ve durağan bir durumu ifade etmez. Sınıf bilinci mücadele içinde oluşur, örgütlü bir faaliyet temelinde korunur ve geliştirilir. Bilinçlenme bir süreç hâlidir ve ileriye ya da geriye doğru hareketi içerir. Sınıf mücadelesinin nesnel ve öznel koşullarına bağlı olarak, sınıf bilincinde ileriye doğru sıçramalar olacağı gibi, geriye savrulmalar da olabilir. Kuşkusuz bir ülkede işçi kitlelerinin sınıf bilincine ne ölçüde sahip oldukları, o ülkenin kapitalist gelişim çizgisiyle, sınıf mücadelesi geleneğiyle, sendikaların gücüyle, sınıfın siyasal örgütlenme düzeyiyle ve toplumun kültürel dönüşümüyle doğrudan ilgilidir.
Ekonomik-sendikal mücadele içindeki bir işçinin kendisini işçi sınıfının bir parçası olarak görmesi, sınıf kimliğini ifade etmesi, sermaye ile işçi sınıfının çıkarlarının farklı olduğunu kavrayarak tutum alması bir sınıf bilincidir.
İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütleri olmadan, bunlar güçlenmeden ve kitlelere öncülük etmeden, ekonomik mücadelenin araçları olan sendikalar, kapitalizme karşı mücadele yürütemezler. İşçi sınıfını, giriştiği ekonomik haklar mücadelesinden ileriye çekecek ve onu burjuvaziye karşı devrimci sınıf bilinciyle donatacak olan, ‘Komünist Manifesto’nun, “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yok, kazanacakları bir dünya var!” şiarını haykıran devrimci siyasal örgütlenmedir.
N o t l a r
[*] Kaldıraç, No:205, Ağustos 2018…
[1] Bertolt Brecht.
[2] Vatan kavramı özü itibariyle burjuva bir kavramdır. Ulus-devleti anlatır. Dünyanın burjuvaları, şurası senin burası benim, şuradaki işçileri sen sömür buradaki işçileri ben sömüreceğim diyerek yeryüzünü kendi aralarında parsellemişlerdir. İşte onların vatan dedikleri şey, çitlerle çevirip kendi çöplükleri ilan ettikleri topraklarda oluşturdukları düzendir. İşin esası düşünülecek olursa bu ulusal çitlerin işçi sınıfı için bir anlamı yoktur. İşçi sınıfının havaya, suya, toprağa, ekmeğe, barınmaya, giyinmeye, sağlığa, eğitime vb. sayısız şeye ihtiyacı vardır, ancak ulusal çitlerle birbirinden yalıtılmaya, birbirine yabancılaştırılmaya ve düşmanlaştırılmaya hiç ihtiyacı yoktur. Aksine ona gereken tüm yeryüzünde el ele verip birlikte üretmek ve nimetleri kardeşçe paylaşmaktır. Ulusal egoizm işçi sınıfının doğasına aykırıdır. Bu nedenle ‘Komünist Manifesto’da dendiği gibi işçilerin vatanı yoktur. Ya da bir “vatanı” varsa eğer, bu ayrımsız tüm dünyadır.
[3] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.
[4] Şehriban Kıraç, “Küresel Sanayi İşçileri Sendikaları Endişeli: Hak Gaspında En Kötü Ülke”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2017, s.9.
[5] “Türkiye İşçiler İçin Dünyadaki En Kötü 10 Ülkeden Biri!”… http://www.halkinbirligi.net/turkiye-isciler-icin-dunyadaki-en-kotu-10-ulkeden-biri/
[6] Mustafa Çakır, “Türkiye’de Emekçiye İş de Yok Hak da”, Cumhuriyet, 26 Temmuz 2017, s.9.
[7] Aziz Çelik, “Sendikaların Ortak Kaygısı”, Birgün, 7 Kasım 2016, s.10.
[8] “Kadro Lütuf Oldu”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2017, s.5.
[9] Şehriban Kıraç, “Devlet 106 Bin Emekçiyi İşinden Etti”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2017, s.9.
[10] İklim Öngel, “44 Bin Kişi Ultra Yoksul”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2017, s.4.
[11] “3 Yılda 99 İşçi İntihara Sürüklendi”, Gündem, 9 Nisan 2016, s.4.
[12] Mustafa Çakır, “Madende Dört Yerine İki Kişi Çalışıyor”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2017, s.8.
[13] DİSK Genel-İş Sendikası’nın araştırması, taşeron çalıştırmanın belediyelerde ulaştığı boyutu gözler önüne seriyor: Belediyelerde taşeron şirketlerde çalışan işçilerin sayısı 309 bin. Belediyelerde doğrudan sürekli işçi kadrosunda çalıştırılanların sayısı ise 113 bin 934 kişi. Belediyelerdeki toplam istihdamın yüzde 73’ünü taşeron şirketlerde çalışan işçiler oluşturuyor. Belediye çalışanlarının sadece yüzde 19.2’si sürekli işçi kadrosunda… Mahalli İdareler Genel Faaliyet Raporu’nda 2014 yılında belediyelerdeki taşeron şirketlerde çalışan işçi sayısı 221 bin 522 iken, bir yılda yüzde 39.5 artarak 308 bin 998 oldu. (“Kadro Lütuf Oldu”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2017, s.5.)
[14] İklim Öngel, “Taşeron Yüzde 500 Arttı”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2017, s.9.
[15] Özlem Yüzak, “Adalet… İşçiye de…”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2017, s.8.
[16] Erinç Yeldan, “Küresel Yedek İşçi Ordusu: Güvencesiz Göçmenler”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2017, s.9.
[17] Mustafa Çakır, “Hekim Yok, Ölüm Var”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2017, s.8.
[18] “Emekçiler Ölüme Mahkûm Edildi”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2017, s.8.
[19] “İş Cinayetlerinde Rekor: Türkiye Avrupa’yı 6’ya Katladı!”, Birgün, 29 Nisan 2016, s.13.
[20] Erinç Yeldan, “Soma Cinayeti Kapitalizmin Kendisidir”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2016, s.9.
[21] Hakan Sönmez, “AKP’nin Saldırıları ve İşçi Sınıfının Durumu”, 27 Mayıs 2017… http://marksist.net/hakan-sonmez/akpnin-saldirilari-ve-isci-sinifinin-durumu.htm
[22] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[23] “Çocuk İşçiliğine Son!”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 2017, s.8.
[24] Türkiye’nin Çalışan Çocuk Nüfusu Arttı”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2017, s.2.
[25] “Ufacık Çocuklar İş Cinayetlerinde Ölüyor!”, Birgün, 13 Haziran 2017, s.15.
[26] Gülseven Özkan, “Düşler Tarlası”, Hürriyet, 17 Eylül 2017, s.20.
[27] “Kadın 17 Saat Tarlada”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2017, s.9.
[28] “Her 4 Kadından 3’ü Ücretsiz Çalışıyor!”, Birgün, 8 Mart 2017, s.11
[29] Gila Benmayor, “Kadın-Erkek Eşitliğinde Yine Sondayız”, Hürriyet, 26 Ekim 2012, s.9.
[30] “Cinsiyet Eşitliğinde Uçurum”, Cumhuriyet, 20 Mart 2012, s.11.
[31] Dilara Zengin, “Dört Kadının Maaşı Bir Erkeğin Maaşına Denk”, Milliyet, 30 Nisan 2015, s.30.
[32] Erinç Yeldan, “Türkiye’de Kadın Olmak”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2016, s.9.
[33] Mustafa Çakır, “ILO’dan Kötü Haber”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2017, s.5.
[34] Olcay Büyüktaş, “OHAL Masumları Cezalandırmasın”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2017, s.8.
[35] “OHAL Kıyımı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2017, s.8.
[36] Olcay Büyüktaş, “OHAL’e Karşı Küresel Boykot”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2017, s.9.
[37] “KESK: Bir Yılda 150 Bin Emekçi İhraç Edildi”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2017, s.10.
[38] Mustafa Çakır, “İşçinin Hafta Tatili Patronun İnsafında”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2017, s.8.
[39] Sebahat Karakoyun, “Meclis, DİSK Başkanı’nı ‘Kara Liste’ye Almış!”, Birgün, 26 Mayıs 2016, s.6.
[40] Olcay Büyüktaş, “14 Yılda 128 Hak İhlâli”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2016, s.9.
[41] Mustafa Çakır, “AKP İşçinin 323 Lirasını ‘Torbaya’ Attı”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2017, s.9.
[42] “Kani Beko: İşsize Cimri”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2017, s.8.
[43] Çağlar Ballıktaş, “Bakanlık Usulsüzlüğü Yine İnkâr Etti: İşsizin 996 Milyonu Seçimlere mi Gitti?”, Birgün, 24 Haziran 2017… http://www.birgun.net/haber-detay/bakanlik-usulsuzlugu-yine-inkâr-etti-issizin-996-milyonu-secimlere-mi-gitti-166507.html
[44] “Jandarma Gözetiminde Grev Kırıcılığı”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2017, s.8.
[45] “Cama Can Verenlerin Yürüyüşüne Barikat”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2017, s.9.
[46] Esra Alus, “Yargıtay Onadı Mahkeme Bozdu”, Milliyet, 15 Mayıs 2015, s.16.
[47] “Türkiye tarihinin en büyük faciasının yaşandığı Soma’da katliamın izini sürmeye çalışırken, her girdiğimiz köy ve ilçede aynı cümleyi duyuyoruz: ‘Verilen sözler tutulmadı’…” (Yavuz Özden-Meriç Tafolar, “Soma Faciasından Bir Yıl Sonra-Verilen 15 Vaatten Sadece 5’i Tutuldu”, Milliyet, 14 Mayıs 2015, s.18.)
[48] “Soma’da 9 Maden İşçisine Dava Açıldı”, Milliyet, 2 Haziran 2015, s.16.
[49] “Madenci Ailelerinden Soma’nın Patronu Alp Gürkan’a Tepki: 301 Kişinin Katilisin!”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2016, s.3.
[50] “Alp Gürkan Soruşturmasına 8 Ayda Üçüncü Savcı Atandı”, Milliyet, 2 Nisan 2016, s.22.
[51] Taylan Yıldırım, “Soma’da Büyük Skandal, Sanık Sandalyesinde Terfi Ettiler”, Hürriyet, 31 Ağustos 2015, s.9.
[52] “Soma da Roboskî Gibi Olacak!”, Gündem, 21 Ağustos 2015, s.4.
[53] “Maden Güvenliğiyle İlgili Güncelleme Süresi Uzatıldı”, Hürriyet, 6 Ağustos 2015, s.13.
[54] “Soma katliamı bireysel olarak işlenmiş sadece teknik tedbirsizliklere dayalı bir suç değil. Yurttaşlarının hayatını korumakla yükümlü devletin ve işçilerin hayatını korumakla yükümlü işverenin, işçilerin haklarını korumakla yükümlü olan ama işverenle kol kola olan sendikacıların işbirliği hâlinde ve organize bir katliamdı.” (Aziz Çelik, “Unutma, Hepsi Oradaydı”, Birgün, 14 Mayıs 2015, s.4.)
[55] “Soma Tazminatı 24 Taksitte Ödenecek”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2015, s.9.
[56] Mustafa Çakır, “Madenciyi Bir Kez Daha Katlettiler”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2016, s.9.
[57] Mustafa Çakır, “Soma Hâlâ Yanıyor”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.7.
[58] “Soma Davasında Dinlenen Madenci: Ödünç Parayla Duruşmaya Geldim, Şikâyetten Vazgeçiyorum”, Hürriyet, 17 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/soma-davasinda-dinlenen-madenci-odunc-parayla-durusmaya-geldim-sikayetten-vazgeciyorum-40028514
[59] Mustafa Çakır, “Madenciye Haraç Düzeni”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2016, s.9.
[60] Doğu Eroğlu, “Soma Madenci Yakınları İçin Toplanan 6 Milyon Lira Nerede?”, Birgün, 13 Mayıs 2015, s.4.
[61] “Tekmelenen Madenciye İş Vermek de Yasak”, Hürriyet, 19 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29044108.asp
[62] Yusuf Özkan, “9 Köyden Kovulan Somalı İşçi: Keşke Ben de Ölseydim”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2016, s.13.
[63] “3 İşçinin Öldüğü Kazada Savcı 1 Kişinin Ölümü İçin Ceza İstedi”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2016, s.3.
[64] “Helal Lokmayı Boğazlarına Dizdiler”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2017, s.8.
[65] “Facebook’ta Dedikodu Yaptı, İşinden Oldu”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2017, s.2.
[66] Socar şirketinin verdiği bilgilere göre, Petkim’de 1.881’i mavi yaka, 547’ü beyaz yaka olmak üzere 2428 kişi çalışıyor. 2016 yılı üretimi 3 milyon 129 bin ton olan şirketin net satışı 4.352.591.000 TL. Net dönem kârı: 732 milyon TL. (Olcay Büyüktaş, “TOMA Gölgesinde Toplu İş Sözleşmesi”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2017, s.8.)
[67] Olcay Büyüktaş, “Emekçiler Kazandı”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2017, s.9.
[68] Birleşik Metal-İş, Elektromekanik Metal İşverenleri Sendikası’na (EMİS) bağlı fabrikalarda Bakanlar Kurulu kararı ile uygulanan grev yasağını tanımadıklarını ilan etti. (“Birleşik Metal-İş: Grev Yasağını Tanımıyoruz”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2017, s.8.)
[69] “Metal İşçisinin Grevine Bakanlar Kurulu Engeli…”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2017, s.8.
[70] Aziz Çelik, “Grev Hakkı Aldatmacası”, Birgün, 23 Ocak 2017, s.11.
[71] Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yay., 1975, s.12.
[72] yage, s.117.
[73] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1997, s.292-293.
[74] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 1992, s.171.
[75] Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yay., 1975, s.79.
[76] yage, s.91.
[77] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1999, s.80-81.
[78] yage, s.83-84.
[79] Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yay., 1975, s.79.
[80] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1999, s.81.
[81] Erkan Aydoğanoğlu, Sınıf Örgütleri Olarak Sendikaların Doğuşu ve Sınıf Sendikacılığı”… https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/120-sayi-216/394-sinif-orgutleri-olarak-sendikalarin-dogusu-ve-sinif-sendikaciligi
[82] “Devrimciler gerici sendikalarda çalışmalı mı?” sorusunu V. İ. Lenin şöyle yanıtlar: “Gerici sendikalarda çalışmamak demek, gerektiği kadar gelişmemiş olan ya da henüz geri olan işçi yığınlarını, gerici liderlerin etkisine, burjuvazi ajanlarının, aristokrat işçilerin ya da ‘burjuvalaşmış işçilerin’ etkisine terk etmek demektir.
Komünistlerin gerici sendikalara katılmamasını savunan gülünç ‘teori’, ‘sol’ komünistlerin ‘yığınlar’ üzerinde etki sorununu nasıl hafiflikle ele aldıklarını ve bu yüzden ‘yığınlar’ kelimesini nasıl kötüye kullandıklarını gösterir. ‘Yığınlara’ yardımcı olabilmek için, onların sevgisini kazanabilmek için, davaya katılmalarını ve desteklerini sağlayabilmek için, oportünist ve sosyal-şoven olarak, çoğunlukla -doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak- burjuvaziyle ve polisle bağlantıları olan ‘liderlerin’ önümüze çıkaracakları güçlüklerden, başvuracakları hilelerden, kuracakları tuzaklardan, hakaretlerden, baskılardan yılmamak gerekir. Ve mutlaka yığınların olduğu yerde çalışmak gerekir.
Asıl, kurumlarda, derneklerde, örgütlerde, proleter ya da yarı-proleter yığınların bulunduğu her yerde (bunlar en gerici eğilimde olsalar bile) yöntemli, azimli, inatçı ve sabırlı bir bilinçlendirme çalışmasıyla bütün fedakârlıkları göze almak, en büyük engelleri göğüslemeyi bilmek gerekir. Sendikalar ve (bazı durumlarda) işçi kooperatifleri ise, yığınların bulunduğu örgütlerin ta kendileridirler. (…) Çünkü komünistlerin bütün görevi, bilinçlenmede geç kalanları inandırmayı bilmek, onların arasında çalışmayı bilmektir, yoksa çocukça uydurmalardan başka bir şey olmayan ‘sol’ sloganlar ileri sürerek onlardan ayrılmak değildir.”
[83] Karl Marx, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[84] Aydın Engin, “Emeğin Cehennemi”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2017, s.10.
[85] “Sendika da Yok Toplu Sözleşme de”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2017, s.9.
[86] Mustafa Çakır, “Yeni İşçi Sendikasız”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2017, s.8.
[87] Hakan Sönmez, “AKP’nin Saldırıları ve İşçi Sınıfının Durumu”, 27 Mayıs 2017… http://marksist.net/hakan-sonmez/akpnin-saldirilari-ve-isci-sinifinin-durumu.htm
[88] “Katliamda Sendikanın Payı Büyük”, Özgürlükçü Demokrasi, 24 Ağustos 2016, s.10.
[89] Hilal Köse, “Sendikanın İşçileri Sattığının Belgesi”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2016, s.8.
[90] Tamer Arda Erşin, “Türk-İş Genel Kurulunu Değerlendiren Prof. Dr. Özdemir: İliştirilmiş Sendikacılık’ Modeli Sergiliyor”, Evrensel, 22 Aralık 2015, s.4.
[91] DİSK 15. Genel Kurulu’nun ilk gününe, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’ya yönelik protesto damgasını vurdu. “Hırsız var”, “Kıdeme dokunan eller kırılsın” sloganlarıyla protesto edilen Bakan Soylu salonu terk etti. Ruhi Su Korosu’nun müzik dinletisinin ardından Çalışma Bakanı Süleyman Soylu salona geldi. Soylu, salona girdiği sırada işçiler “Hırsız var” sloganını attı. Korumalarıyla gelen Soylu protokoldeki yerine oturduğu sırada da protesto devam etti. “Hırsız katil Erdoğan”, “Kıdeme uzanan eller kırılsın”, “Gün gelecek devran dönecek, AKP halka hesap verecek” sloganları atıldı. Protesto üzerine Bakan Soylu salonu terk etmek zorunda kaldı. (Sevgim Denizaltı, “Soylu Protesto”, Birgün, 13 Şubat 2016, s.4.)
DİSK Kongresi’nin ardından açıklanan sonuç bildirgesinde, ‘Şiddete ve baskıya karşı çıkılarak; Kürt sorununun eşitlik, özgürlük, kardeşlik temelinde ve barış içerisinde çözülmesi için mücadele edilecektir’ denildi. (“DİSK’ten Mücadele Kararlılığı”, Gündem, 26 Şubat 2016, s.4.)
[92] Fikret Başkaya, “İşçiler, Sendikalar, Kıdem Tazminatı…”, 5 Haziran 2017… http://www.abcgazetesi.com/isciler-sendikalar-kidem-tazminati-55147h.htm
[93] Evrim Erdoğdu, “Türkiye İşçi Sınıfının İşgal ve Direniş Geleneği”, Kızıl Bayrak, No:2017/23, 16 Haziran 2017, s.12-13.
[94] Murat Özveri, “Gerçekten Sendika Hakkı Var mı?”, Evrensel, 7 Aralık 2016, s.6.
[95] “Sendikasız kadınlar, kadınsız sendikalar” gerçeğine dikkat çeken Necla Akgökçe ekliyor: “Sendikalar cinsiyetçi örgütlerdir” (Necla Akgökçe, “Sendikasız Kadınlar, Kadınsız Sendikalar”, Birgün, 24 Nisan 2015, s.4.)
[96] Aziz Çelik, “Singer’den Reno’ya Sendika Seçme Özgürlüğü”, Birgün, 17 Mart 2016, s.4.
[97] Aziz Çelik, “Şimdi Başka Bir Sendikacılık Zamanı”, Birgün, 28 Mayıs 2015, s.4.
[98] “Bir İşçi Araştırmasının Gösterdikleri: Referandum, Borçlar, Emek, Din, Milliyet…”, 26 Nisan 2017… http://devrimciproletarya.net/bir-isci-arastirmasinin-gosterdikleri-referandum-borclar-emek-din-milliyet/
[99] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[100] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.