Aristoteles’e göre, gerçek monarşi tanrısal bir kişiye, gerçek aristokrasi ise erdemli yurttaşlara ihtiyaç duyar, bu halde bu yönetim biçimlerinin her yerde kurulması mümkün değildir.
(MÖ VI-IV. YY)*
Günümüz tarih anlayışını kavramak ve sorgulamanın yollarından birisi de geçmiş çağlarda tarihin nasıl anlaşıldığını, tartışıldığını görmek ve değerlendirmek olacaktır. Burada yapacağım sunumda, felsefenin ana toprağı Yunanistan’da, Eski Çağ Yunan Polisinde, filozoflar ve tarihçiler arasında görülen tarih anlayışı üzerine konuşacağım. Bu sunumda şöyle bir sıra izliyorum. İlkin eski Yunan dünyasının siyasal düzenini meydana getiren örgütlenme, Polis üzerinde duracak, Polis’in genel unsurlarını anlatacağım. İkinci olarak Eski Çağ Yunan Polisinde önde gelen filozofların tarihi nasıl değerlendirdikleri üzerinde duracağım. Burada yapacağım sunumda, Eski Çağ Yunan dünyasının ve belki de insanlık tarihinin en büyük iki filozofunun siyasal görüşlerini çok kaba ve çok kısa bir biçimde inceleyeceğim: Platon ve Aristoteles. Sunumda üçüncü bölüm, bu iki filozofun tarih anlayışına, daha açıklayıcı söylemek gerekirse, siyaset anlayışlarında tarihe neden yer vermedikleri sorununa odaklanacak, bu iki filozofun tarih ile girdikleri ilişki üzerinde durulacaktır. Elbette bunu yaparken söz konusu iki filozofun genel görüşleri üzerinde durmaya çalışacak, bu genel görüşleri içinde tarihe verdikleri veya vermedikleri yere bakmaya çalışacağım. Dördüncü olarak, bu dönemin iki önemli tarihçisi Herodotus ve Thukydides’i değerlendirmeye, onların tarih disiplinine yaptıkları katkıyı inceleyeceğim. Öncelikle Eski Çağ Yunan Dünyasında Polis ile başlayalım.
Eski Çağ Yunan Dünyasında Polis
Yüzyıllaradır çeşitli dillerde, çeşitli biçimler alan politika sözcüğü, eski Yunan dünyasında kullanılan Polis sözcüğünden türemiştir. Türkçede genellikle “Kent devleti” biçiminde ifade edilen bu terim, Yunan yarımadası, Anadolu’nun Batı kıyıları, Ege adaları, Güney İtalya ve Sicilya’da bulunan kent devletleri için kullanılmaktaydı. Tarihte var olmuş Yunan polisleri, MÖ XII. yüzyıl ile MS 86 yılları arasında kaydedilmiştir. Polisler, MÖ XII. yüzyılda Mikenai Uygarlığının Dorlar tarafından yıkılmasından sonra, önde gelen klanlar ve köyler tarafından meydana getirilmiş, zamanla gelişmiş, büyümüştür. İlk yıllarda bu terim, yüksek tepelerde kurulan kentler için kullanılmış, zamanla tüm kenti ve devleti kapsayan bir anlama kavuşmuştur. Söz konusu polisler zamanla bir veya birkaç kent ile çevresindeki kırsal alanı kapsamıştır. Polisler çeşitli büyüklüklerdeydi, sözgelimi Sparta 8400 kilometrekare, Atina ise 2650 kilometrekarelik bir alana sahipti. Bu klasik polislerin nüfusu 200-400 bin civarındaydı; ancak yurttaşların sayıları bu nüfusun aşağı yukarı onda biri oranındaydı.[1]
Polis, eski Yunan dünyasında dinsel, askeri ve iktisadi bir bütünlüğü ifade etmekte, Yunanlılar bu örgütlenme tarzıyla övünmekteydiler. Polis düzenini bozmak, Tanrılara karşı gelmek biçiminde görülmekteydi. Yunanlılar, kendilerini polisin dışında düşünemiyor, her şeyden önce varoluşlarını bir polisin yurttaşı olmak biçiminde tanımlıyorlardı. Her polisin kendine özgü bir dini, tanrıları, tapınakları ve ritüelleri vardı, polisler arasındaki temel fark buydu. Polisler genel itibariyle üç sınıftan meydana gelmiş, bu sınıfları, toprak sahibi, asker olmak ve silah kullanma hakkı olan, siyasal düzeni biçimlendiren, katılan ve sadece erkeklerin kabul edildiği yurttaşlar, hiçbir yurttaşlık hakkına sahip olmayan; ama polise yerleşip zanaat veya ticaret ile uğraşan, yabancılar ve canlı araç kabul edilen köleler meydana getirmekteydi. Köleler sayesinde yurttaşlar, serbest zamana sahip olmuş ve felsefeden siyasete pek çok alanda faaliyet göstermişler, bir bakıma Yunanlıların Altın Çağı bu ekonomik düzen üzerinde şekillenmiştir. Kölelerin yanı sıra Atina’da yoksul yurttaşlar da yer alıyor, onlar, madenlerde, tarlalarda, atölyelerde ücretli emekçi biçiminde çalışıyorlardı.[2]
Aristoteles’e göre de istorik bilgi, felsefe ile karşılaştırıldığında önemsizdir; çünkü genel ile uğraşan felsefe, çokluk ile uğraşan, bireysel ve rastlantısal ile uğraşan istoria’yı önemsemez.
Atina’da MÖ VII. yüzyılda krallık sona ermiş, yerine oligarşi kurulmuş, oligarşik yönetimin yol açtığı sorunların ve çatışmaların üstesinden gelmesi için Solon (MÖ 640-560?), 594’te nomothet (yasa koyucu) seçilmiştir, Solon, ıslahatlarıyla yeni bir yasal düzen kurmaya gayret etmiş, yoksul yurttaşları bir biçimde düzenin içine çekmeye, statükoya dahil etmeye çalışmış; ancak kurduğu düzen 560’ta gerçekleşen Peisistratos’un (ö. MÖ 527?) darbesini engelleyememiştir. Doğulu despotları tanımlamak için kullanılan tiran biçiminde adlandırılan Peisistratos, kurduğu yeni hukuk düzeniyle ekonomik gelişmeyi hızlandırmış, yoksul yurttaşların durumunu iyileştirmiş, bir deniz filosu kurmuş; ancak ölümünün ardından bu düzen büyük ölçüde çözülmüştür. 490’da Pers saldırısına kadar Atina’da halk yönetimi demokrasi gelişmiş, Pers saldırıları sonrasında iktidara gelen Perikles (MÖ 494-429) zamanında da yurttaşların siyasete katılımları artmış; ancak yüksek memurluklar ve yöneticiliklerde aristokratların hakimiyeti devam etmiştir. Perikles’in ardından siyasal şekiller değişmiş, Yunan filozoflarına göre, tarih tekerrür edip durmuş, nihayet Roma’nın hakimiyetinde 86 yılında polislere son verilmiştir. İşte Yunan filozofları bu tarihsel deneyime dayanarak tarih ve siyaset görüşlerini meydana getirmiş; ancak onlara göre, tarih olaylar yığınından, tekrarlardan, tesadüflerden ibaret bir bilgi kabul edilmiş, dolayısıyla tarihsel araştırmalara ve tarihe, siyasal görüşlerini meydana getirirken pek de önem vermemişlerdir. Tarih disiplinini felsefi çıkarımlar yapılabilecek bir malzeme biçiminde görmemişlerdir.
Eski Yunan Filozofları ve Tarih
Tarih sözcüğünün Batı dillerindeki tüm karşılıkları, Grekçe istoria, istorein sözcüklerinden gelmiştir. Sözcük İyon lehçesinde bildirme, haber alma yoluyla bilgi edinme anlamlarında kullanılmış, Attika lehçesindeyse daha geniş bir biçimde, fizik, coğrafya, astronomi, bitki ve hayvan bilgisi ve giderek doğa olaylarının bilgisi anlamlarına gelmiştir. İstoria sözcüğünü doğal olayların bilgisi dışına çıkarıp insani ve toplumsal olayların bilgisi anlamında ilk defa kullanan ünlü tarihçi Herodotus olmuş, yazdığı kitaba, istorias apodeisis, yani “tanık olunan ve haber alınan olayların bilgisi” adını vermiştir. Ardından Thukydides, bu sözcükten sadece bir aktarma ve kaydetme değil; fakat aynı zamanda insani-toplumsal olayları yorumlama ve değerlendirmenin de anlaşılması gerektiğini söylemiştir. Bu haliyle istoria, Yunan dünyasında bir çift anlamlılık kazanmış ve bu kullanımı 18. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür.[3]
Felsefi anlamda istorik bilgiyi ilk sorgulayan ve yorumlayan filozof Herakleitos (MÖ 535?-485) olmuştu, ona göre, istorik bilgi çokluk bilgisiydi ve felsefenin sorunu değildi. Felsefe çokluk bilgisine değil; çokluk içinde birliğin bilgisine yani logos’a yönelmeliydi. Aristoteles de Herakleitos’un yolunu takip etmiş, istoria’yı birinci anlamıyla, yani doğal olayların bilgisi anlamında kullanmış, ikinci anlamıyla ise ona tarih yazıcılığı demiştir. Aristoteles’e göre de istorik bilgi, felsefe ile karşılaştırıldığında önemsizdir; çünkü genel ile uğraşan felsefe, çokluk ile uğraşan, bireysel ve rastlantısal ile uğraşan istoria’yı önemsemez. Filozofa göre, genele ancak ve sadece akıl ile dolayısıyla felsefe ile ulaşılabilir.[4]
Aristoteles, tarih yazıcılığına şiirin altında bir yer vermiş, trajedinin ana malzemesi olan şiirin arındırıcı etkisi dolayısıyla önemli olduğunu ifade etmiş; ancak tarih yazıcılığının bunun altında gelebileceğini söylemiş, şöyle demiştir: “Şiir tarihten daha felsefi bir şeydir ve daha büyük bir öneme sahiptir, çünkü tarihin önermeleri tekiller olduğu halde, şiirin önermeleri daha çok tümeller niteliğindedir.”[5] Tarih, neden ve sonuç ilişkilerinin binlerce rastlantısal müdahaleye dayanan olayları betimlerken, şiir ve trajedi kaderin karaktere kaçınılmaz bağlılığını ifade eder. Aristoteles, tarih yazıcılığını alt sıralara koysa da bir tarih yazmayı ihmal etmemiş, Atinalıların Devleti adında bir Atina tarihi kaleme almış, burada Atina, MÖ 594-329 tarihleri arasında değişen yönetim biçimleriyle, yöneticileri ve yönetici aileler ile halk arasındaki iktidar mücadelesiyle ifade etmiştir.[6]
Her toplum bu düzenler, yasalar içinde hareket eder. Toplumlar, asabiye sayesinde vardır ve her toplumun asabiyesi farklıdır, dolayısıyla hiçbir kültür ve uygarlık birbirini etkilemez, her biri kendi gelişim çizgisini izler.
Görüldüğü gibi, eski Yunan dünyasının önde gelen filozoflarına göre, istorik bilgi önemsiz kabul edilmişti; çünkü bu bilgi rastlantısal olaylardan ibaretti. Halbuki felsefenin ilgisi kalıcı ve temel kavramlara yönelmeli, bunlar değişmez, genel-geçer kavramlar olmalıydı. Burada ortaya çıkan tarih anlayışını maddeler halinde şöyle ifade etmek mümkün görünmektedir: 1. Tarih bilgisi rastlantısal, felsefi çıkarımlar yapılamayacak olayların bilgisidir. 2. Tarih araştırmaları ile siyaseti birbirine karıştırmamak gerekir, tarih olayların bilgisi, anlatımı, betimlemesi, siyaset felsefesi ise bu olaylardan meydana getirilen çıkarımlardır. Bu anlamda siyaset felsefesi ile bir takım devlet biçimlerine ulaşılabilir; ancak bunlar da döngüsel devlet biçimleri ve değişmeyen formlar ortaya koyar. Dolayısıyla buradan da ideal devletin ancak karşıtlıkları, olumsuz yönleri görülebilir. Tarih veya siyaset felsefesi olsa olsa şeylerin rastlantısal ve döngüsel olduğunu gösterebilir; buradan giderek toplumsal yaşamın düzenlenmesine, ideal devlete veya mümkün devlete ulaşılamaz, bu yargılara ancak ve sadece felsefe yoluyla, akıl yoluyla ve kavramlarla ulaşmak mümkündür. Kısaca tarihten değil; ancak felsefeden sonuçlar ve kavramlar-tümeller çıkarılabilir ve yeni yönetim biçimleri ortaya konulabilir.
Eski Yunan dünyasının tarih anlayışını, Orta Çağ tarih anlayışıyla kıyaslamak, onun ne olduğunu daha iyi kavramayı sağlayacaktır. Antikçağın tarih anlayışında, belli devlet formlarının döngüsel seyrettiği tekrardan veya döngüsellikten ibaret bir tarih anlayışı vardı; Orta Çağ’da ise döngüsel tarih anlayışı yerini Yahudilik ve Hristiyanlıktan etkiyle çizgisel bir tarih anlayışına bırakmış, bu anlayış veya inanç, bu tarihten sonra tüm Batılı tarih felsefesine laik de olsa sinmiştir. Bu dinlere göre, zaman bir başı, süreci ve sonu olan bir birime dönüşmüş, insan ise sonunda ödül veya ceza alacağı, başlangıcı, süreci ve sonu olan bir zaman diliminde yaşamak zorunda kalmıştır. Hristiyanlık, Yahudilikten evrensel bir din çıkarmış, böylece, Tanrı tüm insanlığa mâl edilirken onun zamanı da genelleşmiştir. Bu durumda Özlem, Wartenburg’a atıfla şöyle diyor: “Öyle ki, insani gerçeklik, tümüyle tarihsel bir gerçeklik, insanın kendisi de bir tarihsel varlık olarak anlaşılmış oluyordu.”[7]
Hristiyanlığın tarih anlayışını temellendiren kişi Aurelius Augustinus (354-430) olmuştu. Augustinus’a göre, Tanrı, zamanın dışında, insan ise geçmiş, şimdi ve gelecekten meydana gelen zamanın içindedir. Tarih bir çizgi halindedir, insan Âdem ile başlayıp İsa’nın Mesih olarak geleceği güne kadar bu çizgisel zamanda bir kere yaşar ve sonunda ödül veya ceza ile karşı karşıya kalır. Bununla birlikte, dünyasal olaylar bir sınamadan ibarettir, burada önemli olan insanın Tanrı devletini hak edeceği eylemlerde bulunmasıdır. Bunun dışında bir yığından ve tesadüflerden meydana gelen tarihsel olayların bir önemi yoktur. İşte Kilise’nin ve tüm Batı orta çağının tarih anlayışının düşünceleri bunlardan ibaretti. Bu durumda tarih, eski Yunan anlayışından farklı bir biçimde: 1. Başı ve sonu olan bir çizgisel süreçtir. 2. Âdem ile başlayıp kıyamet ile sona erecek zaman, tüm insanlar için geçerlidir. 3. Bu çizgisel zaman anlayışı tüm Batı felsefesini, Hegel’de de farklı biçimlerde görüleceği gibi, derinden etkilemiştir. 4. Tarih, ancak bir hedef için anlam kazanmış bir olaylar yığınıdır. 5. Bundan böyle “tarih bilinci”, nedenler zinciriyle birbirine bağlı ve düz bir çizgide ilerlemektedir anlayışını ifade etmektedir.[8]
Orta Çağ ve hatta Yeni Çağ’da istisna meydana getiren bir tarih anlayışı oluşturan düşünür İbn Haldun (1332-1406) olmuştur. İbn Haldun, insan toplumlarının ne olması gerektiği ile değil ne olduğu ile ilgilenmiş, tarihi malzemeyi bir inceleme aracı biçimde görmüş, buradan elde edeceği verilerle tümevarım yaparak bir bilim kurmaya gayret etmiştir. Düşünür, çalışmalarının sonunda Ümran adını verdiği bir bilim kurmuştur. Buna göre, doğa olguları gibi toplum olguları da nedensel ilişkilere bağlıdır. Her toplum bu düzenler, yasalar içinde hareket eder. Toplumlar, asabiye sayesinde vardır ve her toplumun asabiyesi farklıdır, dolayısıyla hiçbir kültür ve uygarlık birbirini etkilemez, her biri kendi gelişim çizgisini izler. Her toplumun yaşadığı bu süreçler döngüseldir. Bu durumda tarihçiler, toplumları bu döngüsellik içinde açıklamak zorundadır. Özlem, İbn Haldun’u Aristoteles ile karşılaştırmış ve şunları söylemiştir: “İbn Haldun’un Aristoteles’ten ayrıldığı yön, Aristoteles’in tarih ve toplum dünyasını tam bir tekillikler dünyası sayması (historia), bu dünyanın bu nedenle genelin peşindeki theoria etkinliği olarak felsefenin ve bilimin konusu olamayacağını belirtmiş olmasıdır. Böyle görüldüğünde, İbn Haldun’un Aristoteles’te de gördüğümüz geleneksel theoria-historia karşıtlığını bir ‘ümran ilmi’ ile aşmaya çalıştığı belirtilebilir.”[9]
Tarih Değil: Siyaset Felsefesi ve Devlet
Eski Yunan dünyasının söz konusu tarih anlayışını kavrayabilmek için önde gelen filozofların siyasete dair söylediklerini değerlendirmek gerekiyor. Bugün tarih, tarih araştırmacısı veya tarihçi denildiğinde tarih ile siyaset arasında kopmaz bağlar görülüyor ve tarih, genellikle siyasetin bir malzemesi biçimde kullanılıyor. Aslında durum bunun tam tersi olmalı, siyaset tarihin malzemesi yapılmalı ve eğer mümkünse buradan birtakım sonuçlar çıkarılmalıdır!
Siyaset ile tarih arasında ilişki kurulması, siyasetin, tarihi malzeme yapması ve bunu kendine göre kullanması yeni bir olgu görülmemelidir. Bu yaklaşım, özellikle milliyetçi tarih yazımının ortaya çıktığı yüzyıllara kadar indirilebilir. Burada önemli olan popüler tarihçilikten akademik tarihçiliğe bu yöntemin uygulanması ve tarihçiliğin tek ve geçerli yönetiminin bu biçimde görülmesidir. Siyasetin tarihe malzeme yapılması şu sakıncaları içeriyor: 1. Tarih belirli bir siyasal yaklaşıma göre okunuyor ve dahası uygulanıyor. 2. Tarihsel olay ve olgular tek yanlı, tek biçimli ve dar bir şekilde okunuyor. 3. Tarihsel olay veya olgunun bütünlüğü koparılıyor, geçerli siyasal yaklaşıma göre sadece bir argüman haline dönüştürülüyor.
Platon’a göre, bilge insanın bütün uğraşı Varlık’ın, evrensel özlerin, ideaların aranıp bulunmasına yönelik olmalıdır. Filozofa göre, idealar gerçektir, dahası yanılgılar dünyasının, şeyler ve çokluklar dünyasının üzerindeki tek gerçektir.
Belki de bu sorunu, yani tarihsel olayların farklı okunmasının eleştirisini aşmak için eski Yunan filozofları bu bilgiyi, bu çokluğu ve farklı okumaları geçerli görmemiş, bu nedenlerle siyaseti, tarihsel bir malzeme görmekten ziyade siyaseti kendi içinde görmüş, değerlendirmiş, siyaseti devlet şekilleriyle nitelendirmiş ve ideal devleti tamamen ve sadece teorik bir etkinlikle saptamaya gayret göstermiştir. Eski Yunan dünyası denildiğinde akla gelen iki büyük filozofun, yaşadıkları dönemi bir ölçüde betimlemek ve onların devlet üzerine söylediklerini tartışmak, onların tarihe yaklaşımlarını da daha açık bir hale getirecektir. Bu iki filozof konuşmamın başında da söylediğim gibi Platon ve Aristoteles olacaktır.
Platon’un İdeal Devlet Anlayışı
MÖ 427 yılında doğan Platon (MÖ 427-347), Atina polisinin son kralı Kodros’un soyundan gelmekte ve bu soy kendisini Tanrı Poseidon’a bağlamaktaydı. Platon, Atina’da sınıf ve parti mücadelelerine tanık olmuş, Otuzlar Tiranlığını (Pelaponnes Savaşlarından sonra Sparta tarafından Atina’da görevlendirilen idareciler) görmüş, demokratik idarenin Sokrates’i ölümle cezalandırmasına şahit olmuş, tüm bu deneyimler üzerine ideal bir devlet tasarlamıştır. Yirmili yaşlarında Sokrates’in öğrencisi olmuş, onun yanında sekiz yıl kalmış, en sadık ve parlak öğrencilerinden birisi kabul edilmiştir. Sokrates’in öldürülmesinin ardından Megara’ya gitmiş, buradan da Güney İtalya ve Sicilya’ya geziler gerçekleştirmiştir. Tiran I. Dionysios’un çağrısı üzerine Syrakuza’ya gitmiş, tiranın genç yeğeni Dion ile yakın bir ilişki kurmuş; ancak siyaseti etkileyememiş, Dion’un iktidar mücadelesi sırasında öldürülmesinin ardından ideal devletini kurmak hayali büyük ölçüde kaybolmuştur.
Platon 387 yılında Atina’da Akademia adıyla bilinen okulunu kurmuş, bu okulda 40 yıl boyunca eğitmenlik yapmış, esas itibariyle ideal devlet adamları yetiştirmek istemiştir. Yaşamı boyunca Sokrates’in Savunması dışında 27 felsefi metin meydana getirmiş, bu metinlerin tamamı günümüze ulaşmıştır. Kitaplarını ilk dönemde Sokratesçi bir tarzda kaleme almış; ancak sonraki yıllarda idealar felsefesi bağlamında yazmıştır.
İdealar Kuramı
Platon’a göre, bilge insanın bütün uğraşı Varlık’ın, evrensel özlerin, ideaların aranıp bulunmasına yönelik olmalıdır. Filozofa göre, idealar gerçektir, dahası yanılgılar dünyasının, şeyler ve çokluklar dünyasının üzerindeki tek gerçektir. İdea, sonsuz ve değişmez bir tözdür, sadece akılla kavranabilir. Nesneler, ideaların soluk bir kopyasıdır, her bir nesne idealardan bir biçimde pay almış, onların yeryüzündeki soluk birer kopyası olmuştur. İnsan, yeryüzündeki soluk kopyalardan ideaları anımsar, bu halde insan yeryüzüne gelmeden veya düşmeden önce ideaları görmüş, kavramış olmalıdır. Platona’a göre, bu anımsama sadece bir ilk adımı meydana getirir, bilgi temelde doksa (sanı) ve episteme (gerçek bilgi) biçiminde ikiye ayrılır, episteme’ye ulaşmak, güçlü bir eğitim, yoğun bir çaba, sürekli bir arayış, istek ve bilge bir yaşama ihtiyaç duyar. Platon, ilkin episteme’ye ancak ve sadece ruh aracılığıyla ulaşılabileceğini söylemiş; ancak ardından sadece episteme’nin akıl ile kavranabileceğini ifade etmiştir.
Devlet ve Yönetim Biçimleri
Platon’a göre, insan ancak ve sadece polis içinde var olabilir, bir yurttaş olarak görülebilir ve yaşayabilir. Polis dışında bir yaşam düşünülemez. Devletin kökeni, insanın doğasındadır, insan doğal olarak birbirine ihtiyaç duyar, birbirinin eksiğini kapatır, bu durumda toplumsallaşma ve beraberinde devlet meydana gelir. Devlet, insanlar arasında meydana gelen zorunlu iş bölümünde ortaya çıkmış; ancak zamanla toplum ihtiyacının üzerinde üretip lüks tüketmeye başlamış, bu durum savaşlara, asker beslemeye, devlet adamlarına ihtiyaç duyulmasına sebebiyet vermiştir. Filozofa göre, gerçek devlet episteme’ye dayanan bir devlet ideasına göre kurulur ve gerçekleştirilir. Ancak tarihte birçok devlet biçimi görülmüş, bunlar birbirini takip etmiş, döngüsel bir hal almış ve hiçbiri ideal devleti yeryüzünde gerçekleştirememiştir.
Müzik, beden eğitimi, bilim sevgisi çocuklara verilen ilk eğitim olmalı, çocuklar savaşa da götürülmeli ve sınanmalıdır. Tüm bu zorlu eğitimin ardından aralarından ancak çok az sayıda çıkacak filozof ülkenin yöneticisi olabilir.
Platon’a göre devlet şekilleri şöyledir: 1. Patriarşi; insanlık tarihinin ilk yönetim biçimi patriarşide, henüz zenginlik ortaya çıkmamış, insanlar ilkel bir durumdadır. Sözlü yasaların hâkim olduğu bu dönemde, klan şefi topluma liderlik eder ve ahlaklı bir yaşam sürülür. Ailelerin birleşmesi, nüfusun artması ve zenginliğin ortaya çıkması ile bu düzen ortadan kalkmıştır. Filozofa göre, ideal devlete en çok benzeyen toplumsal düzen patriarşidir; ancak ona tekrar dönmek mümkün değildir. 2. Monarşi veya aristokrasi; tek bir soylu ailenin yönetimi monarşi, birçok ailenin yönetimiyse aristokrasiyi meydana getirir. Filozof, bu yönetim biçimlerini tekin veya azınlığın çoğunluğu yönetmesini onaylamıştır. Yasalara uygun bir yönetim gösterildiğinde monarkın yönetimi, en yetkili yönetim tarzı olur, aristokratik yönetim de bu anlamda onaylanabilir. 3. Timokrasi; ideal devletin bozulmasından sonra timokrasi ortaya çıkar. Burada bilgelikten çok, onura, şöhrete, askerliğe önem verilir ve Sparta’daki gibi bir düzen kurulur. Platon’a göre, Sparta tarzına benzeyen bu yönetimde bilgelik dışlanır, şiddet öne çıkar ve insanlar doğruluktan uzaklaşır. 4. Oligarşi; bir toplumda zenginler, bilgeliğin, doğrunun yerini aldığında oligarşi meydana gelir. Bu düzende iktidarın ölçüsü para olur, oligarklar tüm işleri kendileri yürütmek ister, bu düzende oligarklar ile halk arasındaki sınıfsal uçurum artar. Halk, yoksullaşır ve dilenciliğe mahkûm edilir. 5. Demokrasi; Platon’a göre, demokrasi rejimi çok tehlikelidir. Bu rejimde, politika bilen veya bilmeyen yurttaşlar, yeteneklerine, birikimlerine, liyakatlerine bakılmaksızın iktidara gelebilir. Bu durumda iktidar sahipleri polise büyük zarar verebilir. Bu tür rejimlerde demagoglar ortaya çıkar, halkı çeşitli vaatlerle kandırır, ölçülülük ve doğruluk ortadan kalkar. Demokraside hiçbir erdeme, hiçbir doğruluğa yer yoktur. Adaletten söz edilemez, soya sopa önem verilmez, herkes eşit kabul edilir. Halbuki filozofa göre: “gerçek eşitlik, daha büyüğe daha fazla, daha küçüğe daha az veren ‘oranlı eşitlik’tir. Buna göre, her kişi erdemiyle, eğitimiyle, yeteneğiyle orantılı olan bir pay alır; eşit değerde olmayanlar arasında eşitsiz bir paylaştırma yapılır. Adalet, ancak oranlı eşitliğin uygulandığı yerde vardır.”[10] 6. Tiranlık; halka şirin gözükmek isteyen demagogların kışkırtmalarıyla toplumda zenginlik düşmanlığı ortaya çıkar, zenginler bu halde yeni bir oligarşi kurmaya çalışırken halk kendisine umutlar veren bir kişiyi tek adamlığa, tiranlığa getirir. Tiran iktidarını sürdürmek için sürekli savaşlara girer, ordusunu güçlendirir, halka ağır vergiler yağdırır, polisin her zaman korku içinde yaşamasını sağlamaya gayret eder. Nihayet halk bir köle durumuna düşer. İşte bu kötü rejimlere karşı Platon ideal bir devlet tasarlamak istemiş, döngüselliği kırıp mutlak ve istikrarlı bir rejim hayal etmiştir. Tarihsel veriden devletin olumsuz yanlarını teşhis eden filozof ideal devletini ise bir zihinsel araştırmayla saptamıştır.
İdeal Devlet
Platon’un çizdiği ideal devlet, tüm rejimlerin kaşsında yer alır, bu devlet, tarihte var olmamış bir düzendedir ve bu anlamda bir ütopyadır. Tarihsel deneyimlerden elde edilmez, filozofa göre, bu bir ideadır ve ancak akıl yoluyla yaklaşılabilir. İdeal devlette, üretim, koruma ve yönetim işlerini gerçekleştiren üç ayrı sınıf vardır ve bu üç sınıf birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilgelik filozofların, yiğitlik koruyucuların erdemidir. Filozofların idaresinde doğru ve adil bir toplum meydana getirilir. Bu rejimde katı bir iş bölümü vardır, herkes kendi işinden sorumludur. Bu devlette yüzölçümü, nüfus ve zenginlik ölçülüdür, ülke kendi kendine yeterli ve büyük oranda kapalı olmalıdır. Üreticiler emek gücüyle çalışır, tek erdemleri itaat etmektir. Koruyucular ve onların arasından çok az sayıda çıkacak filozof, çok sıkı bir eğitimden geçerler. Bu eğitim, ideolojik ve tek tip bir eğitimdir. Sanatlar, müzik, oyun çok sıkı bir denetimden geçmeli ve tekdüze olmalıdır. Müzik, beden eğitimi, bilim sevgisi çocuklara verilen ilk eğitim olmalı, çocuklar savaşa da götürülmeli ve sınanmalıdır. Tüm bu zorlu eğitimin ardından aralarından ancak çok az sayıda çıkacak filozof ülkenin yöneticisi olabilir.
Aristoteles’e göre, gerçek monarşi tanrısal bir kişiye, gerçek aristokrasi ise erdemli yurttaşlara ihtiyaç duyar, bu halde bu yönetim biçimlerinin her yerde kurulması mümkün değildir. O halde, en iyi yönetim biçimi politeia’dır.
Platon bu düşüncelerini ifade ettiği Politeia’yı (Devlet) yazdıktan 15 yıl sonra, Politikos’u (Devlet Adamı) kaleme almıştır. Bu kitabında tanrısal kralı öne çıkarmış, politika bilimine hâkim böyle bir devlet adamının yasalı veya yasasız devleti yönetebileceğini ifade etmiştir. Filozofun politika ile ilgili üçüncü kitabı Nomoi (Yasalar) olmuş, bu kitabında ideal devlet veya tanrısal kral yaklaşımlarını bir tarafa bırakmış, daha gerçekçi bir devlet tasarlamaya gayret etmiştir. Buradaki tezine göre, devlet idaresi için hâkim yasa koyucular tarafından yasalar yapılmalı, yurttaşlar bu yasalara kesin bir biçimde uymalıdır. Bu yasalar, istikrar sağlamalı, akıl ortaya koymalı, yurttaşlar ılımlı bir hayat sürmeli, coğrafyası, nüfusu, üretkenliği, mülkiyet ilişkileri ve tüm akla gelen unsurlarıyla bu yasalı devlet ölçülü olmalıdır. Aşkın yasak olduğu bu devlette, özel mülkiyet ve aile kurmaya izin verilmiş; ama tüm bu ilişkiler yasalar tarafından saptanmıştır. Devlet; yurttaşlar, tüccar yabancılar ve emeği sağlayan kölelerden meydana gelmiştir. Bu en iyi ikinci devlet, monarşi ile demokrasinin bir karışımıdır. Burada yurttaşların kendilerine yönetime katılmış hissedeceği meclislere yer verilmiş, eğitim seçkinler yetiştirmek için önemsenmiş, dine ise halkın ihtiyaçları için yer ayrılmıştır.[11]
Aristoteles: Platon’u Yıkmak veya Takip Etmek
MÖ 384 yılında Selanik yakınlarında doğan Aristoteles, Makedonya kralının özel hekimlerinden Nikhomakhos’un oğluydu. 17-18 yaşlarında Platon’un Akademisine girmiş, burada parlak öğrencilik yıllarının ardından öğretmenlik de yapmıştır. Platon’un ölümünün ardından Akademi’nin başına getirilmeyince okuldan ayrılmış, üç yıl kadar Asos’ta kaldıktan sonra, Büyük İskender’in öğretmenliğini yapmış, daha sonra, Atina’da Lise adı verilen okulunu kurmuştur. Bu okulda uzun bir zaman öğretmenlik yapmış, Büyük İskender’in ölümünün ardından, Makedonya yanlısı görülen filozof, dinsizlik suçlamasıyla mahkemeye verilmiş, bunun üzerine, Atinalıların Sokrates’e karşı işledikleri suçu tekrar etmemeleri için şehirden ayrılmış, bir sene sonra ölmüştür.
Tümevarım yönteminin bilgi edinmede önemli bir araç olabileceğini ifade etmesine karşın Aristoteles, tümdengelim yönetimini uygun görmüş, gerçek bilgiye ancak bu yöntemle ulaşılabileceğini, gerçek bilginin tümellerin bilgisi olduğunu ve kavramlarla ifade edildiğini vurgulamıştır. Platon’un idealar kuramını eleştirmiş, ayrı ve bu dünyadan farklı bir idealar dünyası gerçekliği olmadığını söylemiş, ideaların ancak ve sadece nesnelerde gerçeklik kazanabileceğini ifade etmiştir. Tüm ideaların ancak bu biçimde var olabileceğini söyleyen filozofa göre, Tanrı ve salt akıl bu kuralın dışındadır. Tanrı ilk devindiricidir ve kendinden önce bir devindirene ihtiyaç duymaz. O, salt form ve tam yetkinliktir. Metafiziğin ilk etkenidir, evreni, onun kendini özlemesiyle etkiler ve ona kendisine dönme ereği yükler. Her varlık içindeki bu erekten dolayı kendi yetkin biçimine ulaşmaya çalışır, işte devinim bu telostan meydana gelir.
Aristoteles siyasal görüşlerini Politika kitabında ifade etmiştir; ancak bu kitap tamamlanmış bir çalışma olmadığı gibi, yer yer iç tutarlılıktan da yoksundur. Filozofa göre, insan doğuştan siyasal bir hayvandır. İnsan doğasından kaynaklanan bir biçimde siyasal toplumu kurar ve yetkin devlet biçimi polisi meydana getirir. En yüksek iyi, devlet veya siyasal toplumdur. İnsanın kendi kendini var edebilmesinin, özünü, gerçek doğasını ortaya koyabilmesinin tek imkânı polis içinde yaşamasıdır. Aristoteles, devlet ile aile arasında benzerlikler kurmuştur, ona göre, babanın henüz reşit olmayan çocuklar üzerindeki tam yönetimi krallığa, babanın köleleri üzerindeki mutlak hakimiyeti despotizme benzemektedir. Siyasal yönetimler altı çeşittir, ilk üçü doğru, son üçü bunların sapmış biçimleridir. Buna göre; 1. Ortak iyiliği amaçlayan tekin yönetimi Monarşi, 2. Ortak iyiliği amaçlayan azınlığın yönetimi Aristokrasi, 3. Ortak iyiliği amaçlayan çoğunluğun yönetimi Politeia (oligarşi ile demokrasinin karışımı, demokrasiye yaklaşanlara politeia denir, oligarşiye yaklaşanlaraysa aristokrasi denir), 4. Tekin çıkarını amaçlayan tekin yönetimi Tiranlık, 5. Zenginlerin çıkarını amaçlayan azınlığın yönetimi Oligarşi ve 6. Yoksulların çıkarını amaçlayan çoğunluğun yönetimi Demokrasi.
Sırası ve tarihi bilinmemekle birlikte Heredotus’un Karadeniz kıyıları, Suriye, Mezopotamya, Mısır ve Kirene’ye gittiği tahmin edilmiş, ardından Atina’da bir süre kalmış, burada coğrafya ve etnografya üzerine konuşmalar yapmıştır.
Aristoteles’e göre, gerçek monarşi tanrısal bir kişiye, gerçek aristokrasi ise erdemli yurttaşlara ihtiyaç duyar, bu halde bu yönetim biçimlerinin her yerde kurulması mümkün değildir. O halde, en iyi yönetim biçimi politeia’dır. Bu yönetim biçiminde ortak yarar gözetilir, çoğunluğun yönetimi kurulur ve silah taşıyan herkes yurttaş kabul edilir. Politeia, oligarşiden sınırlı mülkiyet koşulunun, demokrasiden yurttaşların siyasete katılımının, bu iki rejimden zenginlik ile yoksulluğun karılmasıyla meydana gelir.
Bu rejim orta sınıfa dayanır ve böylece istikrar kazanır, orta sınıf sayesinde siyasal yönetim denetlenebilir, belli bir çoğunluk siyasete katılabilir. Ağaoğlu, Aristoteles’in bu olabilir devletini şöyle yorumlamaktadır: “döneminin en yaygın yönetimleri olan demokrasi ile oligarşilere öykünecekleri bir model sunmak ve böylece bunların aşırıya kaçmalarını önleyip ılımlı bir yol izlemelerini, dolayısıyla durulmaya (istikrara) sahip olmalarını sağlamaktır.”[12] Aristoteles’in ideal devleti, Platon’un Yasalar’da meydana getirdiği ideal devlete benzemiştir. Filozofa göre, ancak ve sadece erdemlilerin yönettiği devlet, ideal devlettir. Bu devlet, kendi kendine yeterli olmalı, büyüklüğü ve kapsamı da bu ölçüye uygun bulunmalıdır. Bu devlet üç sınıfa ayrılır; yurttaşlar, özgür üreticiler (zanaatkarlar, tüccar ve işçiler) ve köleler. Yurttaşlar, ancak kölelerin varlığıyla emek işlerinden kaçınabilir, serbest zamana kavuşabilir ve yurttaşlığın gerektirdiği erdemleri iyi bir eğitimle kazanabilirler.[13]
Kısaca, Platon ve Aristoteles tarihi olaylardan felsefi sonuçlar çıkarılamayacağını ifade etmiş, bu işi felsefeye devretmiştir. Ancak siyasal düşüncelerini kurarken ister istemez tarihten faydalanmış, tarih olayları, tarihi yönetim biçimlerini bir bakıma değilleyerek siyasi düşüncelerine ulaşmışlardı.
Eski Yunan Dünyasından Tarihçiler: Herodotus ve Thukydides
Eski Yunan dünyasının kültürel kaynakları arasında ilk akla gelenler tarihsel gerçeklikle birtakım bağlar kuran Homeros’un (MÖ 750-700?) destansı bir biçimde derlediği Odesa ve İlyada destanları ile Hesiodos’un (MÖ 700?), daha çok günlük işleri, ilişkileri anlattığı didaktik eserleridir. Şüphesiz bu eserler birtakım tarihsel göndermeler içerse de birer tarih çalışması değil, edebiyat ürünleriydiler. Eski Yunan dünyasında büyük filozofların tarihe yaklaşımı felsefi anlamda pek de olumlu görülmemişti; ancak bu yıllarda tarihçiler de ortaya çıkmış, eserler vermiş, birbirilerini eleştirerek yeni tarihsel yöntemler ortaya çıkarmıştır. Eski Yunan dünyasının tarihçilik denildiğinde akla gelen ilk ismi hiç şüphesiz, Çiçero tarafından Tarihin Babası biçiminde adlandırılmış Herodotus (480-432) ile Thukydides (ö. 399) olmuştur.
Tarihin babası biçiminde adlandırılan Herodotus’tan önce, MÖ VI. yüzyılda, şehirlerin kuruluşunu, kral ve kahramanlar ile önde gelen ailelerin tarihlerini yazan ve logogrpah (nesir yazarı) biçiminde adlandırılan araştırmacılar çıkmış, tapınaklarda veya kamu binalarında yer alan arşivler ile sözlü gelenekten yararlanarak çalışmalar yapmıştır. Lalographlardan günümüze pek bir şey kalmasa da Herodotus ve Thukydides’in bu çalışmalardan yararlandıkları bilinmektedir. Söz konusu yazarlar arasında coğrafya ve soyağacı yazarlarının yanı sıra Hekaitos’un Periodos Ges (Yeryüzünün Tasviri) isimli eseri aşağıda söz edeceğimiz iki önemli tarihçi için önemli bir kaynak olmuştur.[14]
Halikarnasos’ta MÖ 480’li yıllarda soylu bir ailede doğduğu tahmin edilen Herodotus, genç yaşlarında siyasete girmiş, parti kavgalarına karışmış, bu nedenlerle doğduğu şehri bırakıp yolculuklara çıkmıştır. Sırası ve tarihi bilinmemekle birlikte Heredotus’un Karadeniz kıyıları, Suriye, Mezopotamya, Mısır ve Kirene’ye gittiği tahmin edilmiş, ardından Atina’da bir süre kalmış, burada coğrafya ve etnografya üzerine konuşmalar yapmıştır. Perikles’in teşvikiyle MÖ 440 yıllarında Pers savaşlarını (Yunan-Pers Savaşları MÖ 499-449) yazmaya ve bu savaşlarda Atina’nın oynamış olduğu üstün rolü vurgulamaya karar vermiştir. Bu tasarımını, Atina’dan ayrılıp Güney İtalya’ya yerleştiğinde yapabilmiş; ancak Peloponnes Savaşları (MÖ 431-404) sırasında Atina’ya dönünce, burada 432 yılında hayatını kaybetmiş ve eseri yarım kalmıştır.
Herodotus’un, tarihsel kaynakları arasında, resmî belgeler, yazıtlar, siyasi hicivler, edebi yazı ve dramlar yer almış; ama tüm bu kaynakların üzerinde tarihsel sözlü birikime önem vermiştir. Eserinde Pers Savaşlarını 478’e kadar anlatmıştır. Herodotus, Doğu’da görülen ve yıllık veya kronik biçiminde kaydedilen olayların çevresini aşmış, bu savaşı bir Doğu-Batı mücadelesi biçiminde görmüş, savaşın ana nedenini ise Perslere karşı ayaklanmış İyonlarda bulmuştur. Eserinde doğaüstü unsurlara geniş yer vermesi, kronolojiye yeterince dikkat göstermemesi, tarafsız yaklaşımını koruyamaması tarihçinin eleştirilmesine ve her ne kadar Tarihin Babası biçiminde adlandırılsa da eksik yanlarına vurgu yapılmasına sebebiyet vermiştir.[15]
Felsefi bilgiye ancak ve sadece akli bir biçimde, düşünsel bir uğraşın sonunda ulaşılabilir, bu bilgi tümel ve kavramsal bir bilgi olabilir ve yeni bir siyaset veya yeni bir devlet kurmak için uygulanabilirdi.
Bir tarih çalışması kaleme alan Heredotus’un temel kaygısı, yaşanan bu büyük savaşın unutulmaması, savaşın nedenlerinin bilinmesi olmuştur. Tarihçi bu kaygısını şöyle ifade etmiştir: “Bu, Halikarnassosolu Herodotus’un kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların gerekse barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.”[16]
Herodotus’un ardından gelen Thukydides (ö. 399), eski Yunan dünyasının bir diğer büyük tarihçisi ve Batı tarih yazımının da ilk bilimsel tarihçisi kabul edilmiştir. Trakya krallığı hanedanına mensup yazar, gençliğinde Sokrates ve sofistlerin derslerini takip etmiş, siyasetle ilgilenmiş, askerlik yapmış, bu sırada askeri bir hatasından dolayı suçlanmış, ölüme mahkûm edilmiştir. Bu olayın ardından Trakya’daki çiftliğine çekilmiş, ardından affedilip Atina’ya dönmüş ve burada Peloponnes Savaşlarının kaybedilmesinden sonra 399’da ölmüştür. Thukydides’in yazdığı ve Peloponnes Savaşları biçiminde adlandırılan eser söylediğimiz gibi, ilk bilimsel tarih araştırması kabul edilmektedir. Bu kabulün şu unsurlara dayandığı söylenebilir: 1. Bir konu üzerinde durulmuş, Peloponnes Savaşları, bu konu dışına çıkılmamış, tutarlı bir bütünlük ortaya konulmuştur. Thukydides kitabının hemen başında şöyle demiştir: “Atinalı Thukydides Atinalılar ile Peloponnesoslular arasındaki savaşı anlatacak. Her şeyi başından itibaren anlatmasının nedeni bu savaşın diğerlerinden çok daha önemli olduğuna inanmasıdır.”[17] 2. Savaş kronolojik bir biçimde, tarih ve zaman unsurlarına dikkat edilerek kaleme alınmıştır. 3. Tarihçi, bu savaşı anlamaya ve açıklamaya gayret etmiştir. 4. Sıkı bir kaynak eleştirisi yapılmış, abartma ve yalanlardan uzak durmuştur. Thukydides şöyle demiştir: “Yazılı her şeye inanmam beklenemez. Çünkü insanlar kendi ülkelerinin tarihiyle ilgili her şeyi hiçbir araştırma yapmaksızın kabul ediyorlar. […] İnsanlar çoğu zaman araştırma yapmaksızın ilk gördükleri bilgileri doğu olarak kabul ediyorlar. […] Çünkü herkes olayları kendi bakış açısına göre anlatmakta. Bu olaylarda çeşitli mucizelere rastlamayacaksınız. Belki bu durum çok hoşunuza gitmeyecek. Fakat sadece geçmişte olup bitenleri öğrenmek isteyenler için bu kaynak yeterli olacaktır. Çalışmam okumalarında sadece bir an için keyif almak isteyenler için değil gerçekleri öğrenmek isteyenler için yapılmıştır.”[18] 5. Nesnel bir çizgi takip edilmiş, taraftarlık yapılmamıştır. 6. Savaşın nedenleri üzerinde durulmuş, doğaüstü unsurlara yer verilmemiş, savaş insani, iktisadi, toplumsal ilişkiler bağlamında incelenmiştir.[19] Bu unsurlarla Thukydides, Batı tarihçiliğinin yöntemini ifade etmiş, kurucusu olmuştur.
Sonuç itibariyle, eski Yunan dünyasında filozoflar, tarihi bilgiyi çokluğun bilgisi biçiminde değerlendirmiş ve tarihi bilgiden felsefi çıkarımlar yapılamayacağını düşünmüşlerdi. Onlara göre, tarihi bilgi görünen, bilenen, duyulan bir bilgiydi ve buradan tümellerin bilgisine, akli bilgiye, yani felsefi bilgiye ulaşmak mümkün değildi. Felsefi bilgiye ancak ve sadece akli bir biçimde, düşünsel bir uğraşın sonunda ulaşılabilir, bu bilgi tümel ve kavramsal bir bilgi olabilir ve yeni bir siyaset veya yeni bir devlet kurmak için uygulanabilirdi. Burada şüphesiz tarihi olaylardan yararlanmış ama tarih ile felsefe arasına kesin bir hat çekmişlerdi. Onlara göre, tarihten kavramlar çıkarılamaz, bu iş ancak ve sadece felsefe ile yapılabilirdi. Bugün de izleri görülen bu anlayış, tarihi araştırmaların, geçmişin bir merakından kaynaklandığını ve sadece betimsel bir uğraş olabileceğini ifade etmiştir. Tarihi bilgi, eski Yunan filozoflarına göre, olumsuz unsurları göstermiş, bir bakıma tümellerin bilgisine, ideal devletin bilgisine ulaşmanın değilini vermiştir. Bu vasfıyla görünür olanın olumsuzluklarını ifade etmiş, her halde ideal bilgiye ulaşmanın aracı olmuştur. Herodotus ve Thukydides ise tümellerin bilgisini bir yana bırakmış, kendilerini tarihi olayları araştırmaya adamışlardı. Herodotus, mitolojiden de yararlanmış büyük olayları tercih etmiş, onları nedenleriyle birlikte anlatmaya gayret etmiştir. Günümüz tarihçiliğinin atası görülen Thukydides ise seküler bir yol tercih etmiş, zamana, kronolojiye dikkat göstermiş, nedenler araştırması gerçekleştirmiş, eleştirel bir tutum takınmış, bu vasıflarıyla günümüz tarihçiliğinin atası kabul edilmiştir.
* Bu sunum, Sarıyer Belediyesi Edebiyat ve Felsefe Söyleşileri Programında 14 Ocak 2018 ve Çekmeköy Dayanışma Derneği Felsefe Atölyesinde 22 Mayıs 2018’de yapılmıştır.
[1] Mehmet Ali Ağaoğlulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, 4. bs. (Ankara: İmge Kitabevi, 2004), 11-16.
[2] Ağaoğulları, Kent Devletinden, 19-21.
[3] Doğan Özlem, Tarih Felsefesi (İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2001), 21-22.
[4] Özlem, Tarih, 23.
[5] Poetika’dan akt. David Ross, Aristoteles, çev. Ahmet Arslan vd. (İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2002), 321.
[6] Aristotales, Atinalıların Devleti, çev. Suat Yakup Baydur (Cumhuriyet Yayınları, 1998).
[7] Özlem, Tarih, 29.
[8] Özlem, Tarih, 29-33.
[9] Özlem, Tarih, 43.
[10] Platon, Nomoi, 757 a-c, akt. Ağaoğulları, Kent Devletinden, 229.
[11] Bu kısım için bkz. Ağaoğulları, Kent Devletinden, 181-310.
[12] Ağaoğulları, Kent Devletinden, 370-374.
[13] Kölelik sorununa dair filozof şöyle demiştir: “Dokuma tezgâhının mekiği kendiliğinden gidip gelse, lirin mızrabı kendiliğinden çalsaydı, o zaman ne yapımcıların işçiye gereksinimi olurdu ne de efendilerin köleye.” Akt. Ağaoğulları, Kent Devletinden, 346.
[14] Güler Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1990), 62-64.
[15] Arif Müfid Mansel, Ege ve Yunan Tarihi (Ankara: TTK, 1988), 355. Ayrıca bkz. François Hartog, Heredotus’un Aynası, çev. Emin Özcan (Ankara: Dost Kitabevi, 1997), IV. Çelgin’e göre, Herodotus tarihçiden ziyade bir edebiyatçıdır. Çelgin, Eski Yunan, 67.
[16] Herodotus, Herodotus Tarihi, çev. Müntekim Ökmen (İst: Remzi Kitabevi, 1973), 32.
[17] Thukydides, Peloponnesos Savaşları, çev. Furkan Akderin, 2. bs. (İstanbul: Belge Yayınları, 2017), 7.
[18] Thukydides, Peloponnesos, 16-17.
[19] Mansel, Ege, 356.