arama

Tarihsel Süreçte Kent ve Meydanlar

Arif ARSLAN
“Mükemmelleştirilmiş bir kabuk çoğunlukla hayal kırıklığına uğramış, manevi yönden çökmüş bir yurttaş organizmasının nihai dışavurumudur.”
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

Kente uzaktan bakanlar, kentten gelip geçenler için meydanın imgesi çoğu kez kentle özdeşleşmektedir. Bu yönüyle toplumun yaşam ve kültür biçimini, kültürünü, geçimsel ilişkilerini ve endüstrisini yansıtacak ögeler taşır meydanlar.

Bir kentin en önemli mekanı meydandır; meydan, toplumsal yaşamın şeklini ve taleplerini, yönelimlerini yansıtan bir mekandır. Mekanla onda/onu yaşayanlar arasında karşılıklı bir biçimlendirme etkisi söz konusudur. Topluluğun en gözde mekanı olması ilgisiyle toplumsal yönüne hep dikkat çekilmiştir. İnsanların ilgi ve beklentileri mekanın yapılanışında etkin olduğu gibi insanların duyarlılık ve algısının şekillenmesinde kent alanları belirgin şekilde etki yaratmaktadır. Meydanın siyasal toplumsal yaşamla doğrudan ilgisi en eski toplumlardan beri biliniyordu. Aristotales, Politika adlı kitabında bir hisarın (akropolis) oligarşiye ve tek adam yönetimine, düz açık zeminin ise demokrasiye tekabül ettiğini belirtmektedir 1 Kent meydanları, herhangi bir açık alandan farklı olarak belli bir sınırlılıkla kapalılık hissi de veren bir ölçeğe sahiptir. Meydanın büyüklüğü daha çok kent nüfusunun sayısına oranlıdır; ancak İstanbul gibi hızlı gelişen kentlerin semt meydanları bu açıdan yetersiz kalmaktadır. Meydanların belirgin özelliği, etrafının binalarla çevrili olması, anıtsal veya tarihi kimi estetik varlıklara sahip olmasıdır. Kentte yaşayanların ilgisinin toplandığı mekan olarak karakterize elemanlara sahiptir meydanlar. Kente uzaktan bakanlar, kentten gelip geçenler için meydanın imgesi çoğu kez kentle özdeşleşmektedir. Bu yönüyle toplumun yaşam ve kültür biçimini, kültürünü, geçimsel ilişkilerini ve endüstrisini yansıtacak ögeler taşır meydanlar. Burada kent tarihine de el atarak özellikle de kent meydanlarının kullanımında, söz konusu dönemin üretim ilişkilerinin kültürel/düşünsel düzeyde nasıl bir estetizm ürettiğini görmeye çalışacağız.

En Eski Kentler ve Meydan
İnsanlık tarihi açısından kentin önemini dile getiren Mumford, “ [Kent] sadece fiziksel araçları değil, bu mirası aktarmak ve geliştirmek için ihtiyaç duyulan insanları da bir araya getirip örgütledi. Bu hâlâ, kentin insanlığa en büyük armağanıdır.” 2  demektedir. İlk kentlerin ortaya çıkışı, elbette ki toplumsal zenginliğin artışıyla ilgilidir; ekonomik ve politik tekelin büyümesi, kenti de büyütmüştür. Tarımsal üretime geçişle beraber, artı ürün ortaya çıkınca ürünlerin saklandığı mekanlara ihtiyaç duyulmuş olup zamanla sınıfsal farklılaşmanın ortaya çıkışıyla beraber ortaya çıkan tapınaklar da bir yerde eğleşmeyi ve üretimi organize etmeyi zorunlu kılmıştır. Artı ürünlerin saklanması ve korunması işlevini çoğu kez tapınak binaları üstlenmiştir.3 Bu anlamıyla da dinsel tapınaklar, iktidar örgütlenmesinin en eski binaları sayılabilir. Artı ürünün toplanması ve korunması işlerini yürütmek de din adamları ve askeri gücün görevi olmuştur; devletin sahne alması anlamına gelir bu da. Demek ki kent, sınıflı toplumun oluşumu ile ilgili bir mekandır; politik, ekonomik ve dinsel düzenin merkezi konumundadır. Üretilen zenginliğin korunması gereği, kentin genişlemesine ve yeni ihtiyaçlara vesile olmuş; surlar, hendekler, kuleler, saraylar, hanlar vb. yapıların ortaya çıkmasına yol açmıştır.

İlk kent yerleşkeleri, Mezopotamya’da Sümer siteleriydi. Eridu, Ur, Uruk gibi yerlerde, köyden kente dönüşme süreci söz konusu olmuştur; Eridu, insanlığın ilk kenti sayılmaktadır. Kır ile bütünleşik olan kentin kırdan farklı olarak zanaatlar ve ticaretle uğraşanları daha fazladır. 4 Kır ile kent arasında karşılıklı bir besleme-koruma alışverişi söz konusuydu. Kente dönüşen nüfus, çevredeki boyun eğdirilen köylerden sağlanan artılarla beslenmek zorundaydı. Bunun karşılığında köylüler de kentteki yönetimden korunma bekliyordu. Bu korunma başka topluluklarca sömürülme ve yağmalanmaya karşı söz konusuydu. 5  Bu ekonomik, siyasal ve toplumsal uzmanlaşma zamana kent devletlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Mumford da sınıfsal olarak çatışmalı bir karşıtlığın olduğunu, “Azat etme ve kölelik, özgürlük ve zorlama, kent kültürünün başından beri mevcuttu” 6 diye vurgular. Sümer’de, Mısır’da, İndus’ta, Asurlarda, Hititlerde hep böyledir.

Muhtemel ki en eski meydanlar, tesadüfi karşılaşma mekanları olarak ortaya çıkmış olup zamanla kentlilerin siyasi, ticari, idari meseleleri tartıştığı, karara bağladığı mekanlar oldu. Sık buluşma yeri olarak kullanıldığı için de simgesel bir değer atfedilerek süslenme ve estetize edilmesi söz konusu oldu. Özel bir amaçla düzenlenmemiş olmasa da ilk kentsel yerleşimlerde de kent meydanı işlevini yerine getiren alanlar söz konusudur. En eski metinlerden biri olan Gılgamış Destanı’nın başlarında şu dizeler geçmektedir: “görüp geçirdiklerinin öyküsünü bir taşa kazıdı / sur çektirdi çevresine Büyük Alanlı Uruk’un”. Devamında surlar ve Uruk kenti betimlenmekte. Kentin güçlü kralı Gılgamış’ın süslü surlara maceralarını kazıması, iktidar ve gücün yansıtılması anlamında dikkate alınmalıdır. Anıt dikip bezetme, süsletme ve yazıtlama Sümerlerden beri birçok toplumun yaptığı işlerdendir. Bunun en temel nedeni de egemenliğin bilinirliğini, kalıcılığını sağlama ve ona “görünürlük” kazandırmadır. Bu anlamıyla da kalıcı olma ve güçlü olma duygusunun en temeli, mekansal hakimiyete bağlı olarak söz konusu olabilir.

“Mükemmelleştirilmiş bir kabuk çoğunlukla hayal kırıklığına uğramış, manevi yönden çökmüş bir yurttaş organizmasının nihai dışavurumudur.”

Meydanın önemli bir yanı kentsel sirkülasyonun ve dağıtımın yapılma yeri olmasıdır. Çoğu kez insanların toplanma, buluşma yeri olduğu gibi gidilecek yerlere yönelme mekanı olabilmektedir. Bu bakımdan kent meydanlarının en asli niteliği, ulaşım bağlantılarına sahip olmasıdır. Modern kent planlamasında bu husus, özellikle göz önünde bulundurulmaktadır. Kentin odağında bulunan ve insanların toplanma/buluşma işlevini içeren meydanlara, Eski Yunan’da agora, Roma’da forum, sonraki dönemlerde de kent meydanları denmiştir.

Eski Yunan ve Helenlerde Agora
Eski Yunan’da agoralar, site sakinlerinin çeşitli toplumsal konuları tartıştığı, işlevsel mekanların başında geliyordu. Agora, sözcük olarak toplanma anlamına gelir. İÖ. V. yüzyılda agora, tümüyle pazaryeri haline gelmişse de onun en eski ve sürekli işlevi, komünal buluşma yeriydi aslında. O zamanlarda pazar, sadece ticaret yapmanın ötesinde nedenlerle de bir araya gelmenin yeriydi: “Agora öfke, korku ve kuşku kaynaklı gerilimi ortadan kaldırmak, bozulan sosyal dengeyi onarmak için ortak meseleleri dile getirme yeriydi.” 7 Şehrin toplumsal imgesi, şehirde yaşayanların duygu ve moralleri üzerinde önemli düzeyde etkilidir. MÖ 6. yüzyılda şehrin olumsuzluklarının artması üzerine yönetici Psistrates, şehrin alt tabakalarına çeşitli ayrıcalıklar sağlayarak, şenlikler düzenleyerek şehrin toplumsal imgesini güçlendirmiş ve şehir sakinlerinin şehirle bütünleşmesini teşvik etmişti. Onun reformlarının ve düzenlemelerinin demokrasiye yönelimde çok önemli katkıları olmuştur.8  Kentlerin ve meydanların estetik düzenlenişi, simgesel nitelikleri şehirde yaşayanlarda bir bağ ve özdeşleşmeyi ortaya çıkarabilmektedir. Bu bağ, kent milliyetçiliğini pekiştiren bir durumdur ve kent değiştirmenin yüksek olduğu günümüzde bile bu olguyu gözlemek gayet kolaydır.

Kentin merkezi olduğu kadar kamusal bir yerdi ve toplanma amacını yerine getirecek şekilde, sade ve işlevsel bir mekandı. Sitenin yurttaşları, agoralarda sık sık toplanıp iş ve siyaset konularını tartışıyordu. Agoranın çevresinde pazar yeri, tiyatro, hamam, tapınaklar ve okul türünde yapılar yer alıyordu. Bu yönüyle de kentin kimliğini temsil eden, tüm yapısını ve estetiğini oluşturan bir merkezi öneme sahip olmuştur. Bir müzakere alanı oluşturan agora, kamusal işlerin yerine getirildiği alanlar olarak sitenin kalbi konumundadır. Köy biçimli yerlerde de tarih boyunca kutsal bir ağacın altında ya da su kaynağının yanı başında toplanma yeri, uzun zaman boyunca varlığını korumuştur. Uzun bir süre Anadolu’da seyirlik köy oyunlarının sergilendiği ve halk oyunlarının oynandığı yerler geleneksel olarak konumunu sürdürebilmiştir. Agora her şeyden önce bizdeki “çeşme başı” gibi bir muhabbet yeriydi; haber ve fikir alışverişinin, dedikodunun merkezi durumundaydı.

Agoralar zamanla köylülerin ürünlerini teşhir ettiği, sattığı, tezgah açtığı yerler de oldu. Hele de altın ve gümüş sikkelerin para olarak kullanılmaya başlaması, ticareti kolaylaştırdığı için agoraların siyasal işlevinin önüne geçer oldu ticari niteliği 9. Agoraların en bilineni Atina Agorası’dır; Atina Agorası tıpkı akropolis gibi kentin siyasal bağımsızlığının bir simgesi olmuştur. Gündelik geçimsel yaşam oikos (hane) sınırları içinde sürerken kamusal yaşam için agora vazgeçilmez öneme sahipti Eski Yunan’da. Polis denen siteler, topluluk yaşamını bir arada tutuyor, demokrasiyi sağlamanın belirleyici unsuru olarak da siyasal- yönetsel kararlar da agorada tartışılıyordu.

Meydan kavramının bugün bile demokrasi anlayışının merkezinde yer alması bu anlamda düşünülmelidir. Günümüz toplumunda en demokratik eylemlerin hala meydanlarda toplanarak dile getirilmesi, siyasal propagandaların, mitinglerin kent meydanlarında düzenlenmesi, bir toplumsal gelenek olarak sürmektedir. Agoralar fiziksel bir mekan olarak düşüncelerin dolaşması açısından, efkâr-ı umumiyenin ortaya çıkması açısından önemlidir. Ticari, hukuki, siyasi ve dini öneminin yanında toplumsallığın ifade yeri olan agoralar kent sakinlerinin ev dışında tüm zamanlarını geçirdiği yerlerdi 10. Polis sakinleri, toplumsal statü olarak eşit oldukları kişilerle sosyal ilişki kurarak özgürlük deneyimi kazanırlardı. Sosyal meseleler kamu önünde dile getirilerek aşılmaya çalışılmış, Namık Kemal’in meşhur sözü, “Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar” (Fikirlerin çatışmasından gerçeklerin güneşi doğar) Yunan agorasında karşılık bulmuştur. R. Bellah, Yunan akılcılaşmasını, (1) polis’in ortaya çıkışıyla beraber siyasal katılımın gelişmesine, (2) polis’in yükselişiyle beraber okuryazarlığın ortaya çıkmasına, (3) para ekonomisinin gelişiminin soyut düşünce için bir uyarıcı oluşuna, (4) taş yapıların inşasındaki temel teknolojilerin gelişimine bağlar 11. Burada söz konusu edilen toplumsal yaşamın çok yönlü olarak diyalektik bir gelişim içinde sonuçlar doğurmakta oluşudur; kent de bu anlamda insanın ortak yaşarlığının en önemli aracı olmuştur.

İnsanlar arasında kurulan her toplumsal yaşam biçimi kendisini, ele geçirilip yakalanmanın durmak bilmeyen korkusunu teskin eden mesafelerde dile getirir. Pek çok kadim uygarlığın çarpıcı özelliği olan simetri, kısmen insanın kendi etrafında eşit mesafeler yaratma girişiminden türer.

Helenistik dönemde tiranlar ve despotlar güçlenmişti; bunun estetik karşılığı da anıtsalcılık anlayışı oldu. Anıtsal mimariye muazzam harcamalar yapılıyordu. Hem yaşayanlara hem de ölülere adanmış tapınaklar, ibadethaneler, çeşmeler, sunaklar çoğaldıkça çoğalmıştı. Bu bayındırlık işleri bir anlamda halkın hoşnutsuzluğunu yatıştırmaya yarıyordu. Yunan kenti çözüldükçe Helenistik kent, yüzeysel olarak göze daha hoş görünür özellikleriyle öne çıkmaya başladı. Bunun nedeni kentte kültür yerine, arsız gücün ve gösterişçi zenginliğin öne çıkmasıydı: “Mükemmelleştirilmiş bir kabuk çoğunlukla hayal kırıklığına uğramış, manevi yönden çökmüş bir yurttaş organizmasının nihai dışavurumudur.”12. Helenistik dönemde agora, hükümdarın tebaayı hem sindirmek hem de eğlendirmek için gücünü sergilediği bir gösteri alanına dönüşmüş oldu.

Romalılarda Forum
Roma’da agoraya benzer amaçla kullanılan alanlara forum deniyordu. Forum da bir çeşit pazaryeri işlevi görmüştür. Bunun yanında forumun en temel parçası tapınaktı. Ayrıca mahkeme, ibadethane, meclis binası da forumu çeviriyordu. Pazaryerinin hemen yanına tapınak yaparak ticaret için gereken huzuru, kutsallıkla sağlamak istemiş olabilirler. Binaları simetrik biçimde düzenleme de ilk kez forumla başladı. Romalılar bu düzenleme ile foruma biriken kalabalıkla baş etmeyi becerdiler. Foruma gelen kalabalık alışveriş, ibadet, dedikodu, dava izleyicisi olabiliyordu. Hatta sırf bunun için foruma gelen bir kesim olduğu su götürmez. Kalabalık arttıkça kontrol gereği de ortaya çıkıyordu; bu nedenle spontan eğlenceye ayrılmış açık alan olarak ilk parklar da Roma döneminde ortaya çıkmıştır.

Agoraya benzer işlevi yerine getirmesinin yanında forumun farkı ölçek düzeyindedir. Yunanlılarla karşılaştırılınca Roma bir ordu devletiydi ve bundan dolayı, kentsel mekanları çok daha büyük olmuştur. Roma forumu kentin toplumsal, dinsel, ekonomik ve siyasal odağını oluşturan meydan olarak ortaya çıkmıştır. Kentin çekirdeği sayılan forumlar, aynı zamanda pazaryeri, resmi ve dinsel yapıları barındıran mekanlardı. Bu dönemde forumlar, müzakere alanından çok kentliler için bir seyirlik eğlence alanına dönüşmüştür. Ortaçağ İstanbul’unda şehrin ileri gelenlerinin finansa ettiği meydan yarışları eğlence amaçlı olarak yapılıyordu; meşhur Nika İsyanı, yarış için toplanan kalabalığın kontrolden çıkmasıyla ilgilidir 13. Sirkler ve amfitiyatro gibi eğlencelik etkinlikler öne çıkar olmuştur. Bu durum kamusal alanın demokratik niteliğinin kaybolmasıyla ilgili olarak anlaşılmalıdır. Roma, askeri bakımdan daha güçlü olduğu için siyasetin yerini askeri uygulamalar daha fazla alır olmuştur. Forumlar savaş öncesi ve sonrası Roma ordusunun geçit ve merasimlerin yapıldığı bir yer olmuştur. Ancak zamanla kamusal törenler, Roma emperyalizminin askeri gereklilikleri ve ritüel ilişkileri, Romalılar için sadece birer görev haline gelir oldu. Romalılar daha edilgen bir ruh haliyle kurallara boyun eğdiler ve kamusal yaşam giderek cansızlaştı. Kendi başına duygusal enerjisini boşaltacak yeni bir odak, bağlanılacak bir değer ve estetik bir deneyim bulamayan Romalı, formalitelerden yavaşça çekildi 14 Osmanlı döneminin sefahat ve şaşasını da meydan gösterileri üzerinden tespit etmek olasıdır. Özellikle şehzadelerin sünnet törenleri, haftalarca sürebiliyordu.

Doğu Roma’da da benzer uygulamalar söz konusuydu. Bizans kent meydanında (bugünkü Sultanahmet Meydanı) at ve at arabalı yarışlar, hayvan yarışları, tiyatro gösterileri yapılmaktaydı. Ayrıca iktidarın görünürlüğünü sağlayan zafer alayı gösterileri, kentin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Romalılarda seyirlik olayların daha çok yer bulması, imparatorluk iktidarının güç ve iktidar gösterisiyle ilgilidir. Kentin ve meydanın estetiği, seyirliği gövde gösterisinin ve ihtişamın halka gösterilmesi niyetli olarak yorumlanmalıdır. Merkezi bir imparatorluk, uzak bölgelere yönetsel olarak kolay ulaşamadığından iktidarın ideolojik işlevi devreye sokulmuş, “güç” salamadığı yerlere nam salarak çekince yaratmayı ummuştur: “Roma zafer alayının üç amacı vardı; başarılı bir askeri zaferin(seferin) sona erişinin kutlanması, savaşla kirlenen askerlerin ve yurttaşların arındırılması, Senato ya da Roma’da kalan halka savaşın haklılığını göstermek, hem bir kutlama hem de bir öğretici seyirlikti- yenilgiye uğrayan düşmanın halkının sanatını, mimarisini göstermek. Üçüncü amacı ise tanrıları özellikle Jüpiter’i tatmin etmek ve onurlandırmaktı.” 15. Buradan şu çıkarımı rahatça yapabiliriz ki işleyen bir demokraside kamuya ait paranın kamusal amaçlı harcanmasına karşı cimrilik söz konusudur çünkü yurttaşlar, paranın kendilerine ait olduğu duygusuna sahip olduklarından çar çur edilmesini istemezler. Oysa tek adam yönetimleri ve tiranlıklar, kendilerine aitlik duygusu hissetmediklerinden bol keseden harcayabilirler.

İlkel de olsa, her dengeli toplum, üyelerine toplanma ya da buluşma merkezleri sağlama gereğini duyar. Dinsel törenlerin yerine getirilmesi, pazarların kurulması, siyasal ve hukuksal toplantılar zorunlu olarak bunlara katılmak isteyen kişilerin toplanması için belli yerler ayrılmasını gerektirir.

Toplumsal yaşamın merkezini oluşturan forum, geometrik bir ölçüyle inşa edilmiştir. Tipik bir forum genellikle dikdörtgen biçimlidir. Şehrin diğer yapılarından ayrılmak için iki katlı sütunlardan alçak bir şekilde yapılan forum, resmi bir alan niteliği taşımaktaydı. Merasim ve askeri geçit gibi iktidarın izlerini taşıyan gösteriler forumlarda gerçekleşiyordu. Forumun geometrik mimarisi, iktidar ile tebaa arasındaki mesafeyi de belirleyen bir işlevi yerine getiriyordu. Mekanın geometrik niteliğiyle iktidarın belirmesi arasındaki ilişkiyi Canetti şu şekilde ifade etmiştir: “Her insan, en güçsüzü bile, başkasının, yanına yaklaşmasını önlemek ister. İnsanlar arasında kurulan her toplumsal yaşam biçimi kendisini, ele geçirilip yakalanmanın durmak bilmeyen korkusunu teskin eden mesafelerde dile getirir. Pek çok kadim uygarlığın çarpıcı özelliği olan simetri, kısmen insanın kendi etrafında eşit mesafeler yaratma girişiminden türer. Bu uygarlıklarda, güvenlik mesafelere dayandırılır ve sembolik olarak mesafelerle ifade edilir.” 16

Ortaçağda Kent Meydanı

Uygarlıkların birbirini dizi olarak takip ettiğini ve süreklilik içinde olduğunu düşünsek bile zaman zaman kesintiler olmayacağı anlamına gelmez bu. Kentsel yaşamın gelişimi açısından Ortaçağ, bir kesinti dönemi sayılabilir. Özellikle dinin, yaşam üzerindeki belirgin egemenliği, toplumsal yaşam açısından bir kısıt yaratmıştır. Dinin biçimsel pratikleri ve içsel düzenlemeleri disipline dayalı bir düzen önerdiğinden kamusal mekanların özgürleşme ilişkileri yaratması pek mümkün olamamıştır. Başta ekonomik nedenlerden dolayı, kentler kır karşısında bu dönemde gerilemiştir bu dönemde. Roma döneminde ortadan kalkan veya küçülen kentler karşısında taşra hayatı, tarımsal üretim gücü sayesinde kendine yeterli bir düzen sağlayabilmiştir. Bu bakımdan kent meydanları da eski ihtişamlı ve odak olma halini kısmen kaybetmiştir. Özellikle kuzey bölgelerden gelen yaban topluluklarının akınları nedeniyle Roma kentleri birer birer yıkıldı, ticari alanlar önemini kaybetti. Ayakta kalabilmeyi beceren yerleşimler yeni bir siyasal örgütlenme olarak feodal ilişkileri doğurdu. Bu dönemde Avrupa’nın birçok yerinde feodal beyler türedi ve bu beylerin her biri bir şehrin yöneticisi oldu. Her feodal beyin şehri, kendince bir çeşit merkez konumu kazanmıştır. Her feodal, kendi kentini en üst estetik niteliklerle bezetmeye çabalamış ve günümüze kadar kalabilen şatolar, kaleler, yapılar bu dönemde oluşmuştur. Bu dönemde kentlerin etrafı surlarla çevrilmeye başlanmış; böylece hem fazla nüfus için iş olanağı oluşmuş hem de vergilendirmeye meşruiyet sağlanmıştır. Ortaçağda toplumun ekonomik temelini toprak oluşturduğu için toprak sahiplerinin boyunduruğu insanları bunaltıyordu. Oysa kent, özgürlük ile ilişkiliydi; dönem itibariyle Avrupa’da şu ilke ortaya çıkmıştı: “Şehrin havası insanı özgürleştirir.” 17 “Kentli” sözcüğü ile özgür insan sözcükleri neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmıştır. 18

Ortaçağ kentinin belirgin yapıları kale ve manastırlar olmuştur. Hem manastırlar hem de bir güvenlik tedbiri olarak inşa edilen kent surları, aynı zamanda ölümcül bir yalıtıklık duygusu yaratmıştır .19 Ortaçağ kent meydanlarında önemli varlıklar olarak çeşmeler, küçük anıtlar, heykeller, simetrik merdivenler, göz alıcı yapılar yer almıştır. Küçük dükkanlar meydanı çevreleyen ticari faaliyet mekanları olarak yer alırken, kiliseler dini mekanlar olarak öne çıkmıştır. Bu dönemde meydan antik çağın geometrik formu yerine, küçük ölçekli bir yapıya bürünmüştür. Ortaçağ meydanları toplumsal ve ekonomik ihtiyaçların bir arada yürütüldüğü mekanlar olduğu kadar dini törenlerin icra edildiği yerlerdir. Kilise meydanın hakim figürüdür, meydan kiliseye doğru yönelmiş şekilde inşa edilmiştir. Bu dönemde kentlerin birbiriyle rekabeti gündem olmuş, estetik nitelikler bu nedenle önemsenmiştir. Gücün gösterisi olarak anıtsal varlıklar ve estetik süslemeler, meydanlarda önemle yer bulmuştur. İlkel de olsa, her dengeli toplum, üyelerine toplanma ya da buluşma merkezleri sağlama gereğini duyar. Dinsel törenlerin yerine getirilmesi, pazarların kurulması, siyasal ve hukuksal toplantılar zorunlu olarak bunlara katılmak isteyen kişilerin toplanması için belli yerler ayrılmasını gerektirir.20

Yine de belli açılardan ortaçağ kenti, daha önceki kent kültürünün başaramadığı şeyleri başarmıştır. Önceki dönemlerle karşılaştırıldığında kentin sakinlerinin çoğunun “özgür” insanlardan oluştuğuna kuşku yoktur. Kentin toplumsal yapısı hiyerarşik bir yapı olarak kalmasına karşın, serflerin de özgür yurttaş olabileceği gerçeği, sınıflar arasındaki biyolojik kökenli her türlü tecridi ve toplumsal hareketliliği büyük ölçüde canlandırmıştır. Kent sakiniyle yurttaş eş anlamlı kullanılır hale gelmişti. Bu dönemde iktidarın zorlayıcı dış denetimi, daha çok mesleki birimlerin yani loncaların üyelerine uyguladığı özyönetim unsurlarını içerir hale gelmişti.21 Dinin buyrukları, kendine hakim olma, düzen, dürüstlük, iç disiplin pratikleri daha sonra “kapitalizmin ruhu” (Weber) haline gelecektir.

Kamusal alan olarak meydanlar yeniden iktidarın güç ve ihtişam gösterişinin yeri olmaya başladı. Kralın gücü karşısında asilik yapanlar, meydanlarda asılarak ibret-i âlem olması amaçlandı. Meydanlar, idamları herkesin görebileceği şekilde düzenlenmekteydi. Böylece kent sakinlerine “sizi denetliyoruz” mesajı verilmiş oluyordu.

Rönesansta Kent Meydanı
Rönesansın erken döneminde kendine özgü bir kent yoktu; daha çok ortaçağ kentine eklenmiş yeni düzenin parçaları vardı. Kent genel olarak ortaçağ surlarının içindeki plana uygun olarak yeni binaların yapılmasıyla sınırlı kalmışsa da 15. yüzyıldan sonra kent hayatı biçimi ve içerik bakımından değişmiştir. Ulus devlet şeklinde merkezi bir despotun ortaya çıkmasında bunun önemli bir payı vardır. 14. yüzyıldaki büyük veba salgını dolayısıyla Avrupa’da çok önemli bir nüfus kaybı olmuştu ve yaşanan kırımın telafisi ancak 16. yüzyıla doğru mümkün olabilmişti. Ancak toplumsal yaşamın cansızlığını aşmak kolay olmamıştır.

Ortaçağın aşılmasıyla birlikte ticaret canlanmış, şehirler büyümeye başlamıştır hatta yepyeni şehirler ortaya çıkmıştır. Şehir ve meydan Ortaçağ öncesi gibi yeni toplumsal hayatın ve ekonominin merkezi haline gelmiştir. Kapitalist toplumun vazgeçilmez kavramı piyasa da bu dönemde “piazza” yani, meydan demektir. Piazza’dan türeyen piyasa, iki anlamda kullanılıyordu. İlki mal ve hizmetlerin alınıp satıldığı alanı, ikincisi ise gezinmek, insanlarla karşılaşmak anlamlarına gelecek şekilde kullanılıyordu (Taşçı, 2014: 128). Rönesans dönemi meydanları, tek merkeze yönelen sanat anlayışına uygun olarak dizayn ediliyor, meydandaki her eleman meydanla ilişkilendirilerek çevreye uyum sağlaması amaçlanıyordu. Meydanlara bakan büyük evler katı bir bütünlük izlenimi verecek şekilde on beş yirmi metrelik bloklar halinde inşa edilerek gittikçe özgür alanlar olmaktan çıkıyordu.22

Bu dönemlerde kentin niteliğini belirleyen en önemli gelişim, merkezi ordunun oluşmasıdır. Ordunun talim ve resmi geçitleri halk için en büyük kitle gösterileri haline geldi. Çan sesinin ortaçağ için karakteristik olması gibi, boru sesi ve trampet gümbürtüsü de bu dönemin kentsel hayatının karakteristik sesi olmuştur. Ayrıca ordunun ihtiyaçlarının temini için kumanyacılar, terziler, tophaneler, genelevler oluşmuş ve kent nüfusu kalabalıklaşmıştır. Bu dönemin genel estetik niteliğini barok kavramı açıklar. Barok iki zıt unsuru kendinde barındırır; biri formel kent ve park düzenlemelerinde soyut matematiksel yöntemin kullanılması, diğeri de duyusal, asi, taşkın, klasik karşıtı, mekanik karşıtı olan dönemin resim ve heykelinde, cinselliğinde, çılgın devlet adamlığında ifadesini bulan yandır. Bu zıt unsurlar XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir. Komşu kent üzerinde sömürü kurabilmek için birleşerek güçlenen feodal kentler, öte yandan iç özgürlüklerini kaybettiler ve despot yöneticiye itaat etmek zorunda kaldılar. Kamusal alan olarak meydanlar yeniden iktidarın güç ve ihtişam gösterişinin yeri olmaya başladı. Kralın gücü karşısında asilik yapanlar, meydanlarda asılarak ibret-i âlem olması amaçlandı. Meydanlar, idamları herkesin görebileceği şekilde düzenlenmekteydi. Böylece kent sakinlerine “sizi denetliyoruz” mesajı verilmiş oluyordu. Bu dönemin belirgin estetiği, taklitçi süslemelerin, yönetici zulmün örtüsü işlevini gördüğü söylenebilir. Friedrich Schiller’in William Tell adlı oyununda bu dönem kentlerinin yönetici zulümlerinden birini konu eder: Şehrin meydanına şapkasını astıran despot, gelenin geçenin bu şapkayı selamlamasını ilan etmiştir. Bundan haberi olmayan William ve oğlu şapkayı selamlamaz; askerler hemen baba oğlu tutuklar. Ceza olarak William Tell, oğlunun başının üzerine konulan elmayı okla vurmasının hikayesini anlatır Schiller.

Barok kentin temel simgesiyse geniş bulvarlardı; hem ordu geçitleri için hem de tekerlekli arabaların trafiği için. Pazaryerinin insanların buluşup bir araya gelebilecekleri yerel yoğunlaşma noktaları yaratmak yerine trafik hattı boyunca uzanan bulvar, kente bir karmaşa getirmiştir. Halkın kullanımına yönelik herhangi bir mekan oluşturma yönelimi olmamıştır. Saray dışında herhangi bir toplumsal varoluş tarzıyla temas kurulmaya gerek duyulmamıştır. Açık meydan anlayışı hiçbir dönemde yok olmasa da barok dönemde XVII. yüzyılda yeni bir yüzle ortaya çıktı veya genel olarak aynı mesleğe ve konuma sahip kişilerin oturduğu biraları karşı karşıya, bir araya getirmek gibi yeni bir kentsel amaca hizmet etmeye başladı .Zamanla iyice sıkışan kente büyük feodal mülklerden sağlanan meydanlar yapıldı; bu yeni meydanlar yeni üst sınıfın bir dizi ihtiyacını karşılamaktaydı. Aynı hayat standartlarına ve alışkanlıklarına sahip aristokrat ve tüccar aileler için inşa edilmişti bu meydanlar. Tek tip cepheye sahip olması önceleri, farklı siyasi ve dini tercihleri gizliyordu ancak XVII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan rekabet ve düşmanlıkların da gizlenmesi için bir sınıf örtüsü olarak kullanılmıştır: “Kibar takımı evlerinin cepheleri, ideoloji ve parti farklılıklarını zarifçe gizleyen ortak bir sınıf cephesi sunmaktaydı. Bir meydanda oturanlar, tam da bu nedenle fazladan bir ayrıcalığa sahipti.”23

Sanayi Devrimi ve Kent Meydanı
Sanayi devrimiyle ile birlikte toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşümler çok hızlı bir şekilde değişti ve kamusal mekanlar da buna paralel olarak dönüştü. Yeni sınıflar, yeni bir dil, yeni bir üretim biçimi, yeni fikirler ortaya çıktı. Kent ve meydanlar, dönemin hakim aklına uygun olarak ekonomik gereksinimlere uygun olarak şekillenmiştir. Fabrika denilen büyük üretim mekanlarının hayata girmesiyle birlikte hayatın ölçeği de bu doğrultuda değişime uğradı. Eski dönemlerin kısmi “kapalılık hissi” veren meydanları açık alanlara dönüştü. Fabrikalar, limanlar, demiryolları, istasyonlar, iskeleler kentsel mekanın belirgin yapıları oldu bu dönemde. Yeni gelişen burjuva ve proletarya sınıfı arasındaki çatışma şiddetlendikçe kalabalık sınıf olan proletarya meydanlara inmeye başladı. Devlet daha organize bir güç olarak kamusal alanları şekillendirmeye ve denetlemeye başladı. Bireyciliğin yaygınlaşmasıyla birlikte toplum sosyal alt gruplara ayrışmaya başladı. Bu kamusal alanda bir araya gelme ihtiyacını artırmıştır. Kent bu dönemde daha çok işlevsel amaçlı düzenlemelere tabi olmuştur. Geniş sokaklar, kaldırımlar, ulaşım araçlarına uygun geniş yollar, köprüler, istasyonlar, okullar, kütüphaneler, müzeler, iş merkezleri ve kalabalıklaşan emekçiler için konutlar kentin belirgin yapıları oldu. Toplumsal ve ekonomik sorunlar git gide artış gösterdi, kentler hızla büyüdü ve çoğu kez altyapı düzenlemeleri yetersiz kaldı.

19. yüzyıl ortalarında Baron Haussmann, mahalle ve semtlerin ekonomik açıdan türdeşleştirilmesi yani toplumsal sınıfların birbirinden yalıtılmasını amaçlar şekilde plan yapmıştı. Aynı şekilde toplumsal sınıfların yalıtılması ve uzak tutulması da bu anlamda yeni düzenlemeler gerektiriyordu. Walter Benjamin, Haussmann’ın şehir planlaması konusundaki idealini, temelde burjuvazinin ruhani ve dünyevi gücünün yüceltildiği mabetlerin bulunduğu geniş ve açık alanlara açılan, geniş, uzun ve muntazam caddelerden ibaret olduğu yorumunu yapar. İşçi sınıfı için yatakhane binaları inşa edilerek işçilerin denetim altına alınması amaçlanıyordu. Esas amaç, daha önceki devrimlerden ders çıkarmış olan burjuvazinin, Paris’in caddelerinde barikatların kurulmasını ilelebet imkansız kılmak üzere caddeleri genişletip şehri olası iç savaşa karşı koruma altına almaktı. Çalışma saatleri dışındaki vakitlerini bahçe işlerine harcamalarını sağlayarak beslenme giderlerini karşılamayı kolaylaştırma hedefleniyordu. Kent merkezinde yoksulların oturdukları konutlar, rahatsız edici bir görüntü yaratıyordu. Fabrikalar genellikle kentin en güzel bölgelerinde yer alıyor, ihtiyaç duyulan bol miktardaki suyu karşılayacak kaynakların yakınları tercih ediliyordu. Demiryolları da genellikle derelerin paralelinden geçiyor ve kent merkezlerine kadar uzanıyordu.

Kentlerde süpermarketlerin ortaya çıkışı, pazaryerinin otantik karşılaşmalarını ortadan kaldırdı. Süpermarketler kişisellikten tamamen uzak ve mekanik bir işleyişe sahip oluşuyla yeni bir tahakküm tarzı ortaya çıkarmış oldu. İnsan için pazaryerinin candanlığı ve muhabbet ortamının ortadan kayboluşu önemli bir toplumsal kayıptır.

Yeni sistem aynı zamanda artan bir işbölümü ortaya çıkardı ve kapitalist birikimi gerçekleştirecek bir üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketim ağının örgütlenmesini gerektirdi. Kent, kapitalist üretim ve tüketim tarzının gereklerine uygun olarak yeniden dönüştürüldü. Büyük mağazalar, pasajlar ortaya çıktı. Sanayileşen üretim seri ürünler piyasaya sürdü ve ücretli emekçiler bir yandan, tüketiciler haline geldi. İnsanların bir şey satın alma zorunluluğu duymaksızın etrafına bakınarak içinde gezebileceği yeni mağazalar, aynı zamanda yeni bir kamusal deneyim biçimi de yarattı. Paris, Londra ve diğer büyük kentlerde açılan tiyatrolar, şehir kulüpleri ve kafeler yeni bir kamusal yaşamın merkezi mekanları haline geldi. Kentte yoğunlaşmayla beraber toplumsal sınıflar birbirinden yalıtılmaya başlandı, mesela Londra’da şehir yayılıp genişleyerek oldu bu. Şehre yeni alanlar eklendikçe inşaatçılar ekonomik bakımdan homojen grupların gereksinimlerini karşılamak için geniş yerleşim alanları kurdular . Lefebvre’e göre endüstriyel alan, doğal nitelik taşıyan veya böyle olduğu varsayılan özgünlüklerin yerine metodik ve sistematik olarak empoze edilen bir homojenliği getirir. Aklın, kanunun, otoritenin, devletin, hegemonyayı elinde tutan sınıfın adına yapar bunu. Burada her şey meta mantığına, kapitalizmin ve burjuvazi tarafından dünya ölçeğinde gerçekleştirilen bir genel düzeyi meşrulaştırır. Bu, her şeyin içini boşaltan genelleşmiş bir rasyonalite projesidir. Bu rasyonalitenin merkezindeyse rekabet yer almaktadır. Rekabetçi akıl, geleceğin kapitalizminin merkezi olmaya aday ABD’de, yüksek bina olgusunu ortaya çıkarmış; gökdelenler, prestij gösterisinin, rekabetin ve kentsel rantın somut yapıları olmuştur. Kentin özgün sosyal işlevlerinden hemen hepsi mübadele amaçlı yapı ve dekorlarla önemini kaybetmiş durumdadır.

Modernizm ve Kent Meydanı
Modernizmle birlikte kentsel mekanın düzenlenişi, kapitalizmin gereksinimleri çerçevesinde sürdüğü görülür. Sermaye birikimini kolaylaştırmanın yolu sermayenin akışkanlığını hızlandırmaktan geçer. Mekanların düzenlenişi, kapitalist ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşirken eskinin katılıkları, “yaratıcı yıkıma” tabi tutulacaktır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Paris’ini dönüştüren Haussmann, eski kentsel dokuyu tamamen yıkıp yerine kenti yeni baştan inşa etmeye çalışmıştır. Hausmann, Paris’i dizayn ederken önceki devrimlerden ders almış olarak, emekçilerin ayaklanmalarını kolay bastırabilmek için “…gelecekteki barikatlar ve halk ayaklanmaları karşısında askeri birliklerin ve topçuların, daha hızlı hareket edebileceği uzun ve geniş koridorlar” inşa etmektedir. Geniş bulvarlar açmasının sebebi, stratejik ulaşımın hızlanmasını sağlamaktır. Yeni yollar kentin dolaşım sistemindeki atardamarlar olarak işlev görecekti. Ayrıca kentin kenar mahalleri temizlenecek, karanlık ve boğucu bölgeler, nefes alınacak yerler haline getirilecekti. Her düzeyde yerel iş hayatının gelişmesini teşvik edecek ve böylece muazzam ölçülerdeki yerel tahribatın giderilmesinin de önüne geçilmiş olacaktı. Binlerce yeni iş alanı açılarak bu işlerde kitleler istihdam edilerek pasifize edilmiş olacaktı. 24 Böylece Paris, yeni ekonomik, toplumsal amaç için estetik bir biçimle dizayn edilmiş oldu ve “görsel ve duyumsal bir şenlik” oldu.

Modernizm temel olarak “bir kent ütopyasıdır” bile denilebilir. Kentler, ideal bir tip doğrultusunda tasarlanarak mükemmellik, kesinlik ve çelişkisizlik amaçlanır. Modernizm, adaleti ve eşitliği sağlayabilmek amacıyla estetik donanımlardan yoksun, tamamen işlevsel yönelimli kentler ve yapılar inşa etme amaçtır. Modern mimarinin önemli isimlerinden Le Corbusier’e göre; konut bir barınma makinesidir. Le Corbusier, bu doğrultuda, bir yapının estetik değerini insana ve topluma sağladığı faydaya göre değerlendirmektedir. Bu felsefe, modern kent planlama anlayışını, “insanlığın bütün özlemlerini cisimleştirmeye yeterli bir efsane olarak etkin makineye tapınmanın yeniden su üstüne çıkması biçiminde, tekelci, bürokratik iktidar ve rasyonalitenin gizliden gizliye kutsanması” düzeyine götürecektir.25 Neticede Le Corbusier’in bütün derdi mimarlık ve şehir planlamacılığı ile Avrupa’daki krizi çözebilmekti. Çünkü yeni yüzyıl Avrupa’yı devrim korkusunu sardığı yıllardı ki Bolşevik Devrimi bunu daha da tetiklemişti. İşçi sınıfının hareketliliği, toplumsal dönüşüm için nesnel ve öznel koşulların olgunlaştığını düşündürtüyordu. Le Corbusier’in 1923’te sorduğu “Mimarlık mı, Devrim mi?” sorusunu, dönemin hakim duygusu içinde anlamak gerekir. Le Corbusier’in yanıtı kitabının son cümlesiydi: “Devrimden sakınılabilir.” 26

Modernist kent anlayışı, geniş bulvarlar, ağaçlı geniş yollar, gezi ve yürüyüş imkanları sunan kaldırımlar, yaya bölgeleri, yaya bölgelerine ilişik medyalar, anıt ve havuzlar, etkileyici seyirlik düzenlemeler sağlayarak kentleri, kamusal anlamda yaşanabilir, eşitleyici mekanlar olarak düşünmüştür. Bu mekanlar ve meydanlar, kapitalizmin yoğun ve yorucu yaşamına maruz kalan bireylerin, fiziksel yalnızlıklarını aşabilme ve başkalarıyla karşılaşabilme olanakları sunmaya yönelik olmuştur. Ancak ortaya çıkan sonuç, bütünlüklü insanın kayboluşudur: “Metropol topluluğunun bütün örgütlenmesi, kendiliğindenliği ve kendi kendine yön verme yeteneğini öldürmek üzere tasarlanmıştır. Kentlerde süpermarketlerin ortaya çıkışı, pazaryerinin otantik karşılaşmalarını ortadan kaldırdı. Süpermarketler kişisellikten tamamen uzak ve mekanik bir işleyişe sahip oluşuyla yeni bir tahakküm tarzı ortaya çıkarmış oldu. İnsan için pazaryerinin candanlığı ve muhabbet ortamının ortadan kayboluşu önemli bir toplumsal kayıptır. Pazaryerinin ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu reklam endüstrisi ve medyatik zevzeklik doldurmaktadır.

 

Kaynakça
1 Sennett, R. (2008). Ten ve Taş (3. Basım), Çeviren: Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, s. 31
2 Mumford, Lewis (2013). Tarih Boyunca Kent, Kökenleri, Geçirdiği Değişimler ve Geleceği, (2.basım), Çev. Koca, G. ve Tosun, T., İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 635.
3 Şenel, Alâeddin (2009). Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, Ankara: İmge Yayınları, s.363.
4 Şenel, s. 365.
5 Şenel, s.367.
6 Mumford, s. 672.
7 Mumford, s. 191
8 Bellah, Robert N. (2017). İnsan Evriminde Din: Eski Taş Çağından Eksen Çağına, Çev. Mete Tunçay, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
9 Mumford, s.192.
10 Taşçı, Hasan (2014). Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekan, Meydan, İstanbul: Kaknüs Yayınları. S. 117.
11 Bellah, 2017: 431-434.
12 Mumford, s.245.
13 Weber, Max (2010). Şehir: Modern Kentin Oluşumu (9. basım), Çeviren: Musa Ceylan, İstanbul: Yarın Yayınları, s.129.
14 Sennett, 2010: 16.
15 Çelik Z. ve Diane, F. ve Richard, İ. (2007), Şehirler Sokaklar, İstanbul: Kitap Yayınevi. S.161.
16 Canetti, Elias., (2010). Kitle ve İktidar, (4. Basım), Çev. Gülşat Aygun, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. S.209.
17 Weber, 2010: 127.
18 Pirenne, Henri (2014). Ortaçağ Kentleri: Kökenleri ve Ticaretin Canlanması (13. Basım), Çeviren: Şadan Karadeniz, İstanbul: İletişim Yayınları. S.142.
19 Mumford, 2013: 373.
20 Pirenne, 2014: 47-48.
21 Mumford, 2013: 397.
22 Sennett, 2008: 18.
23 Mumford, 2013: 484.
24 Berman, Marshall (2005). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor (9. Baskı), Çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker, İstanbul: İletişim Yayınları. S.206.
25 Harvey, David (1997). Postmodernliğin Durumu, Çeviren: Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları. S.51
26 Goonewardena, K. (2014). “Teori ve Pratikte Mekan ve Devrim Sekiz Tez”, Kar İçin Değil Halk İçin: Eleştirel Kent Teorisi ve Kent Hakkı içinde (131-154), Çev. Ali Yağız Şen, İstanbul: Sel Yayıncılık. S.136.