Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten” dizelerinde, hürriyetin/özgürlüğün öylesine büyüleyici bir şey olduğunu, esaretten kurtulunca bile onun aşkının esiri olunacağından bahseder. Sanırım, “özgürlük” entelektüel alemin en hoşlandığı ve peşinden koştuğu kavram. Bu yazıda Deleuzcü mimari anlayışının özgürleşme vaatlerinden söz etmesine karşın çağdaş tüketimci ve akışkan hayatın hızına ve janjanına uygun bir üslup ortaya koyduğunu görmeye çalışacağız.
Neoliberalizmin Mimarlığı1 adlı kitabında Douglas Spencer, çağdaş mimarlığın düşüncesi ve işleriyle sanatsal etkinlikten ziyade, mevcut birikim sürecine nasıl alet olduğunu ortaya koyuyor. Mimarlık, diğer sanatlarla karşılaştırıldığında daha fazla günlük hayatla çok daha doğrudan buluşabilmektedir. Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı’nda sanatın toplumsal alanla kesişimini çok boyutlu olarak ele aldığı gibi, kapitalizmin bir biçimi olan neoliberal aklın işleyişini de inceliyor. Kapitalizmin işleyişinde asli ilgi emeğin denetim ve itaat altında tutulması olduğundan Spencer, çağdaş mimarlığın ve düşüncesinin bu işleyişle uzlaşma noktalarını deşifre ediyor. Neoliberalizmin yönetimsellik sanatını, öznenin mekansal kuruluşunu, piyasa mantığını, çalışma biçiminin dönüşümünü ve Deleuze’ün duygulanım kavramından yola çıkan mimarlığın iktisadi mantıkla kesişimini ele alan bu kitapta yer alan düşüncelere, elverdiğince kısa olacak şekilde yer vereceğim.
Günümüzde sanat ve sanat düşüncesi alanında kalem oynatanların pek de göz atmadıkları bir alandır emeğin çalışma süreci. Bu bakımdan politik ekonominin eleştirisinden hareket etmeyen bir sanat eleştirisi temelsiz kalacaktır. Douglas Spencer’ın amacı, eleştirel bir yerden konuşarak kendisini özgürleştirici bir öncü olarak gösteren Deleuzcü anlayışın, mimarlıkta tam tersi bir iş ortaya çıkardığını göstermek. Spencer’a göre Deleuzcü mimarlığın iddiaları, özgürleştiricilik şöyle dursun, neoliberal özneleştirme gündemine alet olmaktadır (s. 11). Kitabın yürüdüğü ana yol mimarlık olduğundan, karşı iddialarına rağmen Deleuzcü kavramları somutlayan yapıtların, neoliberal ideolojiye/rasyonaliteye nasıl hizmet ettiğini farklı örnekler incelenerek gösteriliyor: BMW’nin Leipzig binası, Çin devlet televizyonu CCTV’nin binası, Ümraniye’deki Meydan AVM, Revensbourne Koleji, Paris’teki Pompidou Eğlence Sarayı bu örneklerden bazıları. Bu yapıtlar, farklı tarzda “öznelliklerin üretimi”yle ilgilidir: yurttaş-tüketici, öğrenci-girişimci, kentsel fabrika… Çağdaş sanatta, özel olarak da mimarlıkta öne çıkan “kendiliğinden organizasyon”, “karmaşıklık” ve “oluşum” gibi Deleuzcü kavramlar, özellikle de neoliberal “hakikat oyunları”nın inşasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu ilgiyle Spencer, sanatsal söylemlerde moda olan duygulanım kuramlarını eleştirel bir bakışla ele alarak yapılı çevreyle dolayımsız deneyimlerin olumlanmasını, Adorno’nun estetik görüşlerinden de yararlanarak sorguluyor. Hiyerarşik yapılanmalara nefret kusan, spontane düzenlemelere ve kendiliğinden organizasyonlara övgüler düzen sözde muhalif bir anlayışın deşifre edildiğini görüyoruz. Bu sözde eleştirel tavır, kendisini özgürleşmeci diye lanse edip meşrulaştırmaya çalışırken ne yazık ki neoliberalizmin “hakikat oyunları”nın bir aracı durumuna düşmektedir. Neoliberalizmin “ hakikat oyunları” kendiliğin inşa sürecinde işleyen iktidar biçimlerini meşrulaştırmaktan başka bir sonuca varmamaktadır.
Douglas Spencer, neoliberalizmi kapitalizmin kendi iktidar aygıtını üretebilen özel bir biçimi olarak formüle eden Foucault’nun “yönetimsellik” kavramını kendisine anahtar olarak seçmiş. Bu ilgiyle Foucault’un Biyopolitikanın Doğuşu2 ve Güvenlik, Toprak, Nüfus3 adlı son dönem çalışmaları, asıl yararlandığı kaynaklar Spencer’ın. Yönetimsellik kavramıyla Foucault, “bireylerin iktidar tarafından nasıl tabi kılındığı meselesinden ziyade; öznelliğin bilfiil nasıl üretildiği meselesiyle” ilgilendiğini görmeye çalışmıştır. Çünkü yönetimsellik, “yönetmek” (gouverner) ile zihniyet (mentalite) arasındaki semantik bağı kurmaktadır (s. 35). Michel Foucault, postmodern dönemle; birlikte toplumun nüfus yapısını, insanların nasıl eğitileceğini ve besleneceğini, nasıl çalışacaklarını, kısacası bireyin tüm yaşamsal alanlarıyla ilgili bir iktidar biçiminin ortaya çıktığını söyler. Buna da biyoiktidar adını verir. İktidar modelinin bu tarzda, yaşamın her alanına nüfuz etmesinin ekonomik düzlemi ise neoliberalizmdir. David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi4 kitabında neoliberalleşme sürecini, sınıf iktidarını yeniden tesis etmeye yönelik bir proje olarak görür. Yani sınır tanımayan sermayenin birikim mantığına içkin bir yönelimdir. Neoliberalizmin en ayırt edici yanı, piyasanın ekonomik biçiminin genelleştirilmesini gerektirmesidir. Söz konusu ekonomik biçim, toplumsal yapının her yanına yayılıp parasal mübadelenin toplumsal sistemin tamamını içermeye yönelir (s. 35). Bu durumda piyasanın kendisi, başlı başına bir yönetimsellik olup çıkar; yani “özel bir iktidar tarzı olarak iş görür” (s. 36). İnsanın kendiliği, esaret altına alınarak “piyasayla içli dışlı olacak şekilde” aktörleştirilir. Bu aktör, özünde girişimci bir varlık olarak görülür. Bu anlayışı Foucault şöyle özetler: “Bireyin yaşamının, firma gibi, hatta devlet gibi tek bir büyük şirketin çerçevesi içinde bireysel bir yaşam olarak konumlanmaması lazım. Çok sayıda, çok çeşitli, birbiriyle içi içe geçmiş, birbirine dolanmış şirketlerden oluşan bir çerçevede konumlanmalıdır.”5
Bireylerin ekonomi merkezli olarak kurulmasının yanında, neoliberal rasyonalitenin toplumsal yaşamla ilgili de çeşitli iddiaları devrededir. Başta Friedrich Hayek olmak üzere, Michael Polanyi gibi liberal sözcüler, dünyanın fazlasıyla karmaşık olduğunu, bireyin perspektifinin dünyanın gidişatını yönlendirmek bir yana, dünyayı kavramaktan bile aciz olduğunu savlamışlardır. Bu savların maksadı, bireylerin belli bir alana kanalize olup onun dışındakilere kendini kapatarak bilgisizlik içinde olması gerektiğidir. Hayek şöyle diyor: “Artık şunu anlıyoruz ki insanın hedeflerine ulaşabilmesi için pek çok konuda kaçınılmaz olarak bilgisiz olması lazım.” (aktaran Spencer, s. 42). Bu anlayışa göre, içinde yaşadığımız toplumsal düzenin nasıl işlediğini bilemeyiz, bilmemiz de gerekmez; çünkü dünyayı değiştirmeye çalışmak beyhude bir çabadır. Neoliberal akıl, dünyayı böyle görünce toplumsal alan da Adam Smith’in “görünmez el”i gibi “spontane bir düzen” olarak algılanır. Bu spontane düzen, tıpkı “doğada olduğu gibi”dir Hayek’e göre. O, toplumun ne ögelerini tanzim edebilir ne de düzenini tasarlayabiliriz, demektedir (s. 46). Düşünceye model olarak ne zaman “doğa” öne sürülürse ortada bir “otomat mantığı” söz konusu olur; çünkü doğada ortaya çıkanlar, kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Bu tarz düşünceler fiziğin yasalarıyla toplumun yasalarının aynı şekilde işlediği iddiasından hareket etmektedir. Hayek, “bilinçli düşünce bizatihi bilinçli olamayacak kurallar tarafından yönetilir. (…) Kendi bilincimizi bilmeyiz, bilemeyiz” derken sözü, toplumsal alana getirecektir. İnsan zihni de piyasa için bir model olur çıkar: Nasıl ki zihnimizi bilemezsek piyasayı da bilemeyiz, o da spontane gelişir. Böyle bir toplumsalda birey nasıl olmalıdır peki? Yalnızca işine, hedefine odaklı, on parmağında on marifet, girişimci, kendisine sürekli yeni vasıflar ekleyerek uyum yeteneğini güçlendiren, esnek, dahası rekabete açık ve gözü “başarı”dan başka bir şey görmeyen biri: “Neoliberal bir iktidar biçimi, rekabete dayalı piyasa düzenine tabi özneleri üretirken devletin ve kurumlarının doğrudan disipliner yönetimine değil, kendi piyasa ortamına başvurur. Piyasa özne üzerindeki -onun işlemden geçirilmesi, biçimlendirilmesi ve kuruluşu üzerindeki- denetimini, hem bizzat bu öznelerce idame ettirilen bir girişim çevresinin içkin koşulları aracılığıyla, hem de piyasanın yegane seçenek olarak hayatta kalmasını sağlayan çeşitli stratejik devlet müdahaleleri aracılığıyla gerçekleştirir.” (s. 17-18).
Neoliberalizm rasyonalitesi, özneyi sermayenin birikimine endekslemeye ayarlıysa bir sanat olarak mimari nerede işe yarar? Öznenin biçimlenişi, içinde yaşadığı çevrenin düzeniyle yakından ilişkilidir olduğuna göre, mimari de mekan düzenlemesiyle bu rasyonaliteye aracı olur ya da onu meşrulaştırır. Öznenin, uysal ve üretken, rekabetçi ve azimkar olma yönünde eyleyebilmesi, yaşam deneyimlerini, karşılaşmalarını gerçekleştirdiği mekanlarda bu tarz davranımların pratiği ve tekrarının mümkün olabilmesi gerekecektir. Neoliberalizmle hiç ilgisi yokmuş gibi gözüken özgül pratik ve teknikler, özneye belli tarzda “konumlanışlar” (spacing) sağlar. Mimari, kendi kendine organize olan bir sistem modeline göre tasarımlarla “spontane düzen” anlayışına uymuş olur. Benham gibi mimari kuramcılar, artık mekansal deneyimin idrak edilemezliğine, “mekansal sarhoşluk” sayesinde mest olmayı gündeme getirmiştir (s. 83). Bu mestlik, öznenin spontane düzene kendini kaptırmasını kolaylaştıracaktır. Mimari tasarım, çalışma ve üretkenlik biçimlerinin beslemesini sağlayacak engelleri ortadan kaldıracak şekilde inşa edilmelidir bu yüzden. Tam da bu ilgiyle neoliberalizmin mimarlığı, Deleuze ve Guattari’nin karmaşıklık ve duygulanım teorileriyle ittifak kurabilmektedir.
Günümüz kültüründe kitlesel tüketimin sahneleri olarak stadyumlar, konser salonları, müzeler temelde “üretimin gizlenmesi” üzerine kurulmuştur: “İnşaat, mimarları ilgilendiren bir şey değildir, zira bir meta olarak mimarinin esas işi, bir yandan neoliberal kapitalizme ilişkin soyut yapıları ve kavramları müspet bir şekilde ifade etmek, diğer yandan da kapitalizmin fiili üretim koşullarını gizlemektir.” (s. 141). Stadyumlar, AVM’ler, köprüler yapılırken kaza geçiren ya da ölen işçiler, hiç umursanmaz ve hatırlanmaz.
Mimari formlar da neoliberalizmin ontolojisiyle aynı saftadır: “Esnekliğe ve uyuma dayalı bir mimarlığa ait biçimsel mecazlar, dünyadaki neoliberal gidişatın hakikati olarak zuhur eden spontane düzene intibak edildiğini duyurur. İçsel çelişki ya da mücadelenin hiçbir izini taşımayan bu mimarinin kıvrımlı bina kabukları ve organik konturları, yaşamın ve maddenin kendi kendini hayata geçiren içkin güçlerinin olumlanması olarak yorumlanır.” (s. 141). Ofislerdeki çalışma alanlarının dizaynı artık “her yerde, her zaman” çalışmayı sağlamak ve çalışanlarda esnekliğe, uyuma ve iletişime yönelik davranışlar yaratabilmenin yolunu açacak şekilde yeniden biçimlendirilmektedir. Çalışma dışı faaliyetlerin gerçekleşeceği kafe ya da dinlenme alanları da çalışma mekanlarına eklemlenir. Sosyalleşmeye dayalı alanlar ve pratikler de üretkenliğe imkan verecek şekilde biçimlendirilmeye çalışılırken bu tasarımlar bireylere “özgürleşme” amaçlıymış gibi sunulur. Bu tasarımlarda temel saik, öz motivasyon, esneklik ve kişiler arası organizasyon becerilerinin gelişimini sağlamaktır. Çalışanların sadece üzerlerine düşen işleri yapmaları artık kafi değildir, çalışan kendisini firmayla özdeşleştirmeli fikrini, bilgisini, ruhunu sunmalıdır. Fabrikalar, AVM’ler, okullar… hep sistemin işlemsel performansını artırmaya yönelik olarak tasarlanmaktadır. Eğitim alanları, öğrencilerin bir girişimci özne olmasına ve sistemi içselleştirmesine yönelik tasarlanır. Spencer, öğrenci-girişimci modeline yönelik olarak tasarlanmış New Academik Building (New York) binasını, görseller de sunarak detaylı bir şekilde analiz eder. Öğrenciler burada Lyotard’ın dediği gibi, “karmaşık bir kavramsal ve maddi makinenin kullanıcıları” haline gelirler ama bu makineyi ne anlayacak ne de kontrol altına alacak güçleri vardır. Sistem optimizasyonu öznenin her türlü “bütünleştirici” perspektifi terk etmesini gerektirir (s. 230). Üniversite, öğrenciye işlevsel bazı becerileri kazandırmanın ötesinde bir perspektif katmayacaktır. Hedef zaten, bilgisiz bir özne yaratmaktır, üretim performansının gelişiminin ötesinde her şey gereksiz addedilir. Öyle, dünyanı anlama, değiştirme gibi “politik” hevesler, çoktan gayri meşru ilan edilmiştir; öğrencinin en asli niteliği kendini pazarlayabilecek hale gelmesidir.
Son dönemin gözde mimarlarından Farshid Moussavi, Biçimin İşlevi6 kitabında, artık kentin bir kültürle tanımlanamayacağını çünkü sürekli yeni alt kültür ve kimliklerin ortaya çıktığını söyler. Bu yüzden mimari formlar da kültürdeki bu çoğulluğa ve değişkenliğe cevap verebilmelidir. Mousavi, mimarlığın her türlü yerleşik kültürden ya da tarihsel koddan azade olmasını; çağdaş gerçekliğin “moleküler” doğasıyla irtibatlı olmasını önerir (s. 249). Bu anlayışa göre kapitalizm, artık “homojenleştirici bir güç” olmaktan ziyade, “farklılığın ve yeniliğin üretimine katkıda bulunur hale gelmiştir.” Şu halde mimarlığın da aynı yoldan gitmesi gerekecektir. Çağdaş mimarlık düşüncesinin “çoğulluk ve değişkenlik önerisi”, kapitalizmde ürünlerin farklılaşması ve kitlesel bireyselleştirmenin yaygınlaşmasıyla irtibatlı olduğu gözden kaçmıyor. Mimaride “çoğulluk” formun algılanışı ile ilişkili olarak ele alınır; formun algılanışında ilkin bir duygulanım aktarılacak, ardından da bu duygulanım, duyular tarafından işlenerek düşüncelere, duygulara ve ruh hallerine dönüşecektir. Bu yüzden de tasarımcıların, formlar çoğulluğuna yer vermesi önemli görülür. Moussavi, çoğulluk görevini yerine getiren mimarlık örneği olarak da FOA’nın Yokohama Port Terminali binasını örnek verir. Bu bina karmaşık formun değişken kesit profili ve çeşitlenen geometrisi ile pek çok algıya ve duygulanıma imkan verir: “düzlük”, “kıvrım”, “açıklık”, “çaprazlık”, “asimetri”, “peyzaj”, “vadi” ve “dağ” bir arada verilerek tek bir yoruma ve anlama indirgenmesine engel olacaktır (s. 250).
Moussavi yeni mimari formlar, değişkenlik ve çoğulluk anlayışını, Deleuze’ün “duygulanım” kavramına dayandırır. Deleuze sanatın, duyumsama olarak özneyle doğrudan irtibat kurduğunu ve “beynin dolayımını” geçerek sinir sistemine doğrudan etki ettiğini söylemişti. Deleuze felsefesini kendisine dayanak alan Massumi, “oluşum” kavramına odaklanır. “Oluşum”u son dönemin karmaşıklık ve kaos teorileriyle beraber düşünerek mimaride “kendi kendini organize etme” anlayışını eksen alan tasarımlar önerir.
Postmodern mimarinin ilgi gören isimlerden Simon O’Sullivan da “Duyguların Estetiği” başlıklı makalesinde, Marksist “toplumsal sanat tarihi” ve Derridacı yapısöküm anlayışının estetik körlüğe yol açtığını söyler. Çünkü her ikisi de “negatif eleştiri”yi temel alarak hata yapmaktadır. Onun düşüncesine göre sanat, yoruma ve eleştirel düşünceye uygun bir alan değildir. Zira duygulanımlar “söylem-dışı” ve “metin-dışı”dır; duygulanımlar bilgiyle, anlamla hiçbir ilişkisi olmayıp göstergeye dayanmayan farklı bir düzeyde var olurlar (s. 254). O’Sullivan eleştirel düşünceyi tamamıyla bir tarafa attığı gibi, eleştirel düşünceyi depresif semptomlara yol açmakla suçlar. Böyle bir suçlama, toplumsalın anlaşılmaz bir doğaya sahip olduğunu savlayan neoliberal akılla uyuşum içindedir.
Sanatın anlamsal boyutuyla ilgili daha radikal çıkışlar yapan Lars Spuybraek de zihnin estetiği yerine metinsel yorumu koyduğu için “anlam”ı, korkunç bir sözcük olarak niteler. Bu ilgiyle de estetiğe uygun her türlü bilişsel unsuru reddeder. Onun düşüncesinde özneye hiçbir ayrıcalık yoktur: “İnsanlar, şeyler arasındaki şeylerden ibarettir.” (aktaran Spencer, s.257) der. Spuybraek’in mimarlık tasarımında madde, “örüntü” aracılığıyla öz oluşum ve duygulanım yaratmalıdır; Birmingham kütüphanesi öz oluşum ve duygulanım yaratmada önemli bir örnek olarak anılır.
Duygulanım yönelimi, hem eleştirinin reddini hem de sanatta yorum, temsil ve dolayımı dışlar. Maddenin dolayımsızlığını ve duyumsal formlarını ontolojik bir argüman olarak sunar ve estetiğin “bütünleştirme” ilkesine karşı çıkar. Estetikte şeyler bütünleştirilmek yerine, “ne ise o olarak kalmalı”, topluma yönelik bilinçli planlardan uzak durulmalıdır. Çünkü bu anlayışta, toplumun işleyişi insanın bilgi alanını aşar; bu yüzden işleyişi kavramak ve yönlendirmeye çalışmak, kaçınılmaz olarak totalitarizmi getirir. Daha da ileri giderek 20. yüzyıldaki vahşetlerin, Prometeusvari bir eleştirel kibirden kaynaklandığı ileri sürülür. Bu yüzden negatif duyguları bırakıp pozitif duyguların benimsenmesi önerilir. Her tür hakimiyet düşüncesinin kaynağında, muhakeme mantığı yatmaktadır; bu mantık, her tür toplumsal, siyasal ve çevresel felaketlerin nedeni olarak görülür. Bir bakıma estetikleştirilmiş bir düzen olan kapitalizm ile Deleuzecü duygulanım yöneliminin uyum içinde olduğunu düşünmek gayet makul. Anlamı, düşünceyi, eleştiriyi ve bilinci dışlayarak salt deneyimi olumlayan bir anlayış; kapitalist hegemonya hiçbir şekilde çatışmaz. İnsan bilgisinin sınırlarına ve öznenin “kaçınılmaz bilgisizliği”ne dair yorumları; her tür planlamanın totalitarizm olarak görülmesi, spontane düzenlerin ve piyasanın dünyanın karmaşıklığının üstesinden gelebilecek yegane çözüm olarak sunulması neoliberalizmin rasyonalitesidir.
Günümüz mimarlık düşüncesi, “negatif eleştiri”yi reddedip karmaşıklığa ve oluşuma ilişkin bilimlere ve duygulanım teorisine yönelerek emeğin, eğitimin ve kamusal mekanın düzenlenmesine yönelik projeleriyle neoliberal ideolojiyle uyuşum içine girmiş veya onun meşrulaştırılmasına aracı olmuştur. Adorno’nun sanat eserinin algılanması konusunda yazdıklarını bir kez daha anımsamak gerekiyor: “Eğer sanat eserini deneyimlemek istiyorsak, ne kadar iptidai olursa olsun, düşünceye ihtiyaç vardır; bu düşünce denetlenmeye müsaade etmediği için de nihayetinde her eser felsefeye, yani işbölümünün talimatlarına uymaktan imtina etmeyen bir düşünsel tavır olarak felsefeye ihtiyaç duyar.” (aktaran Spencer, s.268). Daha fazlası tabi ki kitapta var.
1 Spencer, D. (2018). Neoliberalizmin Mimarlığı, Çeviren: Akın Terzi, İstanbul: İletişim Yayınları.
2 Foucault, M. (2015). Biyopolitikanın Doğuşu, Çeviren: Alican Tayla, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
3 Foucault, M. (2013). Güvenlik, Toprak, Nüfus, Çeviren: Ferhat Taylan, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
4 Harvey, D. (2015). Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Çeviren: Aylin Onacak, İstanbul: Sel Yayıncılık.
5 Foucault, M. (2015). Biyopolitikanın Doğuşu, s. 188.
6 Moussavi, F. (2011). Biçimin İşlevi, Çeviren: Pelin Derviş, İstanbul: YEM Yayınları. d