Milattan sonra 2. yüzyılda yaşamış bir Anadolu insanıymış Lukianos. Samsat’ta (bugünkü Adıyaman ili içerisinde) yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğmuş; yoksul olduğu için eğitiminde ve yetişmesindeki asıl katkı ailesinden gelmiş. Babası heykeltıraş olması için Lukianos’u dayısının yanına çırak olarak vermiş ama daha ilk günden önemli bir mermer plağın kırılmasına neden olduğu için dayısından şamar yemiş; bundan dolayı da bir daha atölyeye gitmemiş. Sıradan bir heykeltıraşlığın kendisini kesmeyeceğini anlamış erken yaşta Lukianos. El işçiliğinin pek de muteber sayılmadığı bir dönemde yaşadığı için bilgi ve hikmet öğrenmenin peşinde koşmaya başlamış, birçoklarına göre akıl kârı sayılmayacak bir yol tutturup uzak illere gidip durmuş. Samsat’tan kalkıp İonya’ya, oradan Atina’ya gitmiş, retorik eğitimi aldıktan sonra İtalya’ya ardından da Galya’ya geçmiş. Antakya’da avukatlık yaptıktan sonra halk ondan, o da halktan hoşnutsuz kalıp Mekadonya ve Fransa’ya kadar ilerlemiş; sonra geri dönmüş Yunanistan’a. Mesleği değiştirdiği ve dilini tuttuğu için yirmi yıl orada kalabilmiş.
Ömrüne bu kadar gezintiyi sığdıran Lukianos, hitabet ve retorikle uğraşmayı kırkından sonra bırakır, kendini felsefeye verir. Kendisi de bir filozof olan dönemin imparatoru Marcus Aurelius onu Mısır’a devlet memuru olarak atar. Lukianos burada rahat eder ve 80’e yakın eserinden çoğunu burada kaleme alır; en son İskenderiye’ye geçer ve burada ölür. Geçimini hitabetle sağladığı yıllarda yapamadığını memuriyet yıllarında yapar; hicviyeler yazar. Bu kadar yer değiştirmesinin bir nedeni de aslında sivri dilini gizleyemeyişidir çoğu kez. Gördüğü budalalıklara, ahlaksızlıklara katlanamaz ve alaycı, ironik nükteler söylediği için tepki çeker ve dışlanır. Mısır’dayken biraz daha kendine korunak bulsa da öldükten sonra bile Katolik kilisesi gibi egemen kurumlarca eserleri yasaklanmıştır.
Lukianos’tan önce Yunan ve Roma kültüründe hiciv/satir, bir hayli gelişkin durumdaydı. Hicivde toplumun kusurlarını, bönlüklerini, retorik ve sanatsal ifadelerle eleştirme söz konusudur. Eski Yunan komedyalarında hiciv, daha çok eğlence amaçlı olarak yer alıyordu; ancak yılın belli zamanlarında yapılan gösterilerde yer aldığı için hoş karşılanabiliyordu. Ancak hiciv, kendi başına bir tür olarak ortaya çıkıp ilgi görmeye başladıktan sonra, muhataplarını ya da egemen kurumları rahatsız etmeye başlamış, dolayısıyla da sözün sahibinin başına türlü belalar açmıştır. Lukianos hicivlerini kaleme alırken Platon’un diyalog yönteminden etkilenmiş ve diyaloglar halinde yazmıştır. Hicivli diyalog tarzı çoğu kez komedi unsurlarını da içinde taşımaktadır; parodi, nükte, ironi gibi söyleyişlerden yararlanmıştır Lukianos da.
Tanrıların Konuşmaları[1] eserinde ilk çağın din anlayışını eleştirir, başta Zeus olmak üzere tanrıların acziyet içerisindeki halleri, hovardalıklarını alaycı bir üslupla hicveder. Homeros’a yalancı diye çatar, kimi filozofları sahtekarlıkla suçlar; çoğu kendisinden önceki filozofların fikirlerini çalmış, kendine mal etmiştir. Hepsi de zevk ve zenginlik düşkünü, ayrıca kavgacıdır ona göre. Balıkçı eseri bu anlamda zengin motifler içerir. Sokrates ve Aristotales gibi büyük filozoflar da Lukianos’un sivri dilinden kurtulamaz. Zenginlere de görgüsüz oldukları gerekçesiyle çatmadan duramaz. Onun açık ve net üslubu, sonraki çağlarda birçok düşünür ve heccavı/satiristi etkilemiştir. Hatta bir Lukianos Geleneği’nden söz etmek bile mümkün olabilir. Şöyle bir bakıldığında Thomas More, Erasmus, Voltaire, Jonathan Swift, Cervantes, Geothe gibi büyük isimler, onun hicivlerinden yararlanmıştır. Hatta Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eserinde birçok nokta, Lukianos’un Peri Parasitou (Asalaklık Hakkında, Türkçe çevirisi Dalkavukname[2]) adlı eserinden esinlidir. Eserin kendisi de alaycı övgü türünü sürdürmekle benzer bir teknikle yazılmıştır.
Dalkavukname, Türkçeye ilk olarak Tanzimat döneminde (1871)çevrilirken orijinalindeki isimlerde değişiklikler yapılmış olduğundan güncel yayınında da aynı usul sürdürülmüştür. Parazit Simon (Firuz) ve karşısındaki Tychiades (Kardan), dalkavukluğun diğer bütün işlerden, sanatlardan, bilimlerden üstün olduğunu ve kazançlı olduğu hakkında konuşurlar. Simon felsefecilere, hatiplere, bilginlere sert sözlerle saldırır, kendi haklılığını örnekler vererek ispatlamaya çalışır. Sokrates, Aristotales gibi filozofların da aslında dalkavuk olmaya çabaladıklarını ama yeteneksiz oldukları için başarılı olamadıklarını söyler. Dalkavukluk öyle her baba yiğidin ha deyince yapabileceği bir şey de değildir; bir yetenek gerektirir. Dalkavuk Simon (Firuz), bu işin özel bir ilme ve sanata mazhar olmak gerektiğini açıklar: “…fayda ve bolluk içinde bir yaşam sağlayan ikbal sahibinin, makam ve ululuk ehlinin iltifat ettiği ve göz önünde bulundurduğu kişi olmak için ikbal ve cömertlik sahiplerinin tabiatına ve meyline uygun söz söylemenin, güzel ve hoş sözler ile meclisi süslemenin, içinde bulunulan duruma münasip politika izlemenin ve gerektiği zaman dalkavukluğu fiili olarak icra etmenin acaba ilimsiz, firasetsiz ve sanatsız olacağını düşünür müsün?” (s. 74).
Filozofun hikmet araması boşuna bir iştir çünkü bulunsa bile ne olduğu anlaşılamayacağı için bir kıymetiharbiyesi yoktur. Oysa her şeyden üstün olana dalkavukluk, aradığını kolayca elde edebilmektedir. Filozoflar zevk ve şöhret düşkünü olsa da yanlış yöntemle aradıkları için elde edemezlerken dalkavuk bunları gani gani elde edebilmektedir. Dalkavuk Simon (Firuz), “Sahip olduğum sanat ve meslek bütün sanat ve marifetten öncedir; daima ikbal sahipleri, itabar ve azamet erbabı ile meclis arkadaşı ve dosttur. Lakin sadece zahiri gören ve hakikati bilmeyen ‘El-avamm kel-havamm’ (Halk böcekler gibidir.) sözü gereğince böcekler gibi olan halka/avama bu sanatın yüce şanını ilan edecek, lüzumunu, kadrinin ve gücünün yüceliğini anlatacak etkili bir söz erbabına, güzel ve akıcı anlatıma tesadüf edilmedi ve bütün bunları gerçekleştirecek tatlı dilli kelam ehli ile de daha tanışılmadı.” (s.64) sözleriyle dalkavukluğun itibarını hak ettiği yere yükseltmeye çabalıyor.
Peki dalkavukluk ne tür bir iklimde ortaya çıkar? Aslında bizim için en güncel mesele budur çünkü dalkavukların arttığı ve başarılı olduğu zamanlardan geçiyoruz. Dalkavukluğun kitabını da bizden on sekiz asır önce yaşamış Lukianos’tan çok daha iyi yazacaklar var bu dalkavuklar arasında. Sonuçta yazma sanatı söz konusu olduğunda, insanın en iyi kendisin yazabileceğini göz önüne almak gerekir. Zaten biz, dalkavukluk mesleğinin en âlâsının yaşandığı bir memlekette olduğumuz için rol model sıkıntısı çekilmediği de muhakkak. Halil İnalçık, dalkavukluğun ortaya çıktığı sisteme patronaj sistemi diyor Şair ve Patron[3] kitabında. Bu görüş aslen Max Weber’in “patrimonyal devlet” kavramına dayanır. Yani egemenlik gücünün, mülkün mutlak şekilde hükümdara ait olduğu devlet biçiminde. Mesela Osmanlı böyle bir devlet olduğundan padişahın etrafında dalkavuğu da çoktu. Padişah, yapılan dalkavuklukları ödülsüz komaz; azı az, çoğu çok bir şeyler koklatırdı ölçüsü, tartısı bilinmez mülkünden. Osmanlı şiir sanatının bu dalkavukluk kurumu etrafında şekillendiğini söylemek pek de abartı olmaz yani. Şimdilerde egemenlik gücünün tek bir hükümdarda olması söz konusu değilse de (!) dalkavuk mesleği başarıyla sürdürülmekte. Oran Pençesaylar, Güya Hoşyiğitler, Uyuz Dingiller… hep bu çanak yalayıcılık geleneğinin mirasçıları değil mi? Ha biri de çıkıp şunu derse haksız değildir: “İyi de patronaj sistemi Batı’da da var, Mediciler var, krallar var. Da Vinci, Mozart, Bach gibi büyük sanatçılar da hep himaye gördü!” Herhalde hamileri daha iyi mükafatlandırdığı için elin dalkavukları büyük sanatçı oluyor.
Dalkavuk
Simon (Firuz), mesleğini övdükçe övünce Tychiades (Kardan), “herhalde bu sanat
yeni ortaya çıkmış olmalı” sözlerine Dalkavuk’un verdiği yanıt bizi de ikna
edecektir sanırım: “Yeni ortaya çıkmış ve
yeni icat edilmiş değil. Varlığı bütün sanat ve ilimlerden öncedir ve onların
başlangıcıdır. Âlemin ve Ademoğlunun yaratılışı ile yaşıt ve onlarla arkadaş
olduğu bellidir. Ancak senin de malumun olduğu üzere gerek faydalı ilimler ve
sanatlar, gerek muteber fenler ve meslekler ehline tesadüf edip onların eliyle
geliştirilmedikçe şöhret kazanamazlar; bütün âleme yayılamazlar.” (s. 64). Efendim,
bu sözler de ikna edici olmadıysa, ilk defa 1871’de yayınlanmış Vasilaki Vuka’nın
Grekçeden çevirdiği, alt başlığı Tercüme-i
Letâfet-Âsâr Der Tar’if Sanat-ı Dalkavukan-ı Şöhret-Şiar olan bu eseri alıp
bir zahmet okuyunuz.
[1] Samsatlı Lukianos (2016). Tanrıların Konuşmaları Seçme Yazılar, Çev. Nurullah Ataç, İstanbul: Everest Yayınları.
[2] Samsatlı Lukianos (2016). Dalkavukname, Çev. Vasilaki Vuka, İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları.
[3] İnalçık, Halil (2003). Şair ve Patron, İstanbul: Doğu Batı Yayınları.