“İlerleme” kavramı ve “ilerlemeci tarih” anlayışı, kapitalizmle birlikte gündemleşti. Ortaçağı sonlandırarak yeni bir gelişme evresinin önünü açan burjuvazi, kendinden önceki tarihsel süreci, uzun süren bir durgunluk dönemi olarak tarifledi. Burjuvaziye göre ortaçağ, insanlık tarihinde hiçbir gelişmenin olmadığı karanlık bir evreydi. Fakat üretici güçlerin ve sermayenin gelişmesiyle birlikte artık insanlık durgunluk devresini aşmış, yeniden ilerleme evresine girmişti. Rönesans ve Aydınlanma dönemi ile de bu süreç akılcı bir temele oturtulmuştu. 19. yy’da Sanayi Devrimi’nin yarattığı muazzam gelişme, ilerlemeci anlayışı pekiştirdi. Burjuvazi bu durumu, insanlık tarihinin doğrusal bir biçimde hep ileriye doğru aktığı ve bu akışın süreceği biçimde ideolojikleştirdi.
İlerlemenin temel ölçüsü sadece üretici güçlerin gelişmesi olarak algılandı. Üretici güçler, toplumsal özgürlüklerin yaygınlaşmasını, bireyin ve kültürün kendiliğinden gelişmesini sağlayacaktı. Bir tür teknolojik determinizm savunuluyordu. Fakat daha 19. yy’ın son çeyreğinde bu tespitin gerçeği bütünüyle yansıtmadığı görüldü. Sanatta ve felsefede karamsar akımlar ortaya çıktı.
Tarihsel gelişmeyi hep ileriye doğru ve düzgün doğrusal bir hareket olarak algılamanın sorunlu olduğu açıkça çıkmıştı. Birincisi; burjuvazinin, bin yıl süren feodal ortaçağı, hiçbir gelişmenin olmadığı bir evre sayarak yok farz etmesi sakat bir tarih anlayışıdır. Halbuki aynı dönemde İslam coğrafyası en parlak yıllarını yaşamaktaydı. Diğer yandan aynı süreçte bütün bölgelerde, bilimde olmasa bile özellikle teknolojideki gelişmelerle gelecekte kapitalizmin doğuşunu sağlayacak birikimin alt yapısı hazırlanmıştır. İkincisi; üretici güçlerin kendi başına, maddi ve manevi yanlarıyla insanlığın bir bütün olarak gelişmesini sağlayamadığı görüldü.
İlerleme kavramı, sorunlu bir tanımlamadır ve burjuvazinin kendi tarih algılamasının ideolojik bir ürünüdür. Burjuvazi, üretici güçleri geliştirip kendi siyasal kurtuluşunu sağlarken, bunu bütün toplumun kurtuluşuymuş gibi lanse etti. Fakat gerçeğin böyle olmadığı çok kısa sürede anlaşıldı. Bilim ve teknolojik gelişmeyle üretici güçlerin gelişmesi sağlanmakla birlikte tersten, insanın kendine, topluma ve doğaya olan yabancılaşması arttı. Rousseau, “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temelleri Üstüne Konuşma” kitabında bunun nedenini, insanın “doğal durum”dan kopmasına ve özel mülkiyete bağladı.
İlerlemeci bakış, felsefi anlamda, “ereklilik”le ilişkilidir. Ereklilik, belirli amaçlar doğrultusunda devam eden bir hareketliliktir. Dinlere göre insanın ereği, Tanrı’nın buyrukları doğrultusunda yaşamak ve cennete ulaşmaktır. Hegel’de tarih, rastgele yaşanan bir süreç değil, erekli bir akıştır. Marksizm’de insan etkinliği, en yüksek ereklilik biçimidir. İnsan, tarihsel maddeciliğin yasaları doğrultusunda sınıfsız topluma ulaşmayı bilinçli bir hedef haline getirir. Doğada ise canlıların yaşamasını sağlayan uyum kabiliyetinin evrilmesi şeklinde bir ereklilikten söz edilebilir. Darwin’in doğal seleksiyon kuramı bunu gösterir.
Burjuvazi, kapitalist gelişmeyle birlikte üretici güçlerde ve toplumsa yaşamda hızlı bir gelişme olduğunu ve bundan dolayı kimi “arızalar” yaşandığını ama insanlığın toplumsal ilerlemeyi derinleştirecek erekli bir yaşama sahip olduğundan mevcut ilerleme çizgisini sürdüreceğini empoze eder. Ayrıca katmerlenerek artan sömürünün yarattığı acıların da giderek azalacağını vaat etmekten geri durmaz.
Sorunlu olan ilerleme kavramı, toplumsal bilincin bütün alanlarına empoze edildi. Madem ki burjuvazi üretici güçleri geliştiriyordu, bu durumda hiçbir alan bunun dışında kalamazdı! Sanatsal etkinliğe de bu gözle bakılmalıydı! Öyle de bakıldı. Avrupa dışında kalan halkların sanatsal ve kültürel birikimi gelişmemiş ilkel değerler olarak görüldü.
Sanat tarihine ilerlemeci bir yöntemle bakılabilir mi? Sanatta, üretici güçlerde olduğu türden bir ilerlemeden bahsedilebilir mi? İlerlemeci bakışta, sonra gelenin daha gelişmiş ve daha ileri olduğu kabul edilir; fakat sanatta bu bakış açısı olduğu gibi kabul edilebilir mi? Sanatsal etkinliğin çözümlenmesi, anlaşılması en zor zihinsel bir bilincin ürünü olması dolayısıyla kolay değildir. Sanat, kaba şemalarla izah edilemez. Sanatta ilerlemeci tarih anlayışını irdelemeden önce, bilim ve teknoloji tarihinin bu yöntemle kavranıp kavranamayacağını inceleyelim. Çünkü sanat ve bilim-teknoloji arasındaki karşılaştırma, sorunun çözümlenmesini kolaylaştıracaktır.
“Tarihsel süreç içinde bilim ve teknoloji nasıl evrimleşti?” sorusunun cevabını ilerlemeci bir bakışla izah etmek kolaydır. Bilim ve teknolojideki ilerleme, yüzeysel bir incelemeyle bile anlaşılabilir. Bilim, şu anki haliyle maddenin ve doğanın sınırlı bir bölümünü incelemektedir. Bu anlamda bilimsel bilgi, nesnenin sınırlı bilgisine sahiptir. Bu bilgi, her deneyin ardından aynı sonuçları verdiği takdirde yasa haline gelir. Fakat bilimde maddeye ve doğaya ilişkin edinilen veriler arttıkça, eldeki bilginin bir kısmının geçersizliği anlaşılır ve reddedilir. Bu anlamda bilimde yasalı durum, verili koşullar için geçerlidir.
İncelenen maddeye ilişkin elde edilen sınırlı bilgi, bilimsel ilerlemenin nasıl bir gelişim seyri izlediğini bize gösterir. Bilimdeki ilerleme, “reddiye” ve “sınırlılık” ilkelerini içinde taşıyarak gerçekleşir. Aristo’nun canlıların sınıflandırmasına ilişkin verdiği bilgiler, Batlamyus’un dünyamerkezli evren anlayışı, maddenin en küçük biriminin atom olduğu ve parçalanamayacağı bilgisi epey bir zamandır aşılmış, reddedilen görüşlerdir. Newton’un hareket kanunları ya da Öklid geometrisi ise yanlışlanmamıştır; ama sınırlı bir alanın bilgisi olduğu açığa çıkmıştır. Makro büyüklüklerde Newton’un fizik kuramı geçerliyken, mikro dünyada bu bilgi işe yaramaz. Yine sürekli genişleyen bükümlü ve eğri uzayla ilgili kimi hesapları Einstein, Öklid geometrisi ile değil, Lobaçevski ve Rienmann geometrisinden yararlanarak yapabilmiştir. Teknolojide ise aşma ve reddiye çok belirgin biçimde kendini gösterir. Yeni tekniklerin geliştirilmesiyle eldeki üretim aletleri eskir ve kullanımdan çıkartılır.
Bilimin gelişmesini sağlayan en temel yöntem “ölçme”dir. Hipotezin, kuram haline gelmesi ancak ölçmenin doğrulanması sonucunda elde edilir. Gözlemle elde edilen bilgiler ayrı, ama ölçme esas olarak matematik ile yapılır. Matematik kesin bilgidir. Diğer yandan matematik, var olan bir şeyin keşfi değildir. Doğadan, gözlem yoluyla elde edilen bir bilgi de değildir. Matematik tamamen insanın icadıdır. Bütün bunların ardından matematik gibi bilim dallarının ya da daha geniş anlamıyla (insanın dışında) üretici güçlerin tarihsel süreç içindeki gelişmesine bakarak bu evrimin ilerleme kavramıyla anlaşılır kılınabileceği söylenebilir. Fakat sanatta meydana gelen gelişmeyi, bilim ve teknolojide olduğu türden ilerlemeci bakışla izah etmek mümkün müdür?
Sanatsal etkinlikte, sonra gelenin öncekinden daha ileri olduğu söylenemez. Mesela Klasik Batı Müziği’nde 19. yy bestecilerinden Chopin ya da Mahler’in, Bach veya Mozart’tan daha ileri olduğu ya da onu aştığı söylenebilir mi? Aynı şey resim için de geçerlidir. 19. yy’ın ressamlarından Delacroix, üç yüz yıl önce yaşamış Brueguel’den daha mı ileridir? Bütün sanatların atası denilebilecek şiirde benzeri durum sorgulanabilir. Ritsos’un şiirlerinin, Baudleare’in şiirlerini aştığı iddia edilebilir mi? Sophocles ya da Shakespeare’in trajedilerine bakıp, bunlar için günümüzde aşılmış eserlerdir denilebilir mi? Romanda O. Pamuk’un, Dostoyevski ya da Balzac’tan daha ileri olduğu söylenebilir mi? Günümüzün çağdaş mimari eserlerinin, Mısır piramitleri, Notr Dame Katedrali ya da Selimiye Camii’nden daha ileri olduğunu gösteren bir ölçü var mı? Örnek olarak; “Beethoven aşıldı” diyen bir kişiye şu sorulabilir: Beethoven’ı aşmaktan ne anlaşılıyor? Bunun ölçüsü ne? Diğer yandan Beethoven aşıldı denilse bile, bu ondan alınan zevki azaltır mı? Bu sorulara verilebilecek tatmin edici yanıtlar bulunamayacaktır.
Bilim ve teknolojide sonra gelen, öncekini çoğu zaman reddederek, yanlışlayarak ya da aşarak ilerler. Sanatta ise dışlayıcılık ve reddiye temel bir özellik değildir. Aradan iki bin beş yüz yıl geçtiği halde hiç kimse Antik Yunan döneminin trajedi ve komedilerinin, günümüz insanına düşündürmediğini ya da ona estetik bir haz vermediğini söyleyemez. İlk bilim adamı kabul edilebilecek Thales’in ya da sınırsız merakı ve her alanda yaptığı çalışmalarla Aristo’nun doğaya ve maddeye ilişkin saptamalarının günümüzde neredeyse hiçbir geçerliliği yoktur. Ama aynı Aristo’nun sanat üzerine kaleme aldığı “Poetika” eseri hâlâ değerini korumaktadır.
Sanatın gelişimini, üretici güçlerde olduğu türden ilerlemeci bir bakışla değerlendirmek, insanlığın kültürel mirasını önemsizleştirme sonucunu doğurur. Sanatın tarih içinde izlediği yol, bilim ve teknolojiden çok daha karmaşıktır. Özellikle üretimin gelişmesi, iş bölümü, devlet, sınıflar ve yabancılaşmanın ardından ortaya çıkmıştır bu karmaşa. Bundan dolayı sanata ilerlemeci bir tarzda bakmaktan çok, onun yaşadığı süreci (ya da tarihi), “değişim-dönüşüm” ve “gelişme” kavramlarıyla açıklamak gerekir. İlerleme ve gelişme, birbirine eşit anlama sahip değildir. İlerleme, kimi zamanlar gelişmeyi içinde taşısa da bu her ilerlemenin gelişme olduğu anlamına gelmez. Bugün üretici güçlerin bir bölümünde gelişme vardır ama aynı üretici güçlerin bir başka parçası olan insan, bu gelişmenin tersine kendine, topluma ve doğaya karşı en derin yabancılaşmayı yaşamaktadır. Bu yanıyla dönemsel anlamda bir gerilemeden bahsetmek gerekir.
Sanatta değişim-dönüşüm ve gelişim ne anlama gelir? Öncelikle şunu söylemek gerekir: İlkel komünal dönemde sanat ve üretim (insan emeği) arasında direkt bir ilişki varken, üretici güçler geliştikçe sanat ve ekonomik alt yapı arasındaki ilişki dolaylı bir hale gelmiştir. Ama ekonomik yapıyla arasında kopmaz bir bağ vardı. Yani sanatta meydana gelen “dönüşüm”ün dinamiğini, ekonomik yapıdaki değişim belirler. Ama bu dönüşüm üretim ilişkilerinin değişmesinde olduğu türden, bir öncekini yıkıcı temelde bir alt-üst oluşla sonuçlanmaz.
Sanatın tarihinde değişim-dönüşümün esas olduğu, çeşitli etkinliklere bakılarak daha iyi kavranabilir. Mesela opera; müzik ve tiyatronun birleşmiş halidir. Operanın ortaya çıkışı, ne müziği ne de tiyatroyu dışlar. Her biri ayrı ayrı kendi alanlarında gelişmesini devam ettirirken, daha üst boyutta bir sentez olarak opera da varlığını sürdürür. Örneklere devam edelim; heykel sanatının tarih içindeki gelişmesi de birbirini dışlayarak devam eden bir ilerleme değil, aksine bir biçimden bir başka biçime geçerek dönüşüm temelinde olan bir devamlılıktır. Neolitik dönem heykellerinde bereketin simgesi olan ana tanrıçada ya da kötülüklere karşı koruyan küçük heykellerde, simetri ve uyum zayıf, simgesel anlatım fazladır. Antik Yunan heykellerinde ise ideal güzellik arayışı öne çıkar. Simetri, uyum, anlatımda somutluk ve hareketlilik göze çarpar. Miron’un “Disk Atan Atlet”i ya da Laokoon’un “Heykel Grubu” buna örnek verilebilir. Rönesans döneminde, örneğin Michelangelo’nun heykellerinin konusunu İncil ve Tevrat’tan alınan öyküler oluşturur. Barok döneminde ise figürsel anlatımla somutluk ön plandadır. Heykeller süsleme amacıyla çeşitli alanlara yerleştirilmiştir. Günümüz heykelciliğine kadar figürsel anlatım öndedir. Bu durum, izleyicinin heykelden edindiği esinlenme ve hayal dünyasını işletme yanını sınırlandırır. Çünkü eserdeki öykü çoğu zaman ilk bakışta kavranabilir durumdadır. Günümüz heykelciliğinde ise soyutluk öne çıkar. Gerçeğin farklı yüzlerinin heykel ya da diğer sanatlarda gösterilmesi önemlidir. Soyutluk, çağımız insanının çok yönlü okumalarına cevap verir. Ayrıca bu durum, izleyicide sezgi ve muhakeme yeteneğini geliştirir. Zaten çağımız sanatı “göstermek”ten çok “sezdirmeyi” esas almak durumundadır. Çünkü “göstermek”, karmaşık zihinsel yapıya sahip günümüz insanının dünyasını sınırlandırır. Fakat ne olursa olsun günümüzde heykelciliğinin düzeyi, Mısır tapınaklarında bulunan firavun veya sfenks heykellerinden ya da Michelangelo’nun “Musa Heykeli”nden alınan hazzı azaltmaz.
Sanatta değişim-dönüşümün izlerini mimarlıkla da görmek mümkün. Günümüz tekniğinin sağladığı olanaklar geçmişte kıyaslanamayacak ölçüde büyüktür. Eğer bu teknik olmasaydı Malezya’da, dünyanın en yüksek gökdeleni inşa edilemezdi. Fakat teknik anlamdaki ilerilik, geçmişin mimari eserlerindeki estetik güzelliği, işlevselliği ve dönemiyle kıyaslarsak onların teknik başarılarını gölgelemez. Gize piramitlerinin (Keops, Kefren ve Sfenks Anıtı) muhteşem etkileyiciliği ve hala bilinmeyen kimi odalarındaki gizemi, Atina’daki Parthenon Tapınağı, Roma’daki Colosseum ve hiçbir desteğe dayanmaksızın ayakta duran koca kubbesiyle Ayasofya, hala insanları hayranlıkla şaşırtacak denli güzellikte eserlerdir. Gotik ya da Barok tarzın göz doldurucu estetik yanları kıyaslanarak tartışılabilir ama bu onların günümüz mimarisi tarafından aşıldığı ve artık geçmişte kalan bu üslubun geri bir evreyi ifade ettiği anlamına gelmez. Ülkemizde sorunun bu boyutları daha basit bir biçimde gösterilebilir. Günümüz mimari yapılarında, daha öncesini bırakın, Bizans ve Osmanlı dönemi eserlerini aratmayacak düzeyde bir tarz hala yaratılmış değil. Neredeyse Mimar Sinan’dan beri devam eden bir tekrar söz konusu (Beylerbeyi, Dolmabahçe Sarayları ya da Haydarpaşa Gar binası türünden yapılarsa bu toprakların rengini taşıyan özgün eserler değildir).
Bir başka sanatsal etkinlik olan roman ve şiir üzerinden de dönüşüm süreci gösterilebilir. escort bayan Başlangıçta düz yazı yoktu, şiir vardı. Düz yazı, insandan soyutlama becerisi geliştiği ölçüde şiiri dışlamaksızın, onunla birlikte gelişmesini sürdürdü. Fakat şiir yüzyıllar boyunca düz yazıyı etkiledi. Tek tanrılı dinlerin, Musa peygambere “indirilen” ilk kitabı Eski Ahit –özellikle peygamber krallar bölümünde çok fazla tekrarlar içerse de- şiirsel bir dile sahiptir. Tanrı’nın dünyayı ve canlıları “yarattığı” ilk yedi günün anlatıldığı giriş (Tekvin) bölümünde bu daha dikkat çekicidir.
Şiir, geçmişten bugüne birçok değişiklik geçirerek günümüze geldi. Günümüzde modern şiirin Fransa’da Mallerme, Baudleare, Verlain, Rimbaud ile başladığı kabul edilir. Baudleare “Kötülük Çiçekleri” kitabıyla (E. Munch “Çığlık” tablosuyla, Beckett romanlarıyla…) çağımız insanının açmazları ve yabancılaşmasını çok iyi anlatmıştır. Ama bu durum Homeros’un, Truva Trajedisi’ni destansı biçimde anlattığı “İlyada” ve “Odeysseia”nın, Gılgamış’ın, “Hint Vedaları”nın (dinsel metinler) ya da Mevlana’nın “Mesneviler”inin parlaklığını silemez. Modern şiire bakarak İlyada’dan zevk almamak ya da onu artık geri biçim olarak görüp küçümsemek mümkün değildir. Rilke nasıl estetik bir doyum veriyor ve güncel yanımıza sesleniyorsa, Hayyam’ın Rubailer’i de duygularımızın bir başka yanına seslenmektedir. Bunların birbirini dışlayarak gelişme içinde oldukları iddia edilemez.
Dönüşüm ve çoğu zaman onunla iç içe geçen gelişim, romanın geçirdiği evrim üzerinden de görülebilir. Roman, müstakil bir anlatı olarak şiir ve tiyatronun ardından yüzyıllar sonra ortaya çıktı; ama köklerinde bu anlatıların çok temel bir rolü var. Bütün karanlık ve aydınlık yanıyla bireyin iç dünyasını, somut biçimde en iyi roman sanatı anlatır denilebilir. Tabii bu tesadüfi bir durum değildir elbette. Tarihte “özne”nin kendi başına bir varlık olarak ve kimi “biricik” yanlarıyla ortaya çıkışı diyarbakır escort , kapitalizmle gerçekleşti. Cemaat toplumunun karşısına, “girişimci” burjuvanın açtığı yoldan, bireyleşmiş tekil insan çıktı. Roman, bu tekil insanın toplumla olan çelişmelerini ve kimlik arayışını estetize biçimde anlatır.
Başlangıçta, eğitimli okur ve eleştirmenlerin ciddiye almadığı roman, daha çok eğitimsiz kimselerin okuduğu ve tarihsel birikimiyle yüksek bir sanatsal değere sahip şiirin yanında hafif bir tür olarak algılandı. Roman; serseri ve serüvencilerin maceralarını, olağanüstü güçlere sahip mistik kişilikleri, neden-sonuç ilişkisi kurmaksızın, abartıyla ve sadece görünen yanlarıyla anlattı. Tarihsel süreç içinde ise “destan, pikaresk, romans, tarih yazımı, öz yaşam öyküsü, sahne komedisi gibi yazı türleri” (Forster) ardından şekillendi. Romanın başlangıçta yaşadığı bu zayıflık, zamanla aşıldı ve çok güçlü bir külliyatın biriktiği edebi bir tür haline geldi (20. yy’ın başlangıcında sinema için de benzeri tartışmaların yapıldığı biliniyor. Sinemanın bir sanat dalı olup olmadığı bir müddet tartışılmıştı. Sonrasında sinemanın kaydettiği başarı tartışmalara son verdi). Modern romanın başlangıcı sayılabilecek Don Kişot’tan bu yana 400 yıl geçmesine rağmen Cervantes de, sonrasında 19. yy. yazarları Dickens da Tolstoy da Wilde da hala büyük bir zevkle okunabiliyor. Kuşkusuz bu arada roman teknikleri gelişti. “Bilinç akışı” gibi yeni anlatım biçimleriyle romanın sınırları büyüdü. Ama bütün bunlar o eserlerin edebi, düşünsel ve estetik derinliğini yok edemedi.
Dönüşmenin ve gelişmenin evrimini bir de resim sanatı üzerinden gösterelim. Mısır fresko tekniğindeki resimlerde figürlerin gövde ve gözleri cepheden, bacak ve yüzleri profilden çizilmiştir. Oldukça sade resimlerdir. Rönesans ve ardından gelen Barok, Romantizm, Empresyonizm vs. akımları ile birlikte perspektif-ışık-gölge tekniklerinin bulunması, yeni renklerin kullanımı ve konu zenginliğiyle resimdeki derinlik artmıştır. Resimde birbirini takip eden bu akımlar, birbirini dışlayarak ortaya çıkmadı. Her biri farklı görme biçimlerine sahip olduklarından dolayı bir diğerinin bıraktığı boşluğu doldurarak ve birbirini tekrar etmeksizin gelişti. Bütün bu dönemler boyunca birçok tekniğin kullanılmasının ardından, 20. yy başlarında yenilik arayışları Kübizm’de ifadesini buldu. Kübizm’in öncülerinden Picasso, figürlü resimde meydana gelen sıkışmayı ve tek yönlülüğü aşmak için figürü, geometrik biçimde çeşitli görünüşleriyle çizdi. Kandinsky’nin başını çektiği soyut resmin ortaya çıkışı da bu anlamda tesadüf değildir. Çağımız insanının soyutlama yeteneğinin ve zihinsel kapasitesinin çok yönlü gelişmesi bunun alt yapısını hazırladı. Doğa görüntülerine bağlı olmayan, figürsüz, biçim ve renklerde tanıdığı serbestlik ile soyut resim, birçok sanat dalını etkiledi.
Resmin kendi içinde yaşadığı evrimsel gelişme, daha basit biçimde bir örnekle de gösterilebilir. Yerel motiflerden etkilenerek çizilen basit desen figürleri birçok ülke resminde görülebilir. Bu anlamda her ülkenin A. Dino tarzında ressamları vardır. Fakat ön açıcı kişilikler olan Picasso ya da Kandinsky gibi ressamları yoktur.
Bugün insanlık ilkel insanın taş baltasını, Galen’in canlıların organlarını ve bunların görevini inceleyen fizyolojik bilgilerini, Copernicus’un gözlemlerini, R. Hook’un mikroskobunu, 18. yy. İngiltere’sinin yün dokuma aletlerini, Lumiere Kardeşler’in kamerasını kullanmıyor. Çünkü bilim ve teknolojideki gelişmeler, kullanılan bilgi ve aletlerin bir kısmını reddetti; bir kısmını ise arkaik bir teknoloji olarak geride bıraktı. Ama Euripides’in trajedileri, Bin Bir Gece Masalları, Fuzuli’nin “Leyla ile Mecnun Divanı”, Rembrant’ın “Gece Nöbeti” tablosu, sonradan yaratılan sanat eserleri tarafından aşılma ya da yanlışlanma durumuyla karşılamaksızın hala eski değerlerini korumaktadır.
Üretici güçlerdeki ilerleme, yeni sanat dallarının ortaya çıkmasını sağladı. Fotoğraf sanatı, bu teknik gelişimin bir ürünüdür. Sinema da fotoğrafla bağlantılı olarak gelişti. Eğer fotoğraf olmasaydı sinema da olmazdı. Günümüz bienallerinde video performansları da yine tekniğin ortaya çıkardığı imkanların sonucunda doğdu. Benzeri durumu müzikte de görebiliriz. İnsanoğlu, ilkel dönemlerinden bugüne dek, dinsel ritüeller başta olmak üzere günlük yaşamında, vurmalı çalgılardan başlayarak birçok müzik aletini geliştirerek kullandı. Tekniğin verdiği imkanların sonucunda icat edilen her yeni aletle yeni sesler elde etti. Bu da, armoni ve ritmin taşıdığı melodinin derinleşmesini sağladı. Mesela 1844’te ilk kez kullanıma sokulan saksafon, özellikle cazın doğaçlamalarını zenginleştirmiştir.
Sanatta ilerlemeci bakışa karşı olmak, sanatın tarihle olan bağını koparmak ya da onu tarihsizmiş gibi algılamak anlamına gelmez. Sanat, tanrısal bir vahyin “üflediği” ya da tarih dışı bireyin (ve toplumun) yaşadığı sıkışma veya coşku türünden aşırı duyguların bir ürünü değildir. Sanatın tarihi, insanın kendi dışındaki dünyayla, toplumla ve kendisiyle kurduğu emek eksenli estetik ilişkilerin bir bütünüdür. Sanattaki gelişme, ekonomik alt yapıdaki değişimle dolaylı biçimde ilişkilidir. Bireyin “gerçek”le kurduğu estetize edilmiş ilişkinin düzeyi, sanatsal etkinliğin derinliğini belirler.
Sanatı, insan özünün değişmezliği ilkesine dayandırmak ve sanatsal etkinliği kendi başına bir varlık şeklinde tarih dışı olarak algılamak idealist bir yorumdur. İlerlemeci bakış, sanatın üretici güçlerle ilişkisini mekanik bir ilişkiye indirgeyip, sonra gelenin bir öncekini aşılmış kabul ederek geliştiğini iddia etmesiyle nasıl yanlış bir konuma düşüyorsa, tersinden idealist yorum da, sanatı değişmeyen insan özünün bir ürünü olarak ortaya koyarak diğer bir uçtan aynı yanlış pozisyona düşmektedir. Sanatı insan özünün değişmezliği ilkesi üzerine oturtanlar, şu soruların cevabını vermek zorundadır: “Bugün niçin Antik Yunan döneminin trajedi ya da komedileri yeniden aynı tarzda yazılmıyor? Aristo’nun “Poetika”da çerçevesini çizdiği dram sanatının “üç birlik kuralı” bugün niçin aynı biçimde yorumlanmıyor? Bugün niye kimse Beydeba ya da Dante gibi yazmıyor?” soruları uzatmaya gerek yok. Çağımızda kimse ne Sophocles’in “Kral Oidipus”unun ne de Goethe’nin “Faust”unun benzerini yazabilir. Makinelerin, iletişim aygıtlarının, analitik aklın bu düzeyde geliştiği bir çağda bunun imkanı yoktur. Böyle bir çaba içine girilse bile, bu asla inandırıcı ve samimi olmaz. Her bir yapıt, kendi zamanının ürünüdür ve kendi çağını yansıtır.
Sanatın özgün estetik yanını açığa çıkarmak adına ilerlemeci bakışa karşı çıkarken, eserin ne anlatmak istediğini, sadece sanatın kendi iç yasalarına bakarak ya da salt yapıt üzerinden anlamlandırma yapmaya çalışarak değerlendirmemek gerekir. Kuşkusuz bu yapılabilir; fakat derinlikten yoksun bir inceleme olur. Eserin “gerçeklik”le kurduğu ilişkinin düzeyi, esinlendiği nesne ya da öznenin bütün görünümlerini hangi yeterlilikte anlattığı, ne kadar güçlü bir soyutlama yeteneğine sahip olduğu, çağını ve insanını ne ölçüde yansıttığı bu bakış açısıyla güçlü bir biçimde irdelenemez. Üretim ilişkilerinin ve toplumsal ilişkilerin durumu, insanın bunlarla kurduğu karmaşık ve dolaylı ilişkinin çözümlenmesi üzerinden derinlikli bir değerlendirme yapılabilir. Maddi üretim değiştikçe, zihinsel üretim de dönüşüme uğrar. Bu durumu göz ardı eden bir anlayış sanattaki dönüşüm ve gelişimi anlayamaz.
Bilim ve teknolojideki ilerleme, elde edilen bilgilerin birbirine tepkisi biçiminde bir gelişmenin ardından ortaya çıkmadı. Mesela buhar enerjisinden fosil yakıtları ve elektriğin kullanımına, oradan nükleer enerjiye geçiş bir tepkinin değil, üretici güçlerin kaydettiği gelişmenin bir sonucudur. Sanatın tarihinde ise önceki akımlara duyulan tepkinin üzerinden atlanamaz. Ancak bu durum, tepkiyle ortaya çıkan yapıtların birbirinin sanatsal değerini reddederek geliştiği anlamına gelmediği gibi onların sanatsal değerlerini de azaltmaz. Sanat tarihinde tepkisel gelişmenin örnekleri çoktur. Rönesans sanatının doğaya uygunluk, ideal güzellik, simetri ve ölçülük arayışına; Maniyerizm, her türlü sanatsal kuralı yadsıyarak; Barok sanat da asimetrik anlayışı, durgunluğa karşı hareketi ve eğrisel biçimleri öne çıkartışıyla karşı çıkar. Neoklasizm’e tepki olarak Romantizm, Romantizm’e tepki olarak Realizm, Realizm’e tepki olarak Gerçeküstücülük, Gotik tarzın sivriliğine karşı Barok’un şişkinliği, figürlü resme karşı soyut resim, Natürmort’un durgunluğuna karşı –açık havada gün içinde doğanın geçirdiği renk değişimini çizen- İzlenimcilik, klasik roman anlatımı yerine bilinç akışı, ilahiyat kökenli mistik müziğe karşı din dışı coşkulu müzik bu tarz gelişmenin örneklerindendir.
Sanatı, diğer toplumsal bilinç biçimlerinden ayrı kılan bir diğer yanı da kişisel bir ürün olmasıdır. Üretici güçlerin gelişmesinde ise toplumsal emek ve ortak aklın rolü belirleyicidir. Bu durum günümüzde çok daha fazla geçerlidir ve her geçen gün derinleşerek sürecektir. Modern fizik-genetik-iletişim-uzay araştırmaları, yeni enerji kaynakları elde etme çabaları… çok fazla sayıda insanın kolektif emeğini zorunlu kılıyor. Sanat ise geçmişten bugüne kişisel bir yaratım süreci olan yanını her zaman korudu ve koruyacak da. Aynı koşullarda yaşayan insanların bu durumdan farklı şekillerde esinlenerek, birbirine karşıt içeriğe sahip eserler yaratması, sanatın kimi yanlarıyla “biricik” özelliklere sahip olduğunu gösterir. Romantizmle Realizmin aynı anda var olması bunun bir göstergesidir. Bundan dolayı kişisel yaratımın bir sonucu olarak birbirinin tersi içeriklere sahip bu eserlerin hangisinin daha ileri olduğu ya da birbirlerini aşıp aşmadıkları tartışması anlamsızdır.
Tarih, bütün bilimlerin üzerindedir. Sanat da tarihin dışında değildir ve bir tarihi vardır. Ama onun geçirdiği tarihsel evrim, “değişim-dönüşüm” ve “gelişme” kavramları ile açıklanabilir. Sanat tarihine ilerlemeci ve kaba sınıfsal bakış, insanlığın kültürel mirasını reddiye noktasına kadar götürür. Ne Aiskhylos’un “Promethous” trajedisi Antik Yunan dönemindeki köle sahiplerinin ne de Leonardo Da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosu burjuvazinindir. Onların hepsi, insanlığın ortak kültürel birikimidir.
Sanatsal gelişim özgündür. Sanatta ilerlemeci bakıştan yola çıkanlar “bizde niçin Mozart yok?” sorusunun problemli yanını anlayamaz. “Bizde Mozart yok ama Batı’da da Dede Efendi yok” cevabı, sanatın tarihi ancak dönüşümle açıklandığında yerli yerine oturacaktır.
Sanatın üretici güçlerin ilerleme çizgisinden ayrı bir yol izlediği ya da insanın diğer bilinç biçimlerinden farklı olduğu iki söylence ile bir kez daha gösterilebilir. İlk şu: Bestesini çaldıktan sonra bir kadının eserin ne anlatmak istediğini anlamadığını söylemesi üzerine Beethoven aynı parçayı tekrar çalar. “Bunu anlatmak istemiştim” der. İkinci örnek Picasso’ya mâl edilmiştir. Sergisini gezen birisi bir tabloyu uzun uzun inceler ve “Bu nasıl balık? Hiç benzemiyor” diye Picasso’ya sorar. Picasso da, “O balık değil, resim” diye cevap verir.
Sanatın yaratım süreci ve ortaya çıkan yapıtın algılanma tarzı, insan bilincinden bağımsız gelişen değişmelerin ya da insanın diğer etkinliklerinin gelişim süreçlerinden farklı biçimde kavranmak zorundadır; tabi tarihi de…