Roman, bir sanat türü olarak kendine özgü dili, üslubu ve dile getiriş tarzı olan etkinlikler arasında ilgimizi çeken bir disiplindir. O da diğer düşün ve sanat disiplinleri gibi insanla, toplumla ve dünyayla ilgilidir. Tarihsel ve sosyal konuları tercih etmesi tesadüfi değildir. Başlıbaşına tarih romanlarından söz etmek de olasıdır. Üstelik yaygın bir tür olarak varlığı ve ilgi de gördüğü bir gerçektir. Küller Arasında Haçin adlı romanı da bu türden eserler arasında değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Belge Yayınları, roman dizisi içinde sunulan eserin yazarı, şiir kitaplarıyla da tanıdığımız Halil İbrahim Özcan (Belge, 2016). Eser, her ne kadar roman atmosferi içinde sunulmuş olsa da, onu tarihsel ya da sosyolojik bir metin olarak da okumak ilginç olabilir. Çünkü eserde her iki disiplinin de yöntem ve tekniklerine başvurulduğu anlaşılıyor. Ayrıca eser, roman iddiasıyla sunulduğuna göre belgesel roman kategorisinde değerlendirmek de mümkündür.
Düşünceden Sanata Gitmek
Kısa adıyla Haçin adlı eser, pek çok bakımdan tahrik edici, heyecan verici ve sürükleyici bir özellik gösteriyor. Çukurova ve çevresini mekan olarak seçse de, ele aldığı konu bakımından geniş bir coğrafyada cereyan ediyor. Haçin kasabası, romanın asıl olarak sergilendiği, başladığı, genişlediği ve sonuçlandığı alan. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı, Adana’ya bağlı bir kasabadan söz ediyoruz. Ermenilerin buradan nasıl püskürtüldüklerinin hikayesi anlatılıyor. Romanın sürükleyen gücünü ise Türk kızı Selvi ile Ermeni delikanlısı Aram’ın aşk ilişkisi temsil ediyor. Bir ölçüde tarihi bir soruna estetik olan yaklaşım gösterilmeye çalışılmış. Bu türden eserlere tezli eserler de denilebilir (düşünceden sanata gitmek). Tezli eserler, belirli tezlerden yola çıkılarak sanat eserine yükselmeyi önerir ki; bu, genellikle zordur. Bu bakımdan Özcan’ın zoru seçtiğini söylemek yanlış olmaz.
Haçin, uzun yüzyıllar boyunca farklı halkların etnisite ayrımı gözetmeden kardeşçe yaşadıkları bir coğrafyadır. Ta ki, milliyetçilik rüzgarları esinceye kadar. Romandan anlaşıldığına göre milliyetçilik rüzgarının Anadolu’ya yönelmesi ve kasırgaya dönüşmesi uzun sürmedi. Önce 1909 ile tüm Anadolu’yu ve Çukurova’yı vurdu. Bunu 1915 saldırıları izledi. Bu hücumlarla Haçin’in Ermeni halkı ya katliama uğradı ya da sürgün edildi. Bu tarihteki bir tabloya bakılırsa “Yoksul Ermeniler, yalın ayak, üstleri başları yırtık pırtık bir halde kafiledeki yerlerini almışlardı. Tüccar kesimi ve durumları daha iyi olanlar ise evlerinden durmadan bir şeyler çıkarıyorlardı ve kalabalığa en son karışanlar onlar oluyordu… zenginlerden rüşvet alan bazı zaptiyeler, para aldıkları zengin Ermenileri yolda serbest bırakmış ve istedikleri yere gitmelerine göz yummuşlardı.” (Age, S. 19-20).
Eserde özetlenerek betimlendiğine göre 1920’de yeniden Ermeni halkı kendi topraklarına dönüş yapma olanağı buluyor. Çünkü Emperyalist savaş bitmiş ve bu savaşa kumanda eden İttihat ve Terakki Fırkası’nın ilk kadroları, emperyalistlerin hücumuna uğramıştı. Haçin’de sergilendiğine göre Ermeniler, Fransızların desteğini alarak, sürüldükleri yerlerden tekrar kendi eski yerlerine/anavatanlarına dönmeye başladılar. Adana’nın kuzey kısmındaki Haçin kasabası da bu yerleşin yerlerinin başında geliyor. Bölgenin tarihini ve coğrafyasını bilenler için eserde sunulanlar, tarihsel bilgilerle örtüşmektedir.
Geriye Dönüş Teknikleri; Sanatta Seçmeler Yapma İlkesi
Eserde genç kadın Selvi ile Aram arasındaki ilişkiler, gerçeklik ve inandırıcılık ilkesine uyularak duygusal bir çerçevede aktarılır. Savaş ve sürgünlerin insan ve toplum yaşamında açtığı yaraları izlemek bakımından dikkate değer sahneler tasvir ediliyor. Gerek bu ikilinin ilişkisinde olsun gerekse romanın bütününde geriye dönüş tekniklerinin sıklıkla başvurulan bir yöntem olduğu gözden kaçmıyor. Nihayetinde romanın sonlarına geldiğimizde Selvi ile Aram arasında daha evvel yaşanmış tecrübelerin sunulduğundan bunu anlayabiliyoruz. Vurgulamak gerekir ki, tüm bu ikili arasında yaşanan deneyimler savaşın katı ve nefret yüklü yüzü karşısında buharlaşıp gidiyor. Dolayısıyla bu ikilinin yaşamışlıklarına bakarak bir sevda romanı beklentisiyle esere yönelenler umduklarını bulamayacaktır. Çünkü savaş, sürgün, karşılıklı üretilen kin ve nefret, sevda ilişkilerinden sadece geriye trajik anılar bırakmaktadır. Oysa bir zamanlar Haçin başka türlü tasvir ediliyordu. Şöyle ki: “Haçin’i ikiye ayıran Çatak Deresi’nin üstünden ince bir köprü geçerdi. Eskiden beridir o köprüden gurbetin ve hasretin bittiğine dair müjdeleri gelirdi. Sonra köprüden geçilir ve Hamurcu Gediği’nden kıvrıldığında, artık gidenlerin ardından iyi haberleri beklenirdi.” (Age.S. 21).
1920’li yıllar hem ülkemiz coğrafyası hem de dünya tarihi açısından her şeyin ters yüz olduğu, sınırların yeniden çizildiği, tarihin yeniden yapıldığı ve yazıldığı dönem olması bakımından dikkate değerdir. İbrahim Özcan, sanatın “seçmeler yapma ilkesi”ne dayanarak zaman olarak kısacık bir kesiti alırken mekan olarak da küçük bir alana projeksiyon tutuyor. Yaşanan olaylar doğal olarak aksiyon yüklüdür. Yazarın bu noktaları daha da öne çıkarması üzerine eser tempolu olduğu kadar da hareketli bir çerçevede kurulmuş oluyor. Silahlı baskınlar, savunmalar, saldırılar, geri çekilme ve hücumlar birbirini izliyor.
Savaşın iki tarafı var. Bunlar Türkler ve Ermeniler biçiminde tanımlanıyor. Ermeniler, kovulup sürüldükleri topraklara (Adana ve civarı) yeniden yerleşmek istiyor. Onların topraklarını ele geçirmiş olan diğer bir halk olarak Türkler ise bunu önlemek için adeta ölüm kalım mücadelesine girişmiş durumda. Romanda yansıtılanlardan anladığımız kadarıyla Türklerin arkasında İngilizler, Ermenilerin arkasında ise Fransızlar yer alıyor. Romanın sonunda Haçin adeta Ermenilerden “temizleniyor”. İngilizler, Fransızlara galip geliyor da denilebilir. Dolayısıyla eser siyasal tarih açısından da halen tartışılan pek çok konuyu yeniden ve sanat cephesinden bir kez daha deşmiş oluyor.
Haçin’de zaman ve Mekan Sorunsalı; Haçin’deki Kır-Şehir Diyalektiği
Tostoy’un Savaş ve Barış adlı romanını hatırlayanlar, savaş romanlarının, ister istemez savaşan kahramanlar çıkardığını anımsayacaktır. Bu türden kahramanlar, her zaman gerçek kişiler olmasa da Haçin romanındaki karakterlerin pek çoğunun gerçek kişilerden seçildiği anlaşılıyor. Türk tarafının savaşçılarından Kamberli bu kahramanlardan birisidir. Diyeceğim şu ki, savaş romanları karşılıklı tipler yaratır. Kamberli, şimdiki zamanın (1920) kahramanı olmakla birlikte, 1909’lara dek gerilere gider ve Cemal Paşa’yı bugüne getirir. Demek ki yazar geriye dönüş tekniğine sıklıkla başvuruyor diyebiliriz. Böylece romanın mekanını ve zamanını genişletmiş oluyor. Kamberli ve Cemal Paşa, dönemi yansıtırken bölgenin düzenini (düzensizliğini okuyun) betimliyor. Buna göre bir nevi anarşi ortamı var. Eşkıyalık, başıbozukluk, soygunlar, mala cana saldırılar, idamlar gırla. Her şeye rağmen az sayıda Türk, çoğunluğu Ermeni olan Haçin’de yaşamlarını sürdürüyorlar. Oysa kenar köy ve kasabalarda Ermenilerin azınlıkta olduğu yerlerde sürekli taciz edilen ve saldırıya maruz kalan Ermeniler Haçin’e çekiliyor. Romanın odak noktasında buradaki gelişmeler yer aldığı için de Haçin, eserin adına konu oluyor.
Birçok okurun dikkatini çektiğini sandığım Ardıçlı Salih’in ağzından bölgenin ekonomik, sosyal ve tarihsel serüveni ortaya serilir. Burada da kır-şehir diyalektiğini izliyoruz. Salih kendi hikayesini anlatmak üzere konuşuyor olsa da gerçekte sunulan, bölgenin temel özellikleridir. Salih’i izleyen bölümlerde Anadolu ve Rumeli Müdafaa Hukuk Dernekleri, peşinden Tufan tipi ortaya çıkıyor ki, savaşın ve katliamın da eli kulağında olduğunu işaret etmektedir. Türk tarafında Gizik, Ermeni tarafında Astur gibi savaşçıların ortaya çıkması eserde bir diyalektik dengenin kurulduğunu anımsatıyor. Bu diyalektik dengenin gözetilmesi, karşılıklı katliamların da birbirine yakın olduğunu gösterir ki, tarihsel bilgilere bakılırsa inandırıcı değil diyebiliriz. Böyle bir diyalektik bakış yazarın, olaylara nesnel bakma arzusundan kaynaklanıyor denilebilir.
Atlardan Roman Kahramanı yapmak; Roman-Sanat Özelliklerinin Aşılması
Garebet Çallıyan, adından anlaşılacağı gibi Haçin’e atanmış bir Ermeni kaymakamdır. Çatışmaların şiddetlenmesi üzerine Ermeni halkının içinden de savaşçılar çıkmaya başlıyor. Aram bunlardan biri olmakla birlikte, savaş sahnelerinde pek görülmüyor. Daha önemlisi Cebeciyan’dır, önemli bir savaş komutanı olarak ön plana çıkıyor. Böylece saflar belli bir oranda netleşiyor. Savaş diyorsak da, eserin yansıttığına bakılırsa Haçin halkı ve Ermeniler, temelde savunma pozisyonundadır. Haçin’in çevresinde öncelikle başlayan ve şiddetlenen yerel, kısmi çatışmalar 1920 yılı boyunca yoğunlaşarak, yayılarak devam ediyor. Atlı çetelerin karşılıklı saldırıları etkili bir üslupla veriliyor. Savaşın ağır yükünü atlar çektiğine göre sıklıkla atla ilgili tecrübeler okuyoruz. Hatta atları da roman kahramanları arasında saymamız abartılı olmayacaktır. Yazarın sıklıkla at sahneleri betimlemesini de bu istikamette yorumlamak gerekir. Öküzlerin de anıldığı sahne şöyle betimleniyor: “Topu getiren kafile, Kuştepesi’nde Roma döneminden kalan mezarların üstünde çıkınlarını açıp birkaç tane yufkaya çökeleği sererek yemeye başlamıştı. Kağnıya koşulan öküzleri de boyunduruklarından çıkarıp yeni yeşermeye başlayan çayıra salmışlardır.” (Age, S. 146).
Gizik, Tufan, Kamberli Türk tarafında Aram, Astur, Çallıyan ve özellikle de Cebeciyan ise Ermeni cephesinde olmak kaydıyla savaşın bütün koşulları olgunlaşmıştır! Türk komutanların Haçin’e girmesi, pek çok saldırı ve hücum örnekleri üzerinden eserde detaylandırılıyor. Ne var ki Türk tarafının cephe gerisi olduğu halde Ermeni tarafının cephe gerisi zayıf kalıyor. Olayların gidişatına bakılırsa Ermeniler Fransızlara gereğinden fazla umut bağlıyor ve bu umutları da boşa çıkıyor. Saldırı ve hücumlar boyunca pek çok insan ilişkisi çözümleniyor. Zayıf kişilikler, çıkar üzerinden hareket eden insanların iç dünyaları, ihbarcılık gibi temalardan hareketle sergileniyor. Bilhassa Türk savaşçıların, ganimet peşinde oluşlarına ilişkin detaylar veriliyor. Birçok savaşçının tamamen böyle bir çapula yöneldiği ve bu nedenle Haçin kuşatmasına katıldığı, komutanlarla savaşçılar arasındaki repliklerden anlaşılabiliyor. Eserin tüm bu özellikleri gerçekçilik kaygısıyla sunulmuş olsa da zayıflığını da yine bu noktalardan anlamak olasıdır. Çünkü eser sıklıkla roman-sanat özelliklerini aşarak tarihsel-sosyolojik metin formuna bürünüyor.
Savaş Teknolojisinin Marifeti; Karanlığın ve Küllerin İçinde Olmak
Küller İçinde Haçin’in en hareketli kısımları, savaş teknolojisinin yürürlüğe girmesi üzerine çıkan çatışmalara ayrılmıştır denilebilir. Askeri, teknolojik savaş malzemesi bakımından üstün durumdaki Türk savaşçıları, o ana kadar kullanılmayan büyükçe bir topu, savaş mahalline taşımayı başarır. İlk top mermisinden itibaren yazar, günlük tutar gibi savaşın bilançosunu listeler. Manastır ve civarını hedef alan top mermisi, savaşın denge durumunda bir değişiklik yapmaz başlarda. Yeni toplar ve yeni top mermileri Haçin’i vuracak şekilde konuşlandırılır. Haçin halkı, kasabadaki Türkler de dahil olmak üzere temel gıda ve benzeri ihtiyaçlarını bile karşılayamaz duruma gelmektedir giderek. Zor günler düşünülerek yapılan stoklar da tükenme aşamasındadır. Yer yer açlık ve hastalıklar baş göstermiştir. Yazar tüm bu ve benzeri kasaba gerçeğini, savaşın sıcak atmosferi içinde, bazen doğrudan bazen de kahramanlara söyleterek açıklamaktadır.
Savaşın yoğunlaşması üzerine Türk ve Ermeni tarafların birçok kez kurmayları toplayarak değerlendirme yaptıkları görülmektedir. Kamberli ve Doğan bey birçok kez Ermenilerin direnişi ve karşı saldırısı üzerine umutsuzluğa kapılsa da ölüm kalım meselesi olarak gördükleri Haçin’in alınmasını, yeniden atağa geçerler. Cebeciyan ve Çallıyan da adamlarını toplar yeni savaş ve saldırı teknikleri üzerine kararlar alınır. Eser ansızın gerçekleşen yeni top mermileriyle düşen tempoyu yeniden alevlendiriyor. Okurun ilgisini çektiğini düşündüğüm sahnelerden birisi Ceciyan’ın, adeta bir kahramanlık göstererek toplardan birisini etkisiz hale getirmesidir. Lakin etkisiz hale getirilen topları yeni topların gelmesi izliyor. Karanlık, küller içindeki Haçin’in kaderi de bu top mermileri sayesinde belirleniyor. Popüler pek çok tarihsel olayı anlattığı için de eserin sürükleyici olduğunu, akıcı bir üslupla kaleme alındığını sanırım belirtmeye bile gerek yoktur.
Belirtilmesi gereken bir nokta da metnin tarihsel roman olmasıdır. Tarihsel romanın, roman sanatı içinde özel bir yeri olduğunu anımsatmak isterim. Nasıl ki, tarih bilimi tarihi konu ettiğinde asıl varmak istediği aktüel olan ise tarihsel roman da yaşanmışlıkları sergiliyor olsa bile asıl varmak ve yansıtmak istediği günümüzün gerçekliğidir. Bu açıdan Özcan’ın, eldeki metni tarihsel olmanın yanında sosyolojik bir metin özelliği de taşımaktadır. Bu özelliği kırarak roman formuna büründürme maksatlı uygulamaları da göz önüne almak gerekiyor. Bölümlerin girişleri incelendiğinde bu uygulamaları görmek mümkün olabiliyor. Belgeyi kurguya doğru çeken özellikler hem olay hem de durum betimlemede etkili olabiliyor. Mesela şöyle tasvirlere yer verilmiş: “Uzun süren kışın ardından toprak uykusundan uyanıyor, tüm tepeler yeşile, allı morlu çiçeklere tekrar kollarını açıyordu. Karların erimeye başlamasıyla birlikte dereler taşıyordu.” (Age, S. 141).
Savaşın Bastırdığı Sevda; Müjdeci Kuşun Ötüşü
Metin izlendiğinde görülüyor ki, 1920’in ilk günlerinde başlayan saldırılar Mart ve Nisan aylarında doruğuna çıkıyor. Savaş karmaşası içinde romana nefes aldırmak adına olsa gerek Kürt Hüseyin’e, Arap Ali’ye ve Papaz Gabrial’in yaşam serüvenlerine, kimlik ve kişiliklerine tanıklık ediyoruz. Çok sayıda roman kişisinden söz etmek, yoğun diyaloglara değinmek de mümkün görünmüyor. Dolayısıyla eserde, roman için yeterli bir zenginlik görmek kolay olmuyor. Mekan betimlemeleri bakımından da bir kuruluk olduğu iddiası yabana atılamaz. Yine de mekan’ın genişliğini ve genişlik içindeki yerleşim alanlarını birbiriyle ilişki içinde verilmiş olması not edilmesi gereken bir husustur. Mesela Haçin’i çevreleyen Everek, Efkere, Tahyalı, Tomarza ve Kalekilise gibi yakın mekanların ele alınış tarzı olsun; uzak mekanlar başta Halep olmak üzere Selanik, Van, Kayseri, Niğde gibi kentler, eseri derinleştirmede belli bir işlev görmektedir.
Başta da değindiğim Selvi ve Aram’ın kurumaya yüz tutan ilişkisi eserin ilerleyen yerlerinde tekrar yeşeriyor. Bu defa Selvi tek başına, çünkü sevdalısı artık Halep yollarında sürgün. Kendini doğaya veren ya da sevdasına doğada karşılık arayan Selvi, doğada Aram’ın hayalini görüyor. Selvi’nin bir bakıma iç sesini dinliyoruz. İç seste önce Aram’ı duyuyoruz. Peşinden, Selvi’nin girdiği deredeki suyun sesi geliyor. Ormanları ve dağları dinlerken müjdeci kuşun ötüşüyle irkiliyor okur. Nihayetinde Selvi’nin dünyasında “binlerce ışık sanki kuş olmuş gibiydi. Ama Selvi aralardan müjdeci kuşun sesini ayırt edebiliyor, bütün varlığıyla kendini o sese veriyordu.” (Age, S. 167). Eserin roman kalitesini artıran bu türden uygulamalar yetersiz de olsa Haçin’de zaman zaman yer verilmiş. İç’in, dış’a yansıdığı anlara bir örnek de Türk savaşçılar arasındaki Çoban Hüseyin’in ruh halidir. Topu ateşlemek üzere hazırlanırken yaşama dair kurduğu hayaller, bölgeye dair verdiği detaylar dikkatlerden kaçmıyor. Keza Selvi ile Aram’ın annesi arasındaki kadın kadına geçen diyaloglar da bunlara eklenmelidir.
Hegel’in Diyalektiği; Sonun Başlangıca Bağlanması
Romanın sunumuna bakılırsa Haçin’e saldırılar 1920 yılı boyunca sürdü. Ta ki 16 Ekim 1920 Cuma günü büyük bir savaş teknolojisiyle Haçin adeta yerle bir edilene dek. Saldırı sırasında kente hücum eden Türk savaşçıları, yalnız tüfekle de değil, balta, sopa, kılıç ve hançerlerle kente girerler, top mermilerinden arta kalan yetişkinleri, direnişçi konumunda olan tüm Ermenileri imha ederler. Sağ kalıp direnenler ise Haçin’in düşmesini engelleyemez. Yazar tüm bu sahneleri roman tadında vermeyi ihmal etmez. Önce Cebeciyan silah mermisiyle öldürülür, sonra da Çallıyan’ın top mermisiyle makamında öldürülmüş olduğu görülür. Yazarın sunumuna bakılırsa “Çallıyan masasının başında Haçin’de artık her şeyin bittiğini günlüğüne not ederken, bulunduğu binaya düşen top mermisi onu oracıkta öldürmüştü.” (Age. S. 206). Kuşkusuz pek çok Türk savaşçı ve masum insan da savaşta hayatını kaybetmiştir.
Yeniden sürgünler başlar, Halep yolunda büyük ve uzun kafileler görülür. Aram da bu kafileler içindedir. Böylece eserde yeniden eskiye, 1916’ya dönülür. Buna diyalektiğin sanata uygulanması diyeceğim. Hegel diyalektiğinde her sonuç önceyi ve sonrayı kendi bağrında taşır. Yani bitiş ve sonuç yok, söz konusu olan: Süreç. Eserin bitiminde Aram’ın geçmişe dönük mektuplarındaki içeriğin dışlaşması ve bunların bizi yeniden eskiye bağlamasının amaçlanmış olması da diyalektiğin gereğidir. Böylece zayıf ve kuru kalan Aram-Selvi ilişkisi kısmen de olsa ete kemiğe bürünmüş oluyor.