“Şairane davranış nedir,
diye sordu kral.
Bilinmez ki majesteleri,
ancak olup bittikten son farkına varırız.”[1]
“Şiir”in “ne”liği -hadi “aykırılığı” diyelim- konusunda José Martí’nin “Kabaran Bir Dalga Gördüğünde Sen” başlıklı dizeleri, her şeyi yeterince net anlatır:
“Kabaran bir dalga gördüğünde sen/ Şiirimi görüyorsun demektir/ Yükselir göğe, fakat bazen/ O hafif ve uykulu bir yelpazedir/…/ Öyle bir hançerdir ki şiirim/ Çiçeklenir elde kabzesi/ Şiirim bir çağlayandır/ Suyu berrak, kristal gibi/…/ O fışkıran bir yeşilliktir/ Pırıl pırıl; ve alev kızıllığında./ Şiirim yaralı bir geyiktir/ Bir sığınak arayan ormanda/… Şiirim kardeştir cesarete/ Yalın, içten ve özlüdür/ O, kendisinden kılıç yapılan/ Çelikle aynı örste dövülmüştür.”
Şiiri var eden özelliklerinden birisi de, ortalamacılığı reddeden, başkaldıran aykırılığıdır…
Nedim Gürsel’in, “XX. Yüzyıl 17 Ekim devrimi ile şekillenen şiir yüzyılıydı. XXI. yüzyılda şiir terk edildi,”[2] tespiti “abartı” değil; gerçeğin kendisidir.
Çünkü -tekrarda yarar var!- şiiri şiir yapan, başkaldıran aykırılığıdır
“Neden” mi?
Gayet basit: “Louis Aragon, Nâzım Hikmet, Paul Éluard, César Vallejo, Pablo Neruda, Bertholt Brecht ve daha birçoğunun komünist olması komünizmin siyasi arzusuyla evrensel bir adresin şiirsel arzusu arasında sıkı akrabalığın açık bir kanıtıdır… Şiir’in düşünce eylemi çoğu kez nesnelliğin, nesnel varlığın içerdiği gizemi, paradoksallığın anlamını çözmektir ve bunu yaparken de, dünyaya yolladığımız soru ya da soruları değiştirmektir,”[3] diye yanıtlar -soruyu- Alain Badiou!
Evet, başkaldırmak için yine ve yeniden şiire; onun başkaldıran aykırılığına muhtacız…
“Aykırı” deyip geçmeyin!
Aykırılık, herkes susarken boyun eğerken konuşabilmek ya da herkes konuşurken susabilmektir. Kimin ne diyeceğini düşünmeden yaşamaktır.
Dayatmaya boyun eğmemektir.
“Dizlerin üstünde yaşamaktan ayakta ölmek yeğdir” diyebilmektir
Yalnız kalmayı göze almaktır.
“Olağan” denilen tarafından ayıplanıp, dışlanmayı göze almaktır.
Gerçeklere duyarlı olup; sürüyü takip etmeyen özgürlüktür.
“Mugayeret”, “tehalüf” de denilen aykırı olmak, Edip Cansever’in “Biz/ Aykırıya,/ Ayrıntıya,/ Ayrıksıya,/ Azınlığa/ Tutkunuz,” dizelerindeki hâldir!
Sıra dışı olmaktır; sınırlara ve/veya egemen kurala uymama hâlidir.
Bir tür “suç” içeren sıfattır; Sevan Nişanyan’a göre ise, kökende “ay” ve “hay” sesleriyle aykırmak/haykırmak bağırmak, gürültü etmek, çınlatmak anlamına gelir.
Özetle hayata ve olaylara egemen alışılmışın dışında bakmak/ davranmaktır.
Mevcut düzene “Tamam” deyip geçmemektir.
Aykırı olmak farklılıktır.
Aykırı insanlar toplumsal sorumluluklarının bilincindedirler. Onlar, “bananecilik” kalıplarını yıkmış kişiliklerdir. Mücadeleden hiç vazgeçmez ve asla seslerini kısmazlar. Kendilerine “boyalı kuş” muamelesi yapılsa; dışlansalar da hiçbir zaman kabuklarına çekilmezler. Haksızlıklara karşı her daim protesttirler.
Aykırı olmak risk almak ve cesareti kuşanmak demektir. “Bana ne” demeyip, cüretkârca elini taşın altına sokmaktır.
Evet bazen bir sestir, bir sözdür aykırılık. Bazen de en önde -değişimi mümkün kılmak için- sürüleştirmeye “Hayır” demektir.
Aykırı olmak, her daim risk barındırır ve risk almayı “olmazsa olmaz” kılar!
Tıpkı…
“Girme şu alçakların hizmetine:/ Konma sinek gibi pislik üstüne./ İki günde bir somun ye, ne olur!/ Yüreğinin kanını iç de boyun eğme!”…
“Felek ne cömert aşağılık insanlara/ Han, hamam, dolap değirmen, hep onlara/ Kendini satmayan adama ekmek yok/ Sen de gel yuf çekme böylesi dünyaya”…
“İnciyi isteyen dalgıç olacak;/ Varı yoğu dosta verip salacak./ Canı avucunda, soluğu göğsünde;/ Ayağı baş olacak, başı ayak”…
“Bir elde kadeh, bir elde Kur’an/ Bir helaldir işimiz, bir haram/ Şu yarım yamalak dünyada/ Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman”…
“Beni özene bezene yaratan kim? Sen/ Ne yapacağımı da yazmışsın önceden/ Demek günah işleten sensin bana/ Öyleyse nedir bu cennet cehennem?”…
“Şarap içip güzel sevmek mi daha iyi,/ İki yüzlü softaları dinlemek mi?/ Sarhoşla aşık cehenneme gidecekse,/ Kimselerin göreceği yoktur cenneti./ Tekkede, medresede, manastırda kilisede,/ Bir cennet cehennem kaygısıdır sürüp gitmede.//
Ben şarap içiyorum, doğrudur,/ Aklı olan da beni haklı bulur,/ İçeceğimi biliyordu Tanrı,/ İçmezsem Tanrı yanılmış olur.
Tanrı cennette şarap içeceksin der,/ Aynı Tanrı şarabı nasıl haram eder?/ Hamza bir Arab’ın devesini öldürmüş,/ Şarabı yalnız ona haram etmiş Peygamber”…
“Tanrı’nın dileği değil benim dileğim/ Öyleyse nasıl muradıma ererim/ Tanrı’nın isteği doğruysa eğer/ Baştan sona yanlış benim isteğim”…
“Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?/ Ben haramı helalı karıştırmam:/ Seninle içilen şarap helaldir,/ Sensiz içtiğimiz su bile haram”…
“Sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin/ Tekkede manastırda eremezsin./ Bir kez gerçekten sevdin mi dünyada/ Cennetin, cehennemin üstündesin,”[4] dizelerindeki Ömer Hayam gibi…[5]
“Onun dilinde şarap şaraptır, sevgili sevgilidir, çamur çamurdur…”[6]
Çağdaşı Beyhaki’nin ifadesiyle “O, Düstur, Filozof ve Hüccetül Hak diye adlandırıldı”; “Karanlık Çağın Güneşi”ydi…
Bilgeliği ve bilginliğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Matematikçi, hekim, astronomdur. Düşünce dünyasını kurarken, Platon, Aristoteles, Plotinus, Stoacılar, Zenon gibi, bilim ve felsefe arasında köprüler kuran, evreni bir bütün olarak anlamaya çalışan kaynaklara dayanmıştır. Kuşkuculuğunu ve çok yönlü düşünme sevdasını bu çeşitliliğe borçludur. Büyük bilgi birikimi, evrende çelişkilerin hâkim olduğu düşüncesini kolaylıkla benimsemesine yol açmıştır. Sözün kısası, diyalektikçidir!
Ama aslında karanlık bir dünyada yaşamaktadır. Cehalet, dogmatizm, savaşlar, yağmacı sultanlıkların bitmez tükenmez kavgaları, Moğol istilaları ortasında kalmış, bütün bir evreni kucaklamaya çalışan bir akıl olarak karamsardır!..
Bazıları Hayyam için “Zevkperest” derler… Şarap içmeyi, güzellerle gönül eğlendirmeyi sevdiği için, imansız bir zevke tapar olarak mahkûm etmeye çalışırlar. Kuşkuculuğu, özellikle ahrete, cennete, cehenneme, kadere inanmaması, yaratıcısıyla inceden eğlenmesi, doğmalarla dalga geçmesi birilerini fena hoplatır.[7]
Çünkü O, bir aykırıdır!
Çağdaş(ımız) bir başka aykırıya; Can (Yücel) Baba’ya gelince…
O; “Dünya öküzün boynuzları üstünde dururmuş/ Her kıpırdayışında öküz, deprem olurmuş/ Oysa dünya, işçilerin omuzları üstünde durur/ Kıpırdasın da gör, deprem nasıl olurmuş”…
“bir deniz anasıdır umut/ ta suların ortasında/ açılır/ kapanır/ açılır/ kapanır/ kapanır/ açılır”…
“İnce uzun bir hayvan/ Çarpıyor/ Çarpıyor/ Çarpıyordu kendini taşlara./ Canı mı sıkılıyor/ Can mı çekişiyordu yoksa?/ Yok efendim dedi yanımdaki adam/ Gömlek değiştiriyor yılan/ Bu hâllerden anlarız dedi az çok/ Biz de sınıf değişmiştik bi zaman”…
“Af bir atıfettir/ Şartı bunun nedamettir,/ Nedamet de hıyanettir,/ Hıyanet de fazilettir,/ Fazileti faşizmin…// Hiiiç merak etme,/ Bunlar eveleye geveleye böyle,/ Eninde sonunda ‘af’fı verecekler bize,/ Amaaaa/ Biz onları,/ Biz onları affetmeyeceğiz azizim…” (Can Yücel.)
“Beklemek güzeldir,/ ama doğru durakta”…
“Ben gidiyorum dediğimde/ ‘Gitme’ diyen birini değil,/ ‘Ben de geliyorum, yalnız gidemezsin’/ diyen birini istiyorum”…
“Acılarla bilenmiş bir Bursa bıçağıdır hayat/ Pırıl pırıl,/ Ölümse ince bir rüzgâr/ Ilgın ılgın esen”…
“Beni Datça’ya gömün/ Şu deniz gören mezarlığın orda,/ Gömü sanıp düşerlerse karışmam ama!” diyendi ve daha neler, neler?
12 Mart döneminde Che Guevara’nın “Gerilla Harbi” ve “İnsan ve Sosyalizm” yapıtlarının çevirisi nedeniyle 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1974 “affı”yla tahliye oldu. 12 Eylül sonrasında “Somut” dergisindeki “Hamileler” isimli şiiri edebe aykırı, müstehcen olduğu iddiasıyla para cezasına çarptırıldı. Aynı iddia ile “Rengâhenk” başlıklı yapıtı da toplatılan O; aykırı şairliğini, külhani şiir raconu ve siyasal inançlarıyla yoğurdu.
Mezarına bile saldırılan Can (Yücel) Baba;[8] Bir sürü yalan ve yanlışa da kurban edilmek istendi! Mesela Milli Eğitim Bakanlığının 2013- 2014 eğitim öğretim yılı için orta öğretim 10. sınıflara dağıttığı “Dil ve Anlatım” kitabında “Her Şey Sende Gizli” adlı şiir Can Yücel imzasıyla yayınlandı. Kızı Su Yücel Milliyete mülakatında o şiirin Can Yücel’e ait olmadığını açıklamıştı![9]
Bu durumla ilgili olarak İnternette pek çok sahte şiir dolaşıyorken; ayıkla ayıklayabilirsen. Kalibresi düşük şairlerin yazdığı şiirimsi manzumelerin çokça mal edildiği şairlerden biri de tam 31 sahte şiirle Can Yücel. Bu konuda Prof. Dr. Semih Çelenk “Metafizik, guruvari laflar eden, ayyaş bir adam yaratıyorlar. Can Yücel bu şiirleri görse kahrolurdu,”[10] diyor.
Ve bir şey daha: Genco Erkal’ın Can Yücel’in şiirlerinden uyarlandığı ‘Can’ isimli tiyatro oyunu, Edirne Valiliği tarafından uygun görülmediği gerekçesiyle yasaklandı;[11] yani ölüm(süzlüğ)ü sonrasında bile hâlâ yasaklıydı O!
Ancak ne yapılmak istenirse istensin; ulu bir çınar gibi karşımızda dimdik durarak; “Deli olan bu dünyada akıllılığı anlatmaktır şiir” diyen Can Yücel yalnızca bir şair değil, bir şiir okuluydu.
Dilde bir yandan kendine özgü vurgu ve tonlamalar yaratırken bir yandan da konuşma dili, eski ve çağdaş şiir, geniş bir kültür ve dil bilgisine kattığı sevgi-alay-acı karışımı duygu yoğunluğuyla da aydınlık, insancıl, toplumcu, benzersiz bir şiir yarattı.
1990’ların başlarında şiirin sesini bir parça olsun basın yayın organlarında duyurabilmek için dokuz şair, altı ay süreyle şiir yayımlamama, yani “şairler grevi” yapma kararı vermişlerdi. Bu eylemimizi nasıl duyurabiliriz diye konuşurlarken en gerçekçi öneri Can Yücel’den gelmişti: “Dokuzumuz birden topluca donsuz fotoğraf çektirelim. O zaman her yerde basılır.”
Onunla ilgili yazılmış belki de en bütünlüklü ve önemli inceleme Selahattin Hilav’dan geldi. Can Yücel’in şiirde ne yaptığının ve başarısının tam olarak anlaşılabilmesi için mutlaka bütününün büyük bir dikkatle okunması gereken bu yazıdan kimi yargılar şöyledir:
“Can’ın şiiri, kültür, dünya görüşü, siyasal bilinç ve özgür öznelliğin bir bileşimidir. Mitlerden ve Kutsal Kitap’tan gerçeküstücülere ve ‘beat generation’ şairlerine kadar tüm dünya kültürünün sözlü ve yazılı ürünleri içinden yolunu açan bir şiirdir bu. Dolayısıyla onun dünyayı algılamasında, akıl ve duyu gibi birbirinden hayli uzak ruhsal yetiler kaynaşmış ve bir bütünlüğe varmıştır.”
“Gerçek şairler, dili azat edenlerdir, diyebiliriz. Nitekim Can’da, tutsaklıktan kurtularak yaşamın iç yüzünü ortaya döken ve özündeki gizli hakikâtleri de gösteren bir dille karşı karşıyayız. Bu dil akıl öğretmez, efsaneleri pekiştirmez, kişilere tapınmanın, soyut hümanizma hayallerinin hizmetkârlığını yapmaz. Besinsel ve cinsel açlığı, idealler ve ilkeler ileri sürerek gözden kaybettirmez. Yaşamamışlığı ve hödüklüğü örten sulugözlülük ve yapmacık hassasiyet üretmez, bunları başkalarına bulaştırmaz; kısacası, yalana hayat hakkı tanımaz.”
“Can, Breton’un dediği gibi ‘sözcüğü köpürtmekle’, şiiri sözcükten fışkırtmakla, en uzak ve karşıt imgeleri çarpıştırmakla ya da yan yana getirmekle kalmıyor. Çağrışımsal olanaklarını sonuna kadar kullandığı ve kimi zaman ‘kelime oyunlarıyla, cinaslarla bir başka yaşama kavuşturduğu sözcüğü, fiziksel olarak değişime de uğratıyor; hece ve harf düzenini altüst ediyor; bildiklerimize benzeyen ama bir bakıma yepyeni ve etkileyici sözcükler yaratıyor. Dilin ve sözcüğün bu biçimde kullanılması, kurulu düzenin taşıyıcısı ve koruyucusu olan belli bir söylemin yıkıma uğratılmasıdır ve şairin devrimci olabilmesi için, dilde ve deyişte kendi şiir devrimini gerçekleştirme zorunluluğunu hem ortaya koyar, hem de bu zorunluluğun nasıl aşıldığını gösterir.”[12]
Evet okurlar Can Yücel’in yalansız şiirini ve kişiliğini sevdiler. Onun şiirlerini kendisinden dinleyebilmek için Açık hava Tiyatrosu’na 5 bin kişinin toplanması da bu sevginin bir başka göstergesiydi.[13]
Çünkü “Ben ömrümce muhalif yaşadım/ Devletçe de menfi bir TİP sayıldım/ Onun için kan grubum/ RH NEGATİF,” diyen O, tatlı sert bir şarap gibi yoğundu!
Hep menfi sayılmış, ömrü boyunca düzenle kan alıp vermemiş. Yaşamı boyunca gerçek bir muhalif duruş sergilemiş. Ne resmiyete ne de resmi ideolojiye hiç yüz vermemiş bir şair Can Yücel.
O, sanatı ve şiiri, ‘Kişinin dış baskıların hışmı karşısında kendi özünü hırpalattırmamak için, hatta yitirmemek için kullandığı bir savunma mekanizması, baskının, acının üstüne gidiş’ olarak nitelendirir.
Düzene ve sisteme karşı racon kesen bir öfkeli, insana karşı sevgi doluydu. Aşmıştı o duvarı: ‘bir gece sevgi duvarını aştık/ düştüğüm yer öyle açık seçik ki/ başucumda bir sen varsın bir de evren/ saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi/ yalnızlığım benim çoğul türkülerim/ ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” diyendi.[14]
“Bu dünyada tanık olduklarının dışında ‘Başka Türlü Bir Şey’ isteyen bir şairdi. Çünkü özümsemiş ve içselleştirilmişti ‘Başka türlü bir dünya mümkün’ü. Onun da raconu bu; haksızlığa ve sömürüye karşı düzenden öç alırcasına öfkeli bir direnişti.[15]
Ve “Serseri bir herifim, kevn-ü mekândan bana ne,/ Ezeli derbederim, hükm-i zamandan bana ne,/ Kendimi s..lemedim pir-ü cevandan bana ne,/ Bir mümessel ölümüm kâr-ü ziyandan bana ne,/ Kaniim hiçliğe âsâr-ı cihandan bana ne?” diyen Neyzen Tevfik…
O; “Çılgın ve Özgür”dü.[16]
Hem de “Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler,/ Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler./ Künyeni almak için partiye ettim telefon,/ Bizdeki kayda göre, şimdi o meb’us dediler,” diyebilecek kadar…
İnandığını, düşündüğünü karşısında kim olursa olsun dobra dobra konuşmaktan çekinmeyen Neyzen’in, dönemin valilerine, belediye başkanlarına, politikacılara ve doktorlarına yazdığı yergiler bugün de dilden dile dolaşır. Öte yandan, dünyada olup bitenler, ülke yönetimindeki yanlışlar, rüşvet, yolsuzluk, adaletsizlikler de fazlasıyla ilgilendirir “Kim demiş bizde demokratik idare yoktur,/ Ne demek, olmasa dışarıdan alırız!/ Sırr edip karne usulüyle o gümrük malını/ Karaborsaya verir, biz bize benzer kalırız,” diyen Neyzen Tevfik’i.
Yolsuzluk olayları üstüne yazdığı “Aldıkça al, daldıkça dal, çaldıkça çal,/ İstersen ver yüz arzuhal; ne sorgu var ne sual,” taşlamasını da Ziya Paşa’nın beyitlerinden esinlenerek kaleme alır Neyzen.
Neyzen’in saraylarla çöplükler, bilgelikle sarhoşluk, müzikle akıl hastanesi arasında geçen karmaşık, o denli de renkli yaşamından; eserleri ve unutulmaz anekdotları ve yaşamı kaldı günümüze.[17]
Dostu Hakkı Süha Gezgin onun özgür ruhunu muhteşem bir benzetmeyle özetledi: “Çok kimse, hatta olgun gönüllü saydığımız insanlar bile onu belası çok bir sevgiliye benzetirler. Evet, Neyzen, yangın gibi pahalı bir ışıktır. Fakat bu aydınlıkta seyredilen öyle harikalar var ki insanı fedakâr olmaya sürükler. Onun hiddeti başka türlü güzel, bedduası, bühtanı, küfrü, hicvi başka türlü güzeldir. Şimşeğe niye göz kamaştırıyor diye kızılır mı? Ateşi okşamak isteyenler, avuçlarına tahammülün sırlı eldivenlerini giyer, ruhlarını velilerin sabrıyla zırhlarlar. Neyzen de şimşek gibi, ateş gibidir. Ham ruhla ona yaklaşılmazdı.”[18]
Özetin özeti “Neyzen, bu toprakların görüp görebileceği en kural tanımaz anarşisti, hatta anarşistlerin üstadı azamıdır. Ne protokol takar ne adabı-muaşeret. Girdiği her ortama kendi kurallarını kabul ettiren Neyzen, hem entelijansiyanın hem de berduşların sevgilisi olmayı başarabilmiş nadide bir kişilikti.
Bir dörtlüğünde ‘Hayat üç buçukla dört arasındadır/ Ya üç buçuk atarsın ya da dört dörtlük yaşarsın’ demiştir amma ne üç buçuk atmıştır yüreği, ne de dört dörtlük yaşamıştır. Çevresinde ikbal sahibi o kadar dostu, yareni, himaye edeni varken üstat, ‘Ben bu dünyanın devr-i devranını, izzet-i ikramını s…..m’ diyerek tercih ettiği yaşamı sürmüştü.”[19]
Sonra da “Haksızlığın envâını [türlüsünü] gördük… Bu mu kaanun?/ En gamlı sefâletlere düştük… Bu mu Devlet?/ Devletse de, kaanunsa da, artık yeter olsun;/ Artık yeter olsun bu denî [soysuz] zulm ü cehâlet,” haykırışından geri adım atmadan istibdadın en koyusuyla cebelleşen Tevfik Fikret, 58 yaşında yaşama gözlerini yumdu.
“Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler/ Tulû-i haşre kadar sürmez” mottosuyla istibdat’a karşı savaşan O, şair olduğu kadar bir düşünürdü, bir eğitimciydi ve bir ressamdı.
Onun Abdülhamit’in en karanlık istibdat dönemindeki aykırı dizelerinden/ yaşamından bugünlere… Hemen hemen hiçbir şeyin değişmediği bir zaman tünelindeyiz sanki…
Bunun için Tevfik Fikret’in, Süleyman Nazif’e iç döktüğü mektupta yazdığı satırlara göz atmak dahi yeter de, artar bile:
“En samimi arkadaşlarımın arasında, sokağa çıplak çıkmış bir adam hissiyle titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak! Herkes zamanın sahte gösterişine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu rezil havayı nefes alabilmek için bir çare, bir büyü buluyor.
İşte namuslu kalem, namuslu matbuat, namuslu edep… O da öldü, o da çiğnendi. Gazetesine bir jurnal basmayanlar artık gazeteci sayılmıyor. Sonra içimizde o edepsizlikleri şirretliklerinden dolayı tebrike koşacak, ‘Bir gaza ettin ki hoşnut eyledin peygamberi!’ alkışlarıyla onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu zaferini alkışlayacak namuslular da var!
Herkes diyor ki: Zaman haklıdır, akıllıdır, sen budalasın!
Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı değildir.”[20]
Evet Tevfik Fikret, bunları diyen bir özgürlük şairiydi.
İfade ve düşünce özgürlüklerini savunup; kadına şiddeti dizelerine taşıması yanında; kadınlar için hak ve eşitlikten yana çıkıyordu.
“Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” haykırışıyla savaş karşıtı ve barış yanlısı hümanist fikirlere imza atıp; şeriat karşıtı aydınlanmacı kimliğiyle tanınıyordu.
Özetin özeti O “Büyük bir vicdandı”![21]
Sonra mı?
19 Ağustos 1915’teki cenaze töreni hakkında ise pek fazla bilgi yok. Törene 40-50 kişilik küçük bir grubun katıldığı, şairin Âşiyan’a, evinin bahçesine gömülme vasiyetine rağmen Eyüp’teki aile mezarlığına defnedildiği, cenaze namazının kılınmasının sorun yarattığı biliniyor.
Son yıllarını inzivada geçiren büyük bir muhalif, bir “Hürriyet Şairi” olarak anılıp; dürüstlüğü, haksızlıklara tahammül edememesiyle tanınan şairin ölümünün üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen Tevfik Fikret, ismi bilinen, adı anılan nadir şairlerden.
Kolay mı? “Yolsuzluk” dendi mi akla hemen onun “Han-ı Yağma” şiiri ve “Yiyin efendiler yiyin” deyişi geliyor!
Aykırı dizelerin, şairlerin ölümsüzlüğü de işte tam da burada ve bunun içindir…