arama

19. Yüzyıl Romanında Karşılaştırma

Bülent PARMAKSIZ
Romanın, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte tarih sahnesine çıktığı biliniyor. Üretici güçlerdeki bu gelişme evresi, cemaat toplumunu çözerek, bireyin özne olarak tarih sahnesine çıkabilmesinin koşullarını yaratır. Tarihte özne, kapitalizmin bir ürünüdür ve bu da Avrupa’da gerçekleşir. Roman, bu öznenin etkinliğinin sanatsal olarak dışavurumudur.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Bülent Parmaksız Bülent Parmaksız
  • 1 Star
    Loading...

Herhangi bir ülke romanının hangi düzeyde gelişme kaydettiği ya da tersten sorarsak niçin gelişip gelişmediği sorularının en derinlikli cevapları ancak başka ülke romanlarıyla yapılacak karşılaştırma ile elde edilebilir. Kuşkusuz bu tek ölçü olarak algılanamaz; ama en önemlisi olduğu da bir gerçektir.

Romanın, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte tarih sahnesine çıktığı biliniyor. Üretici güçlerdeki bu gelişme evresi, cemaat toplumunu çözerek, bireyin özne olarak tarih sahnesine çıkabilmesinin koşullarını yaratır. Tarihte özne, kapitalizmin bir ürünüdür ve bu da Avrupa’da gerçekleşir. Roman, bu öznenin etkinliğinin sanatsal olarak dışavurumudur. Tekil insanda somutlanan, dönemin tipik olan eğilimlerini yansıtmasıyla, tümelin bilgisine ulaşmanın estetik bir biçimidir. Başlangıçta en güçlü örneklerini 19. yy’da vermiştir. Bugün, klasikler olarak adlandırdığımız bu eserler, çağının duyuş ve düşünüş şekillerini en güçlü biçimde günümüze taşıdılar. Çağın egemen düşünce biçimlerini anlatmadaki ustalığı ve günümüz insanı ve gerçekliğiyle yenilenerek kurdukları ilişkiler, onları bir yandan güncelleştirmiş, diğer yandan da insanın (sınıflı toplumlarda) değişmeyen kimi yanlarını özlü biçimde ifade etmesiyle, “klasikler” olarak adlandırılmalarını sağlamıştır.

Romanın ilk örnekleri arasında İtalya’da G. Baccacio’nun (1313-1375) Decameron, İngiltere’de Chaucer’in (1340-1400) Centerbury Hikayeleri, Fransa’da M. Navarre’in (1442-1549) Heptameron ve İspanya’da Cervantes’in (1547-1616) Don Kişot’u sayılabilir. Ama asıl sıçrama 19. yy’da görülür. Bunun arkasında Rönesans, Reform, 17. yy’daki bilimsel sıçramalar, 18. yy Aydınlanma aklı, 19. yy Sanayi Devrimi ve felsefesi gibi büyük bir tarihsel birikim yatar. Son beş yüz yılda insanlığın yaşadığı gelişme muazzamdır. Binlerce yılda kat ettiği mesafenin çok daha fazlasını birkaç yüzyıla sığdırmıştır. Fakat bu “ilerleme” aynı zamanda büyük alt üst oluşlara neden olmuş, kırılma ve devrimlerle birlikte gelişmiştir. İnsan bir yandan Dünya’nın, toplumun, doğanın ve kendisinin (tamamlanmış olmasa da) bütünlüklü bilgisine ulaşmış ama diğer yandan da özellikle sanayi devrimi ile birlikte bütün üzerindeki kontrolünü yitirerek yabancılaşma ve parçalanmayı da en derin biçimde yaşamaya başlamıştır. Yükseliş ve düşüş, iyimserlik ve kötümserlik iç içedir. Çağ; kırılmalar, devrimler, ilerleme ve insanın hem büyük bir coşkuyu-yükselişi yaşadığı hem de büyük acılar çektiği bir dönemdir. İnsanın çok kısa bir süreye sığdırdığı alt üst oluşun sancısı yaşanmaktadır. Açlık ve bolluk, sömürgelerdeki kıyım ve “uzun 19. yy. barış”ı, üretici güçlerdeki baş döndürücü gelişme ve işsiz kalan milyonların makine düşmanlığı, akıl ve din, Batılılık-Doğululuk, rasyonalizm ve romantizm… türünden her türlü çelişki insanlığın yaşamına en derin biçimde girmiştir.

Gerçekte sanat aşırılıkların ürünüdür. Büyük yükseliş ve çöküş dönemleri aynı içerikte olmasa da sanatı geliştirir. Yükselişin getirdiği “moral”, alt üst oluşun yarattığı “trajedi” ya da çöküşün getirdiği “yabancılaşma”, sanatı derinleştirir. Klasikler, bu şekliyle iç içe geçmiş zamanların bir ürünü olur.

19. yy. yükseliş ve çöküşleri, birbirini izleyen ya da tepki olarak ortaya çıkan sanat akımlarıyla karmaşık ve zengin bir dönemdir. Romantizm, Realizm (şiirdeki karşılığı Parnasizm), Naturalizm, Sembolizm (resim ve şiirde empresyonizm) çağın edebi akımlarıdır. Ayrıntıları bir yana döneme hâkim olan eğilim ise Gerçekçilik’tir. Doğa ve toplumun bilimsel yasalarla izah edilmesi, birtakım yasalara göre işleyen nesnel bir Dünya’nın varlığı, ilerlemeye olan inanç, pozitivist dünya görüşü, bu eğilimin alt yapısını oluşturdu. Fakat 1800’lerin ikinci yarısından itibaren, üretici güçlerin gelişmesinin kendiliğinden bir ilerlemeye neden olmadığı görüldükçe, ilerlemeye dayanan bu iyimserlik, yerini önce Dekadizm (Çöküşçülük) ve ardından Sembolizm gibi daha içe dönük akımlara bıraktı.

19. yy romanında, Fransız ve Rus klasiklerinin ayrı bir önemi vardır. Modern insanın bütün trajedisinin anlatıldığı ortak bölen bu eserlerdir. Bunların Fransa ve Rusya’dan çıkması ise bir tesadüf değil. 1789, 1830, 1848, 1871 ayaklanmalarıyla Fransa bir devrimler ülkesidir. Dönemin gericiliğinin lideri Avusturyalı Metternich’in deyişiyle, “Fransa’da yağmur yağsa Avrupa şemsiye açmakta”dır. Fransa; kapitalizmin, milliyetçiliğin ve bunlara temel teşkil eden Aydınlanma’nın, aklın, bilimin geliştiği birkaç ülkeden biridir. Toprak aristokrasisi ve burjuvazi arasında derinleşen çelişkinin kırılmayla çözümlenmesi hem Fransa’yı özgürleştirdi hem de onun açığa çıkardığı enerji, felsefe, roman, resim, şiir…’in gelişmesini sağladı. 19. yy. Fransası’nın özelikle roman, şiir ve resimde bütün Dünya’nın sanat ve kültür merkezi olması bundan. Devrimlerin yarattığı yeni insan tipi, her alanda bir erişilmezliği yaşamaktadır. Ama aynı zamanda alt yapısını sanayi uygarlığının oluşturduğu modernizmin insanı boğan tüm çelişkileri de Fransa’da uç vermişti. Çözülen köylülüğün kentlere yığılmasının ardından yaşanan moral çöküntü ve işsizlik türünden sosyal bunalımlar had safhaya çıktı. Aklın ve insanın böylesine özgürleşmesi ve fakat çelişkilerin en derin biçimde yaşanması kuşkusuz ki sanatta ve felsefede yansımalarını bulacaktı. Modern şiir C. Baudelaire ve ardından Rimbaud, Mallarme, Verlaine ile kurulur. Resimde Delacroix, Manet, Degas, Cezanne, Monet, Renoir… yeni akımların önünü açar. Felsefede 18. yy. Fransız materyalizminin kurucuları Holbach, La Mettirie, Helvetius ve bunların dışında Rousseau, Voltaire, Diderot dönemin hazırlayıcılarıdır. Romanda ise Balzac, Stendhal, Flaubert, Hugo, Zola, Dumas… dünya devleri haline gelir.

Romanı güçlü kılan genel geçer ölçütlerin neler olduğu konusunda değişik görüşler bulunmaktadır. Bununla birlikte üzerinde hemfikir olunan kimi özelliklerin varlığı da inkâr edilemez. Çağının gerçeğini nesnel biçimde yansıtması, Lukacs’a göre tümelin bilgisini veren tipik olanın isabetli seçimi, romanın arka planını oluşturan felsefesi, dili kullanmadaki ustalığı, kişilik çözümlemelerindeki zenginliği, keskin gözlemleri, Platon’un ifadesiyle “olanı değil”, Aristotales’in çözümlemesiyle “olabilir olan”ı derin sezgisiyle kavratması, öz ve biçim arasındaki uygunluğu, çok yönlülüğü, geniş düşünüşü ve kurgudaki ustalığı bunlardan bazılarıdır. Bunların hepsini Fransız romanında görmek mümkün. Romandaki bu zenginlik, tamamen Fransa’nın sosyo-ekonomik süreci, bir diğer deyimle kapitalizmin gelişme biçimiyle ilgilidir. Fransa’da hem toprak aristokrasisi ve burjuvazi, hem de burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf savaşımları, kırılmalar ve nitelik sıçramalarını beraberinde getirdi. “Yenilgi ve zafer”, “yükseliş ve çöküş”, “trajedi ve coşku”, “ölüm ve yaşam”, “din ve akıl” arasındaki zıtlıklar en sert biçimlerde yaşandı. Bu sıçramalı gelişim, toplumsal, sınıfsal ve tekil insanda derin izler bırakır. Bunun izleri ise en fazla sanatsal etkinlikte kendini gösterdi. Marx’ın deyişiyle “Fransızca konuşmak”tı bu alt üst oluşun adı. Mesela İngiltere’de bu süreç, niceliksel bir evrimle gerçekleşti. İngiltere, öznenin, birey olarak tarih sahnesine ilk kez çıktığı ülkelerden biri. Bundan dolayı D. Dafoe’nun Robinson Crusoe veya J. Switt’in Guliver’in Maceraları türünden sıradan bireyi konu alan romanlar da öncelikli olarak orada yazıldı. Fakat sonrasında 19. yy. İngiliz romanı Fransız romanındaki derinliği yakalayamadı. Dickens gibi dönemini çok gerçekçi ve güçlü biçimde anlatan veya O. Wilde türünden tekil örnekler var ama J. Austen, C. Bronte, E. Bronte… gibi yazarlarla bir bütün olarak düşünüldüğünde İngiliz romanındaki derinlik daha zayıftır (J. Joyce, W. Woolf, D. H. Lawrance, T. Hardy gibi esas olarak 20. yy başında eser veren yazarlar inceleme alanının dışındadır). Ayrıca İngiliz romanındaki insan tipleri daha edilgen, Fransız romanında ise yıkıcı ve eylemli haldedir. Kuşkusuz sanayi devriminin geniş yığınlar üzerinde yarattığı sefalet ilk önce İngiltere’de yaşandı. Dickens bu sefaleti olabildiğince yalın ve gerçekçi bir biçimde anlattı. Ama buna rağmen yeni bir uygarlığın kuruluş sancılarının yaşandığı İngiltere’de gelişmelerin insan ruhunda yarattığı sancılar yeterince işlenmedi. Hâlbuki edebiyat, sadece olanı-olayı anlatmaz, bunun insanda yarattığı duygusal-düşünsel alt üst oluşu işler. İngiliz romanında bu derinliğin ortaya çıkmaması, kapitalizme evrilme sürecindeki “yumuşak” geçiş ve 19. yy’da Dünya çapında hâkim bir güç olarak iç çelişkilerini tolere etmesini sağlayacak zenginliği, sömürgeleri üzerinden elde edebilmesiyle ilgilidir.

Romandaki derinliği dışında, çağındaki birçok edebi türü etkileyen sanat akımlarının ortaya çıktığı veya yaygınlık kazandığı ülke de Fransa’dır. 17. yy’da etkin olan Klasisizm, sonrasında 19. yy’ın ikinci yarısında etkin olan Naturalizm ve Realizm bunun göstergeleridir (Naturalizm ve Realizm’in teorik altyapısını A. Comte’un pozitivist felsefesi oluşturdu). Klasisizme tepki olarak 18. yy’ın ikinci yarısında ortaya çıkan Romantizm de Almanya’da ortaya çıkmış ama hızla Fransa’ya girmiştir. 1848 devrimlerinin yenilgisi ardından Avrupa’da sanatın yaşadığı hayal kırıklığı önce Dekadizm ve ardından Sembolizm’in içe kapanıklığı biçiminde yine Fransa’da bir akım olarak ortaya çıkar (20. yy’ın başlangıcında ve peş peşe birbirine eklemlenerek ortaya çıkan [1909 sonrası] Fütürizm, [1916-’20 arası] Dadaizm, [1924-II. Dünya Savaşı arası] Sürrealizm ve II. Dünya Savaşı ardından Sürrealizmin yerini bıraktığı Varoluşçuluk, ilk önce veya en etkili biçimde hep Fransa’da ortaya çıktı).

Diğer ülkelerle karşılaştırıldıklarında 19. yy’ın en derinlikli romanlarının Rus ve Fransız klasikleri olduğu belirtildi. Fakat derece farkı ile Rus klasikleri, insanı daha derinlemesine işlemeleri itibariyle Fransız romanlarından ileri yanlara sahiptir. Fransız romanında olayların akışı içinde, gerçeği olduğu gibi yansıtma daha belirgindir. Balzac’ın kendisini toprak soyluluğuna yakın hissetmekle birlikte, çökmekte ve doğmakta olanı olduğu gibi anlattığı gerçekçiliğinde; Zola’nın insan iradesini ihmal eden mekanik determinizminde; Flaubert’in gerçekçiliğinde; Hugo’nun romantizmine rağmen devrimler karşısındaki yanlılığında; Stendhal’ın keskin gözlemciliğinde bu görülebilir. Sınıf mücadeleleri de büyük ölçüde direk biçimde aktarılır. Bu yanıyla Fransız klasiklerinde felsefi arka plan daha dolaylı biçimde eserlere yansıtılmıştır. Roman kahramanları insanlığın sorunlarını, felsefi temelleriyle fazla ilişkilendirmeksizin tartışmaktadır. Rus klasiklerinde ise roman tipleri insanlığın açmazlarını, hayallerini, felsefeyle derinleştirilebilecek sorularını ve daha yerel düzlemde değerlendirilebilecek Doğululuk-Batılılık ikilemi gibi problemlerini daha içeriden tartışır. Felsefe, romana içerilmiş gibidir (Ama bu hiçbir zaman romanın edebi değerini kaybettirmeyecek düzeydedir). Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Ecinniler ve Karamazov Kardeşleri’nde, Turgenyev’in Babalar ve Oğulları’nda, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı?’sında, Gogol’un Ölü Canlar’ında bu görülebilir. Bunun kabaca iki nedeni var: Bir; Rusya’da aydın hareketi, özellikle Dekambristler (Aralıkçılar, 1825) ardından, düzen değişikliği arayışında radikal biçimde, daha öndedir. Kitle hareketlerinin zayıflığı bunun bir nedenidir. Fransa’da ise düzen değişikliği arayışında kitlelerin her dönem belirleyici rolü oldu. İki; Rusya’da nihilist ve anarşist felsefe ile Narodnik akımının aydın hareketi içindeki belirleyici etkisi, kökten ve uçlardan tartışmanın zeminini hazırladı. Her iki akımın da reddiye temeli güçlü olduğu için toplumsal değerlerle çatışması kaçınılmazdı ve bu da yoğun tartışmaları gerekli kıldı. Diğer yandan Rus toplumundaki güçlü etkisiyle din, acıları hafifletme ve bir kurtuluş yolu olarak romanlara girdi. Özellikle, Dostoyevski, Tolstoy ve Gogol’da, ahlaksal ve dinsel temelli tartışmalar çok öne çıkar.

Hem Rus hem Fransız klasiklerinde gerçekçilik çok güçlüdür. Ama Rus romanında, Fransız romanına göre “olay” daha az ve insanın kendisiyle ve toplumla olan çelişki ve tartışmaları daha yoğundur. Bu ise insanın, daha derinlikli ve çok yönlü işlenmesini zorunlu kıldı.

Tam da burada Rusya ve Almanya edebiyatını kaba hatlarıyla kıyaslamak gerekli hale geldi. “Klasik Alman Felsefesi” (Kant, Ficthte, Schelling, Hegel ve Feurbach) olarak kavramlaştırılan felsefenin, 19. yy’da Almanya’da çok gelişkin olduğu biliniyor (Luther ve Calvin’in dinde reform hareketlerinin, Germen topluluklarından başlaması ve yayılması da önemli bir özellik. Katolik kilisesi etkinliği yitirdiği ölçüde felsefe daha rahat gelişme imkânı buldu). Alman felsefesi, feodal ilişkilerin çöktüğü dönemde, ilerici burjuvazinin yönelimi olur. İngiliz ve Fransız devrimlerinin geride bıraktığı burjuva devrim deneylerinin kuramsal sonuçlarının genelleştirilmiş ifadesidir.

Almanya’da felsefenin gelişimi, burjuvazinin politik etkinliğinin ve kitle hareketinin zayıf olmasının getirdiği boşluğu doldurma süreciyle de bağlantılıdır. Alman burjuvazisi, tarihsel anlamda burjuvazinin gericileştiği ve tekelleşmeye başladığı bir süreçte gelişir. Ülke içinde zayıftır ve ulusal birliğini sağlamakta çok zorlanmaktadır. Bu zayıflık ve gecikmişlik, bir yandan ülkedeki gericiliği güçlendirdi diğer yandan burjuvaziyi, toprak sahibi junkerlerle uzlaşmaya itti (Başlangıçta burjuva devrimlerini ve kitle hareketlerine kaygı ile yaklaşan ve tutucu bir sanatsal akım olan Romantizm’in, Almanya’da ortaya çıkması bir tesadüf olmasa gerek). Sonuç olarak, kitle hareketlerinin zayıflığı ve Fransız-İngiliz burjuva devrim pratikleri, daha soyut bir alanda, Alman felsefesinin gelişme koşullarını hazırladı.

Almanya’da romanın gelişmemesi de yaşanan gericilik ve kitle hareketlerinin zayıflığıyla ilgilidir (Şair ve düşünür yanı ağır basan Goethe ve Schiller incelenen konunun dışındadır). Fakat roman gelişmemekle birlikte müzikte köşe taşı denilebilecek önemli besteciler hep Alman ekolünden –Almanca konuşulan bölgelerden- çıktı. Bach, Mozart, Haydn, Beethoven, Schubert, Schumann, Wagner… Sanat etkinlikleri içinde müzik en soyut alanlardan biridir. Müzik ile din ve sonrasında felsefe arasındaki bu ortak ilişki her ikisinin de soyut birer etkinlik olmasından ileri gelir. Tarih boyunca büyü ve dinsel ritüeller hep müziksel bir ritm eşliğinde icra edildi. Dolayısıyla aradaki bu ilişkinin dayanakları eskidir.

Ruslar’da ise tersi bir durum yaşandı. Kuramsal anlamda felsefi etkinlik Almanya ile kıyaslanırsa, eklektik ve zayıf biçimde gelişti. Sistemli bir felsefe geliştiremediler. Nihilizm, anarşizm (anarşizmin kuramsal anlamda ortaya çıkışı da tek başına Rusya’ya mâl edilemez), idealizme bulaşmış maddecilik, eklektik bir diyalektik materyalizm, ütopik sosyalizm… in etkinliğinden bahsedilebilir. Bir felsefi sistem kuramamaları ayrı ama romanda çok gelişme kaydettikleri biliniyor. İlginç olan şu; romanlarında felsefi içerik oldukça güçlü. Sistemli düşünmenin zayıf olduğu bir ortamda felsefenin yapması gereken tartışmalar, romanlara yedirilerek yapıldı. Çernişevski, Dostoyevski, Turgenyev’in eserleri bunun örnekleridir. Peki felsefe niye gelişmedi? Rus klasikleri ile ilgili kimi saptamalarda bulunmak ve bu sorunun cevabını verebilmek için yine bir kıyaslama yapmak gerekiyor. Çünkü Rusya ve 19. yy. Osmanlısı arasında bunun ortak bir cevabı var.

Her iki ülkenin benzer yanları epey fazla. Çok geniş bir coğrafyada etkinlik kurmalarına rağmen merkezi otorite güçlü (Osmanlı’da bu giderek azalmakla birlikte, tersinden “Moskova Prensliği”nden Çarlık İmparatorluğu’na geçiş süreciyle birlikte merkezileşme Rusya’da arttı). Rusya’da toprak aristokrasisi gelişkindir ama bu, hiçbir zaman Avrupa’daki gibi merkezi krallıkların gücünü aşacak boyutta değildir. Çarlık, merkezi hegemonyasını giderek artırırken, Pugaçev, Razin türünden köylü ayaklanmalarını da çok sert bastırır. Osmanlı’da da durum çok farklı değil. Merkezi yönetim en uç eyaletlere dek otoritesini hissettirdi. Yönetim bu gücünü, temel üretici güç olan toprağın mülkiyetine sahip olmasından alır. Kuşkusuz ki merkezi otoritenin bu denli güçlü olduğu bir coğrafyada felsefenin gelişme imkanı olmaz. Felsefe, rahatça tartışabileceği görece özgür bir ortam ve çeşitlilik ister. Osmanlı’da ise merkezi otoritenin kontrolü dışında aykırı tek bir fikrin yeşerebileceği toprak parçası ve felsefeyi bir ihtiyaç haline getiren burjuva sınıfı yoktur).

Felsefenin her iki ülkede zayıf olmasının nedeni tabii esas olarak üretici güçlerdeki gelişme düzeyi ile ilgilidir. Hem Rusya hem Osmanlı’da kapitalist üretim ilişkileri Avrupa ile kıyaslarsak oldukça geç gelişti. Avrupa’da ise üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte, burjuvazinin, toprak soyluluğu ve kiliseyle olan çelişkileri derinleşti. Toprağa dayanan üretim ilişkileri, yeni gelişen üretici güçler önünde engel haline gelmeye başladığı ölçüde aşılması kaçınılmazdı. Sonuçta burjuva devrimleri var olan geri ilişkileri zor gücüyle aştı. Fakat burjuvazinin, aristokrasi ve kiliseye karşı mücadelesi sadece ekonomik düzlemde olmadı. Aynı zamanda bu ideolojik bir mücadeleydi. Bu mücadelenin sonucunda din ile felsefe ayrıştı. Sekülerizm bu ayrışmanın bir ürünü oldu ve akıl, doğmaların yerini aldı. Cemaat toplumundan bireyin bir özne olarak öne çıktığı bir döneme girildi. Bir bütün olarak bakıldığında, dönemin felsefesi, burjuvazinin, feodal üretim ilişkilerini aşma mücadelesinin bir ihtiyacı ve ürünü olarak ortaya çıktı. Felsefe Ortaçağ’daki dinle olan bulaşık ilişkisinden kurtularak, dinden bağımsızlaştı. Öte yandan dönemin Avrupa’sında merkezi hegemonyası çok güçlü krallıklar yoktur. Küçük devletçiklerin varlığı-çeşitliliği ve aralarındaki şiddetli rekabet, felsefenin gelişmesi için görece bir özgürlük ortamı yarattı. Herhangi bir bölgede sıkışan felsefi etkinlik, hemen bir başka ülkeye geçerek gelişme imkanını devam ettirdi. Rusya ve Osmanlı’daki üretici güçlerin durgun durumu ise felsefeyi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkarmadı. Mevcut üretim ilişkileri kendini yenileyemedi ve çürüdü. Bu çürüme ile birlikte 20. yy. başında her iki imparatorluk da –kırılarak- tarih sahnesinden çekildi.

Rus klasiklerinin bu denli derinlikli biçimde gelişmesinin nedenlerine gelince: En önemli sebeplerden biri, merkezi otoritenin yarattığı sıkışma ortamıdır. Açığa çıkamayan enerji kendini en fazla sanat ortamında dışa vurur. Sanatın kökeninde (diğer faktörlerin yanında bir de) yabancılaşma vardır. Kendini gerçekleştiremeyen ya da var olan düzen ilişkileri ile derin çelişkiler yaşayan birey, duygu ve düşüncelerini, varoluşunun sancılarını sanat üzerinden ifade eder. Fakat Rusya’nın çelişkilerini derinleştiren sadece merkezi otoritenin boğuculuğu değil. Rusya da Osmanlı (ve sonrasında Türkiye) gibi kimlik problemini en fazla yaşayan ülkelerden biri oldu. Özellikle 19. yy’da en derin biçimde ortaya çıktı bu kimlik meselesi. Bu sorunun kaynağı kuşkusuz Avrupa ile yaşanan gerilimdi. Avrupa o dönemde burjuva devrimleri, Aydınlanma felsefesi, bilim ve teknolojideki gelişmeler ve peşinden gelen sanayi uygarlığı ile Dünya’nın geri kalanını etkileyebilen bir güce ve kimliğe sahipti. Ayrıca bu esnada, sömürgelerden elde ettiği zenginlikleri topraklarını akıttı. Avrupa bu hegemonyacı konumunu devam ettirebilmek için kendini dünyanın geri kalanından ayırmak gereksinimini duydu. Avrupamerkezcilik’le kendi dışındakini “öteki”leştirerek, Doğu ve Batı kimliği biçiminde bir yarılmaya neden oldu. Oryantalizm bu dönemin ürünüdür. Avrupa bu şekliyle istediği biçimde kavramlaştırdığı “Doğu’yu hem kendinden ayrıştırdı hem de onu incelenmesi gerekli tarih dışı bir nesne durumuna getirdi. Rusya ve Osmanlı’nın kimlik krizi bunun ardından gelişti. Tarihsel olan ile siyasal olanın çelişkisi yaşanıyordu. Tarihsel geçmişi kimi yanlarıyla Avrupa’dan farklı gelişen bu ülkeler, Avrupa’nın ortaya çıkardığı siyasal süreçle uyum sağlama çabası içinde bir çelişki içine düştüler. Hem Osmanlı hem Rusya’da kapitalizmin gelişememesi, uluslaşma sürecinin farklı gelişen seyri ve buna ek olarak Osmanlı’nın Müslüman ve Rusya’nın, Katolik –ve sonrasında Protestan- Avrupa’dan ayrı Ortodoks kilisesine sahip olması bu kimlik meselesinin problematiğiydi. “Biz kimiz?” ve “nereye aitiz?” tartışmaları –Osmanlı kadar olmasa da- Rusya’yı etkiledi. Rusya kendini Batı dünyası içinde görmek istedi ama hem Avrupa, onu kendinin bir parçası olarak görmedi hem de Rusya, Avrupa kültürü ile uyum sorunu yaşadı. Fakat sonuçta Batılılaşma çabası Rusya’nın da temel hedeflerinden biri oldu. Ülke, bunun yarattığı parçalanma, kendi olamama, kendi kimliğini edinme çabalarıyla boğuşmaya başladı. Aydınlar, Batılı olma ile slovofil olma eğilimleri arasında sıkıştı. Bu yanlarıyla yaşanan kriz Osmanlı’ya benzemektedir. Fakat kuşkusuz Osmanlı’da yaşanan gerilim çok daha derindir.

Rusya’nın yaşadığı sıkışmışlık kuşkusuz ekonomik altyapının gelişme dinamiklerini yakalayamaması ile bire bir bağlantılı. Geç kapitalistleşme, toprak düzenine bağlı kalması ve sömürgeler elde edememesi, onu, Avrupa karşısında zayıf düşürdü. Avrupa’da sanayi uygarlığının yarattığı ekonomik gelişmişlik düzeyi, Rusya için artık ulaşılması gereken bir hedef haline geldi. Bu durum, kültürel anlamda da Avrupalı tarzda bir yaşam modelini benimsemeye neden oldu. Avrupa’ya yetişilecekse onun kültürü de alınmalıydı! Bu anlayış Rusya kültüründeki yarılma ve kimlik krizinin nedenidir. Rus milliyetçiliği ve Batıcılık iki ayrı akım haline geldi. Bu tartışmalar olduğu gibi romana yansıdı. Müzikte de bunun kimi örnekleri yaşandı. “Rus beşleri” (Borodin, Korsakov, Mussorgsky, Balakirev…) daha milliyetçi temelde besteler yaptı. 

Diğer yandan yoğun politik gelişmeler Rusya’da canlı bir ortamın gelişmesini hızlandırdı. Dekambrist hareket, Narodnikler, anarşizm, köylü isyanları, serfliğin kaldırılması, Avrupa ile kurulan ilişkiler bu dinamizmi sağladı. Fransa’da roman, şiir, resim… yükselişin ve devrimin; Rus klasiklerindeki derinlik ise sıkışma ve kimlik krizinin ürünüdür.

İnsan ruhunun açmazları, derinliği, depresif durumları, yoksulluğun getirdiği çaresizlik ve çürüme, kadercilik, dinin dünyanın zorlu gerçekliğini katlanabilir hale getiren boyu eğdirici huzuru, öfke, coşku, nefret gibi insanın görünen ve görünmeyen tüm bilinçaltı ruhsal durumları Rus klasiklerinde bulunabilir. Klasiklerin merkezinde “olay”dan çok insanın durumları anlatılır. İnsan, zaman ve mekanla ilişkisi içinde derinliğine işlenir. Bunu en derinliğine işleyen ise Dostoyevski’dir. O’nun öncüsü ise Gogol’dur. “Hepimiz Gogol’un ‘Palto’sundan çıktık” sözü bir gerçekliği ifade eder. Gogol ve Dostoyevski’nin birbirine benzeyen yanları var. Her ikisinde de din, bir arınma ve insanın kurtuluş yoludur. Gogol’da bu eğilim daha güçlü. Öyle ki dinsel mistisizmi O’nu Kudüs’e kadar götürmüştür. Her ne kadar Kudüs’te aradığı huzuru tam bulamamışsa da, bu, O’nun gerçeğini değiştirmez. Zaten Gogol’un ölümü dinsel perhiz gereği yaptığı diyet esnasında olmuştur. Perhizde çok zayıf düşmüş, zorla yemek yedirmeye çalışmaları üzerine de bir-iki gün içinde ölmüştür.

S. Zweig’in deyişiyle, “Dostoyevski, acı çekmenin, bize, her şeyi ta derinden duyabilme imkanını verdiğini bile insanlardandır.” Dostoyevski, insanı derinlemesine işledi. Bu güçlü anlatımı sağlayabilmek için karakterlerini hep uçlardan seçti. Neredeyse bütün tipleri çok tutkulu kişiliklerden oluşur. Ruh halleri inişli çıkışlıdır. Çılgınlık seviyesinde coşkulu ve karamsar yaşarlar. Kimi çok cömert kimi müthiş pintidir. En yoz insan ve onuru için hiç gözünü kırpmadan düelloda ölmeyi göze alacak insan yine O’nun tiplemeleri arasındadır. Bir yandan aynı anda iki kişiye aşık olabilir ama aşkları için her türlü zorluğa göğüs de gerebilir. Dindarlar ve ateistler iç içedir. Dinle hem alay eder hem de müthiş bağlıdırlar. Tiplemelerinin, tutkuları için yapmayacakları iş yoktur. Gerekirse Suç ve Ceza’da olduğu gibi Raskolnikov cinayet işler. Hatta Karamozov Kardeşler’deki gibi babasını öldürmeyi bile düşünür. Ya da Budala’da olduğu gibi Prens Mişkin binlerce rubleyi ateşe atmaktan çekinmez. Fakat Dostoyevski sadece bildik insan hallerini anlatmaz. Aynı zamanda insanın bilinçaltına girer ve onu konuşturur. Düş ve gerçek iç içedir. Birbirinden ayırt edilemez. Bunun için kimi kitaplarında saralı tipleri işler (Kendisi de sara nöbetleri geçirmektedir). Sara krizleri ve ateşli hastalıklar içindeki insan üzerinden, onun bir de bu boyutunu anlatır. Öte yandan tipleri delicesine içer, hesapsızca kumar oynar, bir kızgınlık anında sevgilisini terk eder, sonra yine hızla bağışlanması için yalvarır. Fakat durgun ve bürokrat insanı da çok derinlikli çözümler. Onun muhafazakarlığı, hesapçılığı, pintiliği, yükselmek için her yolu mübah gören anlayışı, dakik yaşamı, hastalık derecesindeki titizlik ve düzenliliği, Rus insanının bir başka özelliğidir. Kırsal yaşamın tekdüzeliği ve sıkıcı insan ilişkileri de aynı şekilde eserlerine yansır.

Dostoyevski’nin tipleri arasında soylular, askerler vardır ama daha çok halkın içinden çıkan sıradan insanlar anlatılır. Tolstoy’da ise Savaş ve Barış ve Anna Karaninna’da olduğu gibi esas olarak Petersburg ve Moskova’nın soylu aristokratları ve askerlerinin yaşamı dile getirilir (Tolstoy aristokrat bir aileden gelmedir. Dostoyevski ise soylu değildir). Bu yanıyla Dostoyevski’nin eserlerinde herhangi bir insanın iç dünyasını gözlemek mümkün olur.

Dostoyevski’nin yaşamın anlamı, ölüm, din, kimlik krizi, Doğu-Batı sorunsalında Rus insanının arayışları gibi temel sorunlarda insan ruhunun derinliklerine girebilmesi, biraz da kendi yaşamından esinlenmeler içerir. Siyasal bir nedenden dolayı kurşuna dizilmeye mahkûm edilir. İnfaz anında Çar’ın emriyle suçunun Sibirya’da sürgüne çevrildiği bildirilir. Bu olay Dostoyevski üzerinde çok etkili olur ve o dakikalar kimi eserlerine yansır. Ailesi soylu değildir. Askerlik eğitimi alır ve sonra meslekten atılır. Neredeyse her dönem para sıkıntısı çeker. Sara hastasıdır. Çılgınlık düzeyinde tutkuları vardır. Bir seferinde bütün parasını kumarda harcar ve parasız kalır. Kumarbaz isimli kitabı kısmen kendi öyküsüdür. O dönem öyle parasız kalır ki hızlı biçimde kitap yazmaya koyulur. Suç ve Ceza’yı yazarken Kumarbaz’ı aradan çıkartır. Çünkü çok paraya ihtiyacı vardır (O dönemdeki tavrı Balzac ve Dumas’a benzer).

Dostoyevski’de dinin etkisi kuvvetlidir. Ama onun dinsel idealizmi; Hristiyanlığın ilk dönemlerinin ahlakçılığı ve eşitlik anlayışında somutlanır. Alçakgönüllülük ve acı çekmenin, insanı ve toplumu, ahlak bunalımından kurtaracağına ve ilerlemeyi sağlayacağına inanır. Dostoyevski’deki dinsel mistisizm köklerini kabaca iki nedende toplayabiliriz. Birincisi; insanlığın çektiği büyük acıların farkında ve bunu kendi ruhunda hissediyor. Tersi olsaydı zaten o derinliği yakalayamazdı. Fakat kesin bir çıkış yolu bulamıyor. Dine sarılması bundan. Dini, hem acıları hafifletebilecek hem de insanın ahlaki olarak arınmasını sağlayacak bir araç gibi görür. Ama dinsel idealizmi ile gerçekler hep çatışma içindedir. İkinci neden ise şu; Rusya, Fransa’da olduğu gibi akıl-bilim-felsefe ile dinin ayrışmasını sağlayan bir alt üst oluş yaşamadı. Sekülerizm, Fransa’da burjuvazinin, toprak senyörleri ve kilisenin otoritesini yıkmanın zorunlu bir mücadele alanı oldu. Burjuvazi bir yandan feodal ilişkileri tasfiye etti diğer yandan da laikliği oturttu. Bilimsel gelişmeler ve Aydınlanma felsefesi bunun fikri alt yapısını oluşturdu. Fakat Rusya o dönemde bu gelişmelerin dışında kaldı. Büyük Petro ile başlayan Avrupalılaşma reformları kilisenin gücünü fazlaca etkilemedi. Avrupa’da Napolyon Fransası’na karşı kurulan gerici “Kutsal İttifak”ın başını Rusya’nın çekmesi boşuna değil. 19. yy’daki her türden gericiliğin arkasında Rusya’yı görmek mümkün. Fransa’da laiklik, dinin etkisini romandan çıkartır ama Rusya’da böylesi bir zemin yoktur.

Bir bütün olarak bakıldığında Dostoyevski’nin görüşleri, dönemin Rusya’sının düşünsel durumunu yansıtır. Eklektiktir. Bir sistem ve bütünlükten yoksundur. 1849’da idam cezasıyla cezalandırılmasına neden olan “Petraşevski Grubu”nun siyasal görüşleri de aynı durumdadır. Radikal ve liberal eğilimler iç içedir. Dostoyevski, grup içinde çarlığa ve toprak köleliğine karşı devrimci bir tarzda savaşımdan yana iken Sibirya sürgünü ardından bu görüşlerini değiştirir ve yönetenlerin Rus halkıyla uzlaşma içinde sorunlarını çözebileceğini düşünür. Aynı süreçte, dinin, kitlelerin bilincinde çok önemli bir yer edindiği sonucuna varmıştır (Sibirya sürgünü ardından Suç ve Ceza’yı yazar. Raskolnikov’un sürgünde iken değişen kimi görüşleri ve dine yaklaşımı, Dostoyevski’deki bu değişimle çakışır).

Burjuva uygarlığının insanı yabancılaştırıcı sonuçlarına tepkilidir. İlk dönemin Hristiyanlığını ve İsa’nın yaşam biçimini idealize ederek, insanlığın sıkıntılarını bu şekilde aşacağını düşünür (Karamazov Kardeşler’de bu tartışma yoğun yapılır). Acı çekmenin insanı ahlaken arındıracağını ve sorumlu kılacağına inanır. Fakat kafasında tasarladığı dinsel ideallerle gerçekliğin uyuşmamasının sancılarını yaşar. Ezilenlerin insanca bir yaşam süreceği toplumsal ütopyası tutucu bile olsa bu idealini hiç kaybetmez. Hümanisttir. Bu da onun gelecek kuşaklarca sahiplenilmesini sağlar.

Rus klasiklerindeki dinsel etki Tolstoy’da da görülebilir. Tolstoy da insanın Tanrı’ya hizmet etmesi gerektiğini ve insanın gelecekteki amacının Tanrısal bir yönetim kurmak olduğunu belirtir. Ahlak ve dinin, sanatta yol gösterici olmasını savunur. Yabancılaşmanın, insanların, Tanrı’yla ve sevgiyle birleşmesiyle aşılabileceğine inanır. Kaderci eğilimi güçlüdür. Anna Karanina romanı, Anna’nın tanıklığında trenin altında kalan birinin anlatıldığı trajik bir kaza ile başlar. Romanın sonu da benzeri biçimde Anna’nın kendini trenin altına atması ile sonuçlanır. Tolstoy’daki dinsel eğilim, Hristiyanlığın idealleştirilmiş halidir. Devleti, kiliseyi, özel mülkiyeti ve uygarlığı bu idealin önündeki engeller olarak görür. Tolstoy’da daha belirgin olmakla birlikte, aslında hem Dostoyevski hem Tolstoy’da din, eşit ve özgür insanca bir yaşamın ideali olarak tasavvur edilir. Ama bunun kilise dini ile ilgisi yoktur.

Altyapıdaki benzerliklerin üst yapıda aynı sonuçları yaratmadığına iyi bir örnektir Rusya ve Osmanlı (Marks, Feurbach Üzerine Tezler’de bu yana dikkat çeker). Bu da uluslaşma süreci, tarih, kültür, coğrafya, din vs’nin nasıl farklı yaşam ve ruh şekillenmeleri yarattığını gösterir. Rus entelejiyası 19. yy’da çok hareketli. Politik ortam yoğun. Tutkuları için büyük riskleri göze almış. Dekambrist hareket bunun göstergesi. Diğer yandan Osmanlı’nın yaşadığı tarzda bir kültür şoku yaşamadı Rusya. Bizdeki Batılılaşma eğilimi var olan tarihsel birikimi dışlayıcı bir akım oldu. Rusya’da ise bu tarz bir kopuş yaşanmadı. Uluslaşma eğilimi daha erken gelişti. Kendi kültürünü korumak konusunda ısrarlı bir eğilimi her zaman muhafaza etti. Kimlik krizi büyük kırılmalar yaşanmadan atlatıldı. Bunu romanda görmek mümkün. Çehov, Gogol, Dostoyevski’de müthiş bir yerli damar var. Doğu-Batı sorunu tartışılır ama hâkim olan ruh Rusyalılıktır. Tiplemelerin çoğu Batı’ya öykünmez. Özellikle Dostoyevski’nin kahramanları hep Rusyalı gibi düşünür. Ve bu o kadar gerçek ve derinlikli anlatılır ki, mesela Gogol’da olduğu gibi kimi zaman yönetim tarafından eleştirilir. Çünkü gerçeğin bu denli güçlü ifade edilmesi zayıflıkların teşhiri gibi algılanır. Dostoyevski’de Slavcılık eğilimi, Tolstoy’dan da güçlüdür. Egemen sınıflar ile Rus halkının uzlaşmasıyla, Batı’nın yaşadığı sorunları yaşamadan ilerlenebileceğini düşünür. Rusya’yı bu konuda idealize eder.

Rusya ve Osmanlı arasındaki önemli bir diğer fark şu; 19. yy’da Rusya sürekli genişlerken Osmanlı ise küçülüyordu. Osmanlı aydınının yüzyıl boyunca bütün çabası “devleti kurtarmak”ta somutlandı. Devletle iç içe, bürokrasi içinden çıkan bir aydın hareketi söz konusu. Ziya Paşa, ilk roman çevirisini yapan Yusuf Kamil Paşa, ilk roman yazarı Şemsettin Sami, Samipaşazade Sezai, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Cevdet Paşa, Recaizade Mahmut Ekrem vs. hep yönetenlerin içinden gelmiştir (Modern Türk resminin başlangıç aşamasında da bu durum söz konusu. Avrupa’ya resim eğitimi almak için gönderilenler daha çok asker kökenli. Resmin ilk dönemine onlar damga vurdu).

Türkiye’de romanın, 19. yy’da “muasırlaşma” (Batılılaşma) hareketinin bir parçası olan Tanzimat sonrasında başladığı biliniyor. Fransız etkisi çok güçlüdür. İlk roman çevirileri, Fenelon’dan Telemak (1859), Hugo’dan Sefiller (1862), Dumas’tan Monte Kristo Kontu Fransız romancılardan yapılır. Batılı anlamda ilk roman da Şemsettin Sami tarafından yazılır (Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, 1872). Namık Kemal’in İntibah’ı (1876), S. Sezai’nin Sergüzeşt’i (1890), Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası bunun ardından gelir. Edebiyat-ı Cedide (1896-1901) döneminde roman, Batı romanının özelliklerini giderek daha fazla kazanmaya başlar. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su (1901), gerçek anlamda modern Türk romanının başlangıcı olarak kabul edilir.

Fakat aynı yüzyıl içinde Rusya’da Puşkin, (öyküde) Çehov, Gogol, Turgenyev vardır. Dostoyevski de Suç ve Ceza’yı 1856’da, Ecinniler’i 1870’de, Karamazov Kardeşler’i 1879’da; Tolstoy, Savaş ve Barış’ı 1865-1869 arasında ve Anna Karaninna’yı 1876’da yazmıştır (Avrupa’da Balzac, Stendhal vs ise daha yüzyılın ilk yarısında romanlarını yayınladı). Aynı dönemdeki her iki ülke romanı karşılaştırılırsa aradaki muazzam fark daha iyi anlaşılır.

Türkiye’de roman niye gecikti ve derinleşemedi? Gecikme ve derinleşme meselesi birbirine bağlı ama ikincisini biraz daha tartışmakta yarar var. Başta da belirtildi, roman, esas olarak kapitalizmin ve uluslaşmanın ürünü. Tarihsel anlamda bu iki gelişme evresi Türkiye’de geç başladı. Kapitalizmin, romanı ilgilendiren hemen belirtilmesi gereken iki sonucu önemli. Birincisi; kapitalizm, çelişkileri çok yönlü biçimde derinleştirir. İnsanın, kendisiyle “öteki” insanla, doğayla ve toplumla çelişkileri giderek belirginlik kazanır. İkincisi; kapitalizm, cemaat toplumunu çözerek bireyi öne çıkartır. Osmanlı düzeni ise üretici güçler üzerindeki belirleyici kontrolüyle, bağımsız bir burjuva sınıfının (ve dolayısıyla bireyin) ortaya çıkışını engelledi. Bireyin devletle ilişkisi, bağımsız bir özneyle ilişkisi değil, reaya ile devlet ilişkisi biçiminde gelişti. Bu da tekil insandan yola çıkarak bütünün bilgisini veren romanın, geç ortaya çıkmasına neden oldu.

“Niye derinleşmedi?” sorusunun cevabına buradan devam etmekte yarar var. Roman, bütün sanat dallarından daha fazla, tekil ya da somut insanı anlatır; bir diğer deyimle insanı kendine sorun yapar. Bu durum gelişkin bir bireyin varlığını zorunlu kılar. Bunun ön koşulu ise aklın, insan davranışlarına yön vermesidir. İnsanın üzerinde aşkın bir varlık tanımayan Aydınlanma felsefesi, aklı merkeze olarak bireyin bu biçimde ortaya çıkışının koşullarını sağladı. Osmanlı’da ise hem bağımsız davranabilen bir birey yoktur hem de akıl, dinden ayrışmamıştır.

Romandaki yüzeyselliğin bir diğer nedeni, tarihsel birikimin yetersizliğiyle ilgilidir. Önceki yüzyıllar bir yana son 100 yıldaki düşünsel faaliyet de ciddi bir birikim yaratmaktan uzaktır. 19. yy’ın Avrupa ve Rusya’sı ile karşılaştırıldığında bu çok daha fazla kendini belli eder. Tanzimat ve Cumhuriyet arasındaki yaklaşık 100 yıllık sürece bakıldığında hangi düzeyde bir düşünsel etkinliğin geliştiği görülebilir. Kaldı ki bu son 100 yıl, Osmanlı’nın en çalkantılı ve dolayısıyla en fazla tartışmanın yapıldığı bir dönemdir. Ama buna rağmen bu süreçteki düşünsel faaliyette, felsefi bir derinlikten bahsedilemez. Tartışmalar güncel politik ihtiyaçların sınırlarını aşmaz. Bunlar, Tanzimat’la başlayan “Batılılaşma”, “İslamcılık” ve “Türkçülük” tartışmalarıdır. Bu fikri akımlarsa devleti kurtarma projelerinin bir gereksinimi olarak ortaya çıktı. Bir bütün olarak, Avrupa’da doğan düşünsel faaliyet, gelişmekte olan üretici güçlerin, eskiyen üretim ilişkilerini aşma; Osmanlı’da son 100 yılın tartışmaları ise tarihsel olarak ömrünü çoktan doldurmuş üretim ilişkilerinin ömrünü uzatmak çabasının bir ürünü oldu. 19. yy’daki bu düşünce kısırlığının sonuçları günümüzden bakarak daha iyi görülebilir. Çünkü ciddi bir düşünsel miras devralamamanın getirdiği yüzeysellik o günden bugüne sürmektedir.

Roman kuşkusuz bireyi anlatır ama bunu aynı zamanda derinlikli işlemek zorunda. Bu ise ciddi bir tarihsel birikimi ve romanın arka planını oluşturan felsefi bir zemini zorunlu kılar. 19. yy. Osmanlı romanı bu iki zeminden de yoksundu. Rusya’da ise 19. yy, Avrupa’ya göre zayıf olmakla birlikte, yoğun düşünsel tartışmaların olduğu bir yüzyıldır. O zeminin üzerinde zorunluluk-özgürlük, insan iradesi, kader, mutluluk, görev, insanlığın nasıl kurtulacağı, ilerleme, maddecilik, din, reddiye, hiçlik, aile, devlet, kültür… romanların tartışma konusu haline gelir. Yine aynı dönemde edebiyatın (veya romanın) kuramsal-estetik zemini oluşturulur. Belinski, Çernişevski, Dobrolyubov, Plehanov bu kuramın kurucularıdır. Psikolojik roman ve modern romanın önemli tekniklerinden biri olan “bilinç akışı”yla yazma koşulu nasıl ki Freud’un bilinçaltını bilimsel bir biçimde izah etmesi ardından ortaya çıktıysa, güçlü bir roman geleneği yaratma imkânı da edebiyat kuramı ve düşünsel birikimi gerekli kılmaktadır.

Diğer yandan Osmanlı’da düz yazı geleneğinin zayıf olduğu, insanların yaşamlarını anlatan destan türü eserlerin ise daha çok şiir şeklinde yazıldığı biliniyor. Fakat asıl sorun şu; Yaşam, nasıl organik ve inorganik doğasıyla ilişki içinde bir bütünse, sanatsal etkinlikler de ilişki içinde bir bütün olarak birbirini besler. Resim, müzik, mimarlık, heykel, tiyatro, roman… birbirini tamamlayan etkinliklerdir. Özellikle resim, heykel, mimarlık ya da müzik ve felsefi-dinsel etkinlik arasındaki ilişki güçlüdür. Birinin eksikliği bir biçimde diğerlerindeki derinleşmeyi zayıflatır. Mesela ilk çağlardan günümüze dek, büyü ve dinsel ritüellerde müzik hep kullanılmıştır. Ayrıca Klasik Batı Müziği’ndeki çok sesliliğin, burjuva devrimlerinin yarattığı coşku ve çok yönlü düşünce ortamının gelişmesiyle ilgili olduğu biliniyor. Rönesans’ın ardından resim, heykel ve mimarideki gelişim de birbirini çok derinleştirdi. Resim tek yönlü olmaktan çıkarak, perspektif ve ışık-gölge teknikleriyle zenginleşmiştir. Perspektif muazzam bir gelişmedir. Bu, resmi tek yönlü olmaktan kurtarmış, ışık-gölge ise resme derinlik ve tasvir imkânı vermiştir. Resim, heykel ve mimarlıkta gelişen derinlik ve birbiri ardı sıra gelişen akımların (gotik, Rönesans, barok, rokoko, neo-klasizm…) çeşitliliği de bir bütün olarak sanatsal etkinliği zenginleştirir. Osmanlı bu zenginliği yaşayamadı. Zaten resim, heykel gibi sanat dallarının bir kısmı dinsel-kültürel nedenlerle neredeyse hiç gelişmemiş; mimarlık, müzik gibi alanlardaki gelişkinlikse, bir süre sonra kendini tekrara dönüşmüştür (Osmanlı’da minyatür, derinlik ve perspektiften yoksun bir resim; ortaoyunu ise tiyatronun zenginliğini yansıtmaktan oldukça uzak bir etkinliktir). Genel anlamda sanattaki bu zayıflık romandaki derinleşmeyi engelleyen bir diğer faktördür.

Düşünsel faaliyet ve sanatın zayıflığı, 19. yy. Osmanlı romanının taklitçi ve yüzeysel kalmasına neden oldu. Zayıflık o denli belirgindir ki, mesela ilk çıktığı dönemden 1940’lı-’50’li yıllara dek romanın ana sorunu, Batılılaşma olmuştur (Bağımsızlık Savaşı döneminde yazılan Halide Edip’in kimi romanları ya da sonrasında yazılan Kuyucaklı Yusuf [Sabahattin Ali], Çulluk [M. Yesari] türü eserler az bulunan örneklerdir). Bu, çok yönlülüğün değil tek yönlü bir gelişimin göstergesidir.

Edebiyattaki derinlik, yukarıda yazılan koşulların ürünü olduğu gibi aynı zamanda tutku ve duygu işidir. İnsanlığın büyük acılarını kendinde hissetmeyen şair ve yazarlar güçlü eserler veremez. Osmanlı ve Rus edebiyatındaki farkın bir kısmı kendini burada da gösterir. Lermantov intihar etti. Puşkin kaybedeceği baştan belli olan bir düelloda öldü. Her ikisi de yirmili yaşlarındaydı (1900’lerin ilk çeyreğinde Yesenin ve Mayakovski de intihar etti). Gogol, dinsel mistisizmin etkisiyle yaptığı perhiz sonrasında öldü. Dostoyevski idamdan döndü. Yaşamı ise romanlarındaki gibi çılgınca ve tutkuludur. Tolstoy radikal reddiyeci fikirlere sahipti. Sahip olduğu toprakları bağışlamak istedi. Ölmeden önce tek başına bir köşeye çekilerek, intiharvari biçimde hayatını kaybetti. Rus kilisesi hala Tolstoy’a çok mesafeli durur. Bizde ise fırtınalı hayatlar ve tutkulu edebiyatçı sayısı pek az. İntihar eden ilk aydınımız Beşir Fuad’dır. Namık Kemal türü tutkulu edebiyatçılarımız ise tekil örneklerdendir.