“Türk ilericiliği”nin birikimlerini bizi ileriye taşıyacak birikimler haline getirmeliyiz. Bu ilericiliğin, sistem içi olduğunu ve bir düzen değişikliğiyle birlikte gelmediğinin bilincindeyiz. Tarihte olan biten her gelişmeye “sınıf perspektifi” ile bakmak ayrı bir şeydir, “sınıf indirgemeci” bir bakışla bakmak başka bir şey… İndirgemeci bakış hem tarihsel olarak bizi yoksullaştırır hem de tarihi kendimizle başlatmak nihilizme götürür. Tarihsel geçmişe indirgemeci bir bakışla baktığımızda, mesela, ne peygamberler döneminin tarihsel anlamını, ne 17. yüzyılda bilimde meydana gelen sıçramayı ne Shakespeare’in edebi zenginliğini ne de 18. yüzyıldaki Aydınlanma Aklı’nın tarihsel önemini fark edebiliriz. Ne de örneğini verdiğimiz bütün bu tarihsel birikimi, kendi çizgimizin bir parçası haline getirebiliriz.
… ulus devletin tekçi zihniyeti türünden egemen politikalar reddedeceğimiz bir çizgidir.
Öte yandan bütün olgu ve gelişmelere “diyalektik yöntemi” esas alarak bakmak gerekir. Diyalektik bize çok yönlü bakmayı ve her şeyin zıddıyla birlikte var olduğunu öğretti. Dolayısıyla hem diyalektik yöntemi hem de sınıf indirgemeci olmayan perspektifi esas aldığımızda Türk ilericiliğini doğru anlamak mümkün hale gelir. Bunun dışında, kimi zaman sonuçlara bakarak bazı tartışmaları yürütmek de anlamayı kolaylaştıracaktır. Mesela Türkiye’deki düzeni, S.Arabistan, Katar, Kuveyt türünden ülkeler ile kıyasladığımızda, Türk ilericiliğinin tarihsel anlamda oynadığı rol ve kazanımlar daha net biçimde görülecektir.
Türk ilericiliği ile esas olarak Osmanlı-TC ve Kemalist modernleşme sürecinden ve bunun, reddedilecek yanları dışında, tarihsel olarak oynadığı ileri yanlardan bahsediyoruz. Bu modernleşme süreci 1620’de Genç Osman’la başlayıp Cumhuriyet’in kuruluş dönemine dek devam eder. Son 400 yıllık bu tarih bir yanıyla “modernleşme”, bir yanıyla kendi tarihine-kültürüne “yabancılaşma” tarihidir. Her iki biçimiyle de bu tarihi okumak mümkün. Halk hareketlerini bastıran politikalar, emperyal niyetlerle girilen savaşlar, “Ermeni tehciri”, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde TKP ve şuralar başta olmak üzere halka ve sol muhalefete karşı izlenen politikalar, mübadele politikası, Kürtleri görmezden gelen ulus devletin tekçi zihniyeti türünden egemen politikalar reddedeceğimiz bir çizgidir. Ama öte yandan bütün bu modernleşme sürecini toptan biçimde mahkûm etmek kabul edilemez (Diyalektik yöntemle bakış, bize tam da bu fırsatı verir). Kimi zaman açık kimi zaman da dolayımlar üzerinden yürüyen modernleşme süreci–ister egemen blok içinde olsun isterse egemenlerin ezilenlerle çatışması biçiminde olsun – sınıf mücadelelerinin, dolaylı da olsa bir sonucudur. Monarşinin sınırlandırılması, 1. ve 2. Meşrutiyet’in ilanı, sonrasında parlamenter düzene geçiş, “kuvvetler ayrılığı”, halifeliğin ilgası, anayasal ve hukuksal güvencelerin inşası, genel oy hakkının kazanılması, kadınların şeklen de olsa elde ettiği eşitlik, egemenliğin kaynağının tanrısal olmaktan çıkartılıp halka dayandırılması, laiklik, özgürlük alanlarının genişlemesi ve işçi hareketlerinin elde ettiği kazanımlar ezilen sınıflar açısından gerçek anlamda toplumsal bir kurtuluşu sağlamasa bile, toplumsal ilerlemenin önemli göstergelerindendir. Sonraki yıllarda sınıf hareketlerinin daha keskin bir mücadele hattını geliştirmesinin ve yığınların kitlesel biçimde siyasetin öznesi haline gelmesinin imkânları ancak bu temeller üzerinden yaratılabildi.
Sol hareketin Osmanlı tarihi ile herhangi bir biçimde ilişkilenmesinden bahsedilemez. Kemalizm’in, Osmanlı’ya dair izlediği derin inkârcı politika onun çizgisini de belirledi. Bundan dolayı sol’un Osmanlı’ya dair ciddi hiçbir fikri yoktur. İlişkinin düzeyi neredeyse Osmanlı geçmişinin karanlık bir dönem olarak görüldüğü, önemsenmeyecek bir tarihsel birikime sahip olduğu, Osmanlı feodalizminin özgünlüğüne yüzeysel yaklaşıldığı, padişahların keyfiyeti, “Ermeni tehciri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e aydın hareketini küçümseyici yaklaşımlar ve İttihat Terakki’nin (İT) “maceracı politikaları” şeklindeki yüzeysel bir bilgi ile sınırlıdır.
Abdülhamid döneminde 30 yıl boyunca kesintiye uğrayan burjuva devrimi ve hızı kesilen modernleşme çizgisi yeniden İT ile devamlılığını sağlar.
Sol’un, dönemin temel ideolojik yönelimi “Türkçülük” ve o çizginin siyasal temsilcisi İttihat ve Terakki’ye ilişkin değerlendirmeleri de, Kemalizm’in inkârcı bakışından etkilenerek oluşturulmuştur. İT’yi sadece Ermeni tehcirine, imparatorluğun dağılmasının nedenine, yayılmacı bir çizgiye sahip olmaya, komplocu bir partiye ve dönemin emperyal politikalarının bir parçası olmaya indirger. İT’ci çizgide bunların hepsi vardır ve bu politikalar reddedilmelidir. Ayrıca İT kuşkusuz, ezilen sınıfların tarihsel olarak mirasını devralacağı bir parti değildir. Fakat İT’nin başka yüzleri de var. Red-inkâr ve bütünüyle onaylama arasında gidip gelen bir çizgi yerine “anlama” ve Cumhuriyet’in kuruluşunda oynadığı rol türünden, izlediği politikaların tarihsel sonuçları inkâr edilmemelidir. Namık Kemal’in “Vatan” kavramı etrafında oluşturduğu zihin dünyası, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisidir ve bu ilk kez İT ile pratik bir karşılık bulur (“Vatan” kavramının öncesinde, siyasal hayat ve zihin dünyası “mülk” kavramı çerçevesinde belirlenmişti). İT bağımsızlıkçıdır; devletin bağımsızlığını esas alır. Pragmatisttir. Osmanlı’nın çöküşünü durduracak her türden çizgiyi benimsemekte zorlanmaz. Abdülhamid döneminde 30 yıl boyunca kesintiye uğrayan burjuva devrimi ve hızı kesilen modernleşme çizgisi yeniden İT ile devamlılığını sağlar. Abdülhamid despotizmine karşı mücadele verir. Benzeri şekilde milliyetçilik, liberalizm, pozitivizm, natüralizm, ilerlemecilik, sosyalizm tartışmaları Batı’dan yine bu dönemde İT üzerinden Osmanlı’ya taşınır. Üstelik bu sadece taşıma ilişkisi olarak da tanımlanamaz. İT içinde bu tartışmalar yapılır. Fikri tartışmaların en çok yapıldığı bir dönemdir. Liberalizmin öncüsü Prens Sabahattin ile sıkı bir merkezi yönetimden yana olan Ahmet Rıza aynı parti içindedir.
O dönem, İT’nin de temel stratejisi olan Türkçülük akımının dışında başkaca güçlü bir ideolojik akımın ortaya çıkmasının ve bunun toplumda bir karşılık bulmasının koşulları yoktur. “Sanayi Devrimi”ni ve bunun, dinde “içtihat kapısı”nın açılması türünden, zihin dünyasında ortaya çıkardığı sonuçları yaşamayan bir ülke gerçekliğiyle yüz yüze olduğumuz unutulmamalıdır. Dolayısıyla milliyetçiliğin ve ulus devlet formuna geçişin belirleyici eksen olduğu bir çağda, başlangıçta N. Kemal’le birlikte “vatan” algısının, sonrasında ise Türkçü akımların ortaya çıkmasının anlaşılır nedenleri vardır. Vatan, milliyetçilik ve ulus devlet siyaseti Osmanlı zihin dünyasının sınırlarıdır ve bunlar aynı zamanda ihtiyacı duyulan pratik siyasetin karşılığıdır. Bundan dolayı, Osmanlı’da, 17. yüzyılda başlayan modernleşme süreci, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, 19. yüzyılın sonundan itibaren ulus devlet formu içinde kendini örmeye devam etti. Günümüzdeki sol hareketler de bu modernleşme sürecinin meydana getirdiği koşulların sonucu olarak ortaya çıktı. Birçok Ortadoğu ülkesinde değil de Türkiye’de güçlü bir sol muhalif ve işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasının ve İran, Irak ve Suriye’deki Kürt siyasetinden farklı olarak Türkiye’deki Kürt Hareketi’nin (KH) modern, laik, sol kökenli bir hareket olmasının temelinde bu tarihsel birikim yatmaktadır.
Sol’un Kemalizm’le ilişkisi de problemlidir. Mustafa Suphi TKP’sinden farklı zihinsel kodlarla 1925’te yeniden kurulan Şefik Hüsnü TKP’sinden başlayarak 1970’lerin ortalarına dek, sol hareketin Kemalizm’le ilişkisi, onun bir uzantısı, sol versiyonu biçiminde bir ilişki düzeyindedir. Bütün bu süreç boyunca Kemalizm “küçük burjuva ideolojisi” olarak görülür. Hatta sol hareket yer yer kendini “İkinci Kuvayi Milliye Hareketi” olarak tanımlar. 12 Mart darbesinin etkisiyle ve Kürt hareketlerinin ortaya çıkışı ardından, yani 70’lerin ortalarından itibaren sol’un önemli bir kısmında Kemalizm’e dair algı değişmeye başlar. Gerici ve bütünüyle reddedilecek bir “burjuva ideolojisi” olarak görülür. Özellikle KH’nin, Kemalizm’e dair yaptığı sert eleştiriler sol’u çok etkiler. Sol’un, Kemalizm’in “uydusu olmak” ile onu kabaca reddeden salınımı dışında bir yol tutmak gereklidir. Ne Kemalizm bizim çıkış referansımızdır ne de tersinden Kemalizm, Ermeni ve Kürt karşıtlığına indirgenerek tanımlanıp, tarihsel anlamda oynadığı rol itibariyle, göz ardı edilecek bir çizgidir (Türk modernleşmesinde oynadığı rol ve Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olması, Kemalizm’in bir “burjuva ideolojisi” olduğu gerçeğini değiştirmez).
Kemalizm, Osmanlı-Türk modernleşmesinin bir ürünü ve tarihsel çıktısıdır. Bu modernleşme ile ilişkilenme biçimimiz, Kemalizm’le kuracağımız ilişkinin biçimini de belirleyecektir. 400 yıllık modernleşme çizgisini Türk modernleşmesi içine toplayarak değerlendirdiğimizde şunlar söylenebilir: Son 400 yıllık Osmanlı ve Türk tarihi, bir yanıyla “modernleşme” bir yanıyla da kendi tarihine “yabancılaşma” tarihidir. Türk modernleşmesi, esas olarak çökmekte olan “devleti kurtarmak” dinamiğiyle hareket etmiştir. Bu anlamıyla faydacıdır. Kitleleri özne kılmayan, devlet eliyle örgütlenen, bundan dolayı da yukarıdan aşağıya inşa edilen “siyasal” bir modernleşmedir. Avrupa’daki birçok modernleşme sürecinden farklıdır. Sermaye birikim sürecinin, devlet dışında burjuva bir sınıfın ve “sivil toplum”un yarattığı dinamiklerle kendi doğal seyri içinde ortaya çıkan Avrupa modernleşmesi ile bu doğal seyrin ortaya çıkarmadığı ve tamamıyla devleti kurtarma dinamiğiyle hareket eden Türk modernleşmesi birbirinden farklıdır. Türk modernleşmesinin, Alman modernleşme süreciyle benzerlikleri fazladır.
Modernizm, kapitalizmin bir türevidir, onun ortaya çıkardığı koşulların ürünüdür, onun içinden çıkmıştır. Kültürden sanata, günlük yaşamın kurgulanış biçiminden kadın erkek ilişkilerinin yaşanış biçimine, şehirleşmenin alacağı biçimden dinin gündelik yaşamdaki rolüne dek, bir bütün olarak hayatın nasıl yaşanacağının kurgulandığı ideolojik formdur. Bu formu, en azından başlangıçta asıl belirleyen kapitalizmdir. Ama buna rağmen modernizm, kapitalizme indirgenemez. Onu aşan bir hayat kurgusudur. Kapitalist ilişkiler, çekirdek düzeyinde bir kez ortaya çıktıktan sonra, onun bir türevi olan modernizm de kendi hayat kurgusunu-formunu yavaş yavaş oluşturmaya başlamış ve kapitalizmle ilişkisi, sadece belirlenen olmaktan çıkarak, karşılıklı etkileşime dönüşmüştür. Aradaki bu ilişki tersten de kurulabilir. Güçlü bir modernizm eleştirisi, kapitalizm eleştirilmeden yapılamaz. Kapitalizme dokunmaksızın yapılan modernizm eleştirileri – postmodernistlerin yaptığı gibi – son tahlilde sistem içi kalmaya mahkûmdur ve radikal bir içerik taşımaz. Sosyalizm güçlü bir kapitalizm eleştirisidir. Ama bu eleştirinin aynı zamanda kapitalizmin içinde kendini yeniden ürettiği kapitalist moderniteyi de içine alacak derinlikte, sanayi uygarlığından hayatın kurgulanış tarzına dek, yapılması gerekir.
Genel anlamda sosyalistlerin modernizm, modernizmin sonuçlarıyla ilişkisi “inkar” üzerine kurulamaz; modernizmi “aşma” ve kopuş” esas olmalıdır. Sosyalizm; modernizmin, aydınlanmanın, sanayi uygarlığının devamı değil, onu aşan/ondan kopan bir sistemdir. Öte yandan sosyalizm, modernizmin verili koşularının bir ürünüdür, o koşulların içinden çıkmıştır. Onun, toplumsal hayatı ilerleten ve insanlığın maddi-manevi birikimleri haline gelen değerlerini, içerip aşacak şekilde geleceğe taşımak sosyalistlerin görevidir. Egemenliğin kaynağının vahiy yerine halka dayandırılması; bilim, felsefe ve aklın dinden ayrıştırılması; bilimsel sonuçların yol açıcılığına duyulan güven; laiklik; parlamenter düzen; genel oy hakkı; sosyal haklar (“1. 2. ve 3. kuşak haklar”); özgürlük alanlarının genişlemesi; kadın ve erkek arasında şeklen de olsa kurulan eşitlik ve kadınların toplumsal-siyasal hayattaki kazanımları türünden şeklen de olsa biriktirilen değerler, ezilen sınıfların gerçek anlamda kurtuluşunu gerçekleştireceği yeni bir geleceğe taşınacak birikimler olarak görülmelidir.
Bu genel ilişkilenme tarzı Türk modernleşmesi ve Türkiye Solu arasında da geliştirilmelidir. Hem modernizm hem de onun bir devamı olan Kemalizm’i toptan reddederek veya onun uzantısıymışçasına bir ilişki sürdüremeyiz. Ayıklanacak yanları dışında, genel anlamda modernizmin, özelde ise Türk modernleşmesinin birikimlerini inkâr etmeksizin, bunları, sosyalizmin değerleriyle büyütmek; kazanımları, biçimsel olmaktan çıkartacak, gerçek bir toplumsal kurtuluşu sağlayacak dinamizme dönüştürmek esastır.
Kemalizm’i de içine katarak, Osmanlı-Türk modernleşmesi ile ilişki kabaca şu başlıklar halinde özetlenebilir:
1- Osmanlı-Türk modernleşmesi, Türk ilericiliğinin tarihsel köküdür (daha çok burjuva önderlikli). Genç Osman’dan başlayıp Kemalizm’le mantıki sonuçlarına ulaşan bir devamlılığa dayanır. Bu birikim aynı zamanda sınıflar mücadelesi tarihidir ve onun ürünüdür. Modernleşmenin derinliği, sınıflar mücadelesinin derinliği kadardır. Bu anlamda Türk modernleşmesi ve ilericiliğinin derinliği sınırlıdır.
2- Kemalist modernleşme, Osmanlı modernleşmesinin bir ürünüdür ve devamcısıdır. Fakat bu devamlılık, Cumhuriyet’le birlikte “sınırlı” bir kopuşu içinde taşır. “Kopuş”un imkânları, Osmanlı modernleşmesinin açtığı yol sayesinde gerçekleşebildi.
3- “II. Mahmut’un ve Tanzimat’ın modernleşme sürecinde izlediği radikal çizgi”, Kemalizm’in radikalizminden daha az değildir.
4- TC, Osmanlı geçmişi ile arasına, zorlama biçimde kalın duvarlar örer. Osmanlı’yı yabancılaştırır, neredeyse onu reddederek, varoluşunu tanımlar.
5- Kemalizm’in bir uzantısı gibi davranan sol hareketin, Osmanlı’ya dair bilgisi Kemalizm’in süzgecinden geçmiştir. Bundan dolayı Osmanlı ile ilişkisi, -ne yazık ki- dışarıdan bir güçle ilişkilenmişçesine, ona yabancı ve reddiyecidir (Hikmet Kıvılcımlı bu konuda istisnadır).
6- Ulus devletin zihin dünyası ve Kemalist modernleşmenin yüzeyselliği, sol’un dünyasını daraltmıştır. Hâlbuki Osmanlı dâhil bütün tarihsel geçmişi, sınıf perspektifi süzgecinden geçirerek, kendi birikimimiz haline getirmek bizi zenginleştirir. Sol’daki köksüzlüğün bir nedeni de bu “tarihsel bilince” sahip olmamasıdır.
7- Genel anlamda modernleşme, özelde Türk modernleşmesi kapitalizmin bir ürünü-kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucudur. İlişkimizin düzeyi, “devamlılık” değil, “aşma” ve “kopuş” biçiminde belirlenecektir.
8- Türk modernleşmesi Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesiyle iç içe geçmiştir. Modernlik adına dayatılan kültür, sömürgeci talanın bir parçası olarak algılandığından dolayı, halkın moderniteyle ilişkisi gerilimlidir. Bu gerilimin nedenleri gerçektir ve bunu gören bir yerden siyaset üretilmelidir.