İçinde bulunduğumuz, farkına varmaksızın bizi kuşatan, doğduğumuz andan itibaren nasıl davranacağımızı ve nasıl düşüneceğimizi belirleyen, hayatın/üretimin örgütlenme biçiminden gündelik hayatın yaşanış biçimine dek bütün hayatı belirleyen bu düzene-mevcut sisteme, yani “kapitalizm”e karşıyız. Bir üretim biçimi olarak “kapitalizme”; gündelik hayatın kurgusundan şehirleşmenin biçimine, kadın erkek ilişkilerinin alacağı biçimden doğayla kurduğumuz ilişkinin biçimine dek belirleyici olan “kapitalist modernite”ye; bir üretim biçimi olarak kapitalizmin ortaya çıkışına beşiklik eden, fosil yakıtlara dayanan temel enerji biçimiyle “büyümeci”, ”kalkınmacı”, “teknolojist” “sanayi uygarlığı”na karşıyız.
Kapitalizm; üretim araçlarında “özel mülkiyet”in hakim olduğu bir sermaye düzenidir. Büyük üretim araçları – fabrikalar, bankalar, madenler, turizm işletmeleri, büyük tarım toprakları, dış ticaret – bir avuç oligarkın özel mülküdür. Mülkiyetin özelleşmesi o düzeydedir ki, çok sınırlı sayıda kişi ve şirket bütün varlıkları ve zenginlikleri kendi bünyesinde toplamıştır. Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Ülker, Çalık, Doğuş, Albayraklar, Ağaoğlu türünden büyük holdingler bu tekelleşmenin cisimleştiği isimlerdir. Bu anlamıyla Türkiye’deki kapitalizm herhangi bir kapitalizm değil; üretimden bankacılığa, iç ve dış ticaretten inşaat sektörüne, tarımsal üretimden metaları pazara ulaştıran dağıtım ağlarına dek, tüm üretimi ve mali alanı bir avuç tekelin yönettiği, tekellerin hakim olduğu, “tekelci kapitalizm”dir.
Mülkiyetli düzen toplumun sınıflara bölünmesinin asıl nedenidir (Sosyoloji; bu bölünmeyi sınıf dışı kategorilerle, “zengin/yoksul”, “toplumsal tabakalaşma”, “kast” vb. tanımlarla yapmakta). Özel mülkiyet bütün eşitsizliklerin, adaletsizliklerin kaynağıdır. “Zengin” ve “fakir” arasındaki gelir uçurumunun, bir avuç “zengin” dışındaki milyonlarca insanın “asgari ücret”le geçinmek zorunda kalmasının, sosyal güvence yokluğu nedeniyle 17 milyon insanın “yeşil kart”a muhtaç duruma düşürülmesinin, milyonlarca işsizin, her düzeydeki toplumsal adaletsizliğin temel nedeni kapitalizmdir; (büyük üretim araçlarındaki ) özel mülkiyettir. Bu düzeyde eşitsiz ve adaletsiz bir düzeni devam ettirebilmek ise ancak baskıcı ve otoriter bir sistem kurmakla mümkündür. İçinde bulunduğumuz düzenin bu düzeyde saldırgan, tahammülsüz, faşizan ve her şeyi kendi kontrolünde tutmak istemesinin asıl nedeni de budur. Adaletsizlik ve eşitsizlik ürettiği, o adaletsiz düzeni “sürdürülebilir” kılmak için baskıcı bir “devlet aygıtı” inşa ettiği ve devlet aygıtı üzerinden her türden özgürlüğü boğduğu için, içinde bulunduğumuz bu “tekelci kapitalizm”e, onların her türden iktisadi, siyasi, askeri, ideolojik, kültürel düzenine karşıyız. Bütün zenginlikleri kendi elinde toplayan, kapitalist sistemi kendinde cisimleştiren “burjuvazi”ye, sermaye sahiplerine karşıyız. Kapitalizme sadece eşitsizlik, yoksulluk, adaletsizlik ürettiği ve özgürlüğü yok ettiği için değil aynı zamanda “akıl dışı” bir düzen olduğu için de karşıyız. İnsan toplumsal bir varlıktır. O toplumsallık içinde sosyalleşir, bir tür olarak insanlaşır. Bundan öte yaşayabilmek için zorunlu olarak yapmak zorunda olduğu “üretim”i de toplumsal olarak üretmek zorundadır. Tek bir insan ihtiyaç duyduğu bütün araçları tek başına üretemez. Bundan dolayı üretim, “toplumsal” olarak üretilmek, organize edilmek zorundadır. Kapitalizmin akıl dışılığı tam da buradadır. Üretimin toplumsal olarak yapılma zorunluluğuna karşın, üretim araçlarında mülkiyet özelleşmiştir. Üretimin toplumsallığı ile üretim araçlarındaki özel mülkiyet birbiriyle çelişmektedir. Kapitalizm, insanlık için en temel şizofren durumlardan birine neden olmaktadır. Bu çelişkiyi aşmak için de kapitalizme karşıyız.
Kapitalizmden neşet eden, ondan türeyen kapitalist emperyalizme, yani “emperyalizm”e de karşıyız. Emperyalizm; kendi sınırlarına sığmayan kapitalizmin-burjuvazinin başka ülkeleri, coğrafyaları sömürme biçimidir. Kapitalist sömürünün uluslararasılaşmış bir biçimi, uluslar arası bir sermaye düzenidir. Kapitalizm öncesi dönemlerdeki “sömürgeci”, “kolonyalist” evrelerin ardından, kapitalizmle birlikte, sömürgeci düzen emperyalist kapitalizme, yani “emperyalizm”e dönüştü. Emperyalizm askeri, siyasi, ideolojik, kültürel tüm yöntemleri kullanarak başka ülkeleri sömürür, kendi çıkarlarına göre sistemi organize eder. Bağımsızlığa karşıdır; İMF, Dünya Bankası, NATO türünden uluslararası tekellere hizmet eden kurumlar vasıtasıyla diğer ülkeleri kendine bağımlı hale getirir. Emperyalizm kimi dönemlerde en çıplak haliyle yani askeri yöntemlerle bir ülkeyi işgal edebilir. Veya daha ince yöntemler kullanarak, mesela ekonomik olarak kendine bağımlı kılarak, mesela McDonald’s türünden araçlarla yaşam alışkanlıklarına ve Hollywood filmleriyle kültürel hayata müdahale ederek, hegemonyasını inşa eder.
Genel anlamda emperyalizme; somut anlamda ise, diğer emperyal güçlerden daha fazlasıyla ABD emperyalizmine ve bölgemizde İsrail siyonizmine karşıyız. ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler şimdilerde Ortadoğu’yu yeniden paylaşma kavgası veriyorlar. Bu doğrultuda açık askeri işgallerden IŞİD türünden “taşeron” gruplar üzerinden müdahaleye, petrol fiyatlarını baskılamaktan bölge kültürünün direnişçi geleneklerini bozmaya dek bütün araç ve yöntemleri kullanarak, Ortadoğu’yu yeniden parçalıyorlar. Emperyalizme, onun içimizdeki uzantılarına, askeri, siyasi, iktisadi, kültürel yayılmacı çizgisine ve özelde ABD emperyalizmine karşıyız. Tutarlı, kalıcı kazanımlar elde etmeyi garantileyecek bir antiemperyalist çizginin antikapitalizmden geçtiğini biliyoruz. Anti kapitalist olmayan bir emperyalizm karşıtlığının, son tahlilde var olan düzeni korumaya hizmet edeceğinin farkındayız.
Bir üretim biçimi olarak kapitalizmin taşıyıcısı, koruyucusu, kendini var etme biçimi ise “Devlet”tir. Kapitalizm, devamlılığını Devlet aygıtı ile sağlar. Devlet; bir baskı aygıtıdır, burjuvazinin, ezilen sınıf ve halklar üzerinde tahakküm kurmasını sağlayan bir “araç”tır. Tarihte ortaya çıktığı andan itibaren ve bütün sınıflı toplumlarda aynı rolü oynamıştır. TC Devleti ile Kenya veya Almanya’daki devlet de aynı işlevlere sahiptir. Devlet ve Kapitalizm aynı şey olmamakla birlikte, Devlet’in alacağı biçimi son tahlilde iktisadi sistem-üretim ilişkileri belirler. Devlet, burjuvazinin-kapitalizmin çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn edilmiştir. Bu yanını gizlemek için veya kitleler nezdinde kendi meşruluğunu sağlamak, salt burjuvaziye değil de bütün topluma hizmet ettiğini gösterebilmek için, toplumun genel çıkarlarını koruyup kollayan bir araçmışçasına kendini örgütler; hegemonyasını bu doğrultuda inşa eder. Burjuvazinin ve esas olarak ona hizmet eden Devlet’in çıkarları aynı olduğu halde, burjuvazi, Devlet’i, kitlelerin bilincinde toplumun genelleşmiş çıkarlarının bir ifadesi-koruyup kollayıcısı gibi gösterir. Bunu da esas olarak “ideoloji” ile, “Devlet’in ideolojik aygıtları” olan din, aile, okul, medya ile gerçekleştirir. Tabi ideolojik aygıtların gücü her dönem “şiddet” ile tamamlanır. Bazen biri bazen diğeri öne çıkabilir. Ama her dönemde ideolojik aygıtlar ile şiddet birbirini tamamlayacak şekilde örgütlenir. Kitlelerin bilinci üzerine inşa edilen hegemonya bu bileşimle birbirini tamamlar.
Sınıflı toplumların tümünde, özellikle içinde bulunduğumuz Kapitalizm koşullarında çok daha sofistike olmak üzere, bütün Devletler baskıcıdır-otoriterdir, kapitalist sömürü düzeninin sürdürülebilirliğini sağlayacak şekilde kendini örgütlemiştir. Devlet; eşitsizlik ve adaletsizlik üreten özel mülkiyetçi kapitalizmin devamlılığını sağladığı ve bundan dolayı zorunlu olarak özgürlüklerin karşısında konumlandığı için, soyut anlamda Devlet’e, somut anlamda ise içinde bulunduğumuz Devlet’e karşıyız. Kapitalizme ve Devlet’e karşı olmak Türk Ulusu’nun kendini var etme iradesine karşı çıkmak anlamına gelmez. Kapitalizmin içinde kalarak kendini var etme biçimine karşı gelmek anlamına gelir. Bu toprakların insanıyız, bu topraklara bağlıyız, bu toprakların kültürüyle büyüdük, bu topraklardan bir yere gitmeyeceğiz, tarihimizi inkâr etmiyoruz ve her ulusun-halkın hak ettiği düzeyde de Bağımsızlıkçıyız. “Kapitalist (bir) Türkiye”, kapitalist bir ulus-devlet değil, sınıfların, sömürünün, yoksulluğun, her türden eşitsizliğin ve adaletsizliğin ortadan kalktığı “Sosyalist (bir) Türkiye” istiyoruz. Öte yandan ulusun kendini var etme biçiminin zorunlu olarak sadece “Ulus-devlet” formu olmadığı da biliniyor. Halkların-kavimlerin, “ulus”, “ulus-devlet” formunda örgütlenmesi kapitalizm çağıyla birlikte başladı. Son 500 yılın örgütlenme biçimidir “ulus-devlet” formu. Dolayısıyla ulus-devlet biçimi dışında da halklar kendi devamlılıklarını sağlamaktadır. Devletli veya Devletsiz toplumlar tarihi ve büyük İmparatorluklar içinde yüzyıllarca yaşayan kavimler tarihi bunun göstergesidir. Devletleşmemiş dönemler yaşayan Türkler’in tarihi veya sadece belirli dönemlerde devletleşmiş Orta Asya’daki Türkiler’in tarihi de bunun somut göstergelerindendir ( Özel mülkiyetli bir düzen olan Kapitalizm ortadan kalktığında, onun türevi olan “ulus-devlet” formu da şekil değiştirecek; sınırların ortadan kalktığı, her toplumun ve tekil bireyin kendisi olabildiği, özgürce kendi iradesini gerçekleştirebileceği bir gelecekte, bir yanıyla inşa edilmiş, “hayali” bir “cemaat” olan “ulus” ve “ulus-devlet” de ortadan kalkacak ve insanlık “büyük bir aile” olarak yeni toplumsal düzenini kuracaktır).
Bir başka ulusa-halka, bir başka dine-mezhebe karşı ayrımcılık yapılmasına, onlar üzerinde çoğunluk hegemonyasının inşa edilmesine, onların “kollektif haklar”ının yok sayılmasına karşıyız. Irk, din ve mezhepler arasında kurulacak her türden hiyerarşiye karşıyız. Hiçbir ırk, din veya mezhep üzerinde hegemonya inşa etmeyeceğimiz gibi, hiçbir emperyal gücün de bizim üzerimizde hegemonya inşa etmesini kabul etmeyiz. Somut anlamda ise bunun karşılığı Kürtler ve Aleviler üzerinde kurulan her türden baskıya karşı koymaktır. Somut anlamda bunun karşılığı Anadolu’nun kadim halkları (Süryani, Ermeni, Rum, Laz, Çingene, Çerkes…), dinleri (Hristiyanlar, Ezidiler…) ve mezheplerinin kollektif haklarına-taleplerine sahip çıkmaktır.
1000 yıldır Anadolu’da Kürtlerle birlikte yaşadık. Bu yüzyıllar boyunca Kürtler kendileri olarak yaşadılar ve ne Selçuklu ne de Osmanlı Devleti döneminde özel bir karşı karşıya gelme durumu yaşanmadı. Bu esnada kültürlerimiz iç içe geçti. “Yüzyıllarca sorun yaşanmadığı halde niye son 100 yılda sorunlar yaşanmaya başladı?” sorusu ile “Osmanlı İmparatorluğu’nda yirmiden fazla devlet ortaya çıktığı koşullarda güçlü bir ayrılma iradesi koymayan Kürtler’in, bugün benzeri talepleri dile getirmesinin nedenleri nedir?” sorusunun cevapları önemlidir. Türk uluslaşmasının gelişme seyri, ulus-devleti inşa şekli, asimilasyoncu politikalar, kolektif hakların-taleplerin reddedilmesi sorunların bugünkü düzeye gelmesinin nedenidir. Özellikle son yüzyıldır izlenen asimilasyoncu siyasal çizgiye karşıyız.
En vurucu haliyle Francis Bacon’un dile getirdiği, “insanın doğa üzerindeki egemenliğini son çizgisine ulaştıracak” bir toplumsal düzen algısına-paradigmasına karşıyız. Kapitalist uygarlığın en temel mottolarından olan “doğa’nın fethedilmesi” çizgisi, son 500 yılın temel yönelimi oldu. Bu ideolojik arka plan üzerinden burjuvazi bütün doğal varlıkları metalaştırdı, doğal yaşamı katletti, insanı doğal yaşamdan koparttı. Bunun olumsuz sonuçlarını bugün çok net biçimde yaşıyoruz. Tükenen ve kirlenen doğal varlıklar, insan eliyle yolundan çıkartılan doğal evrimsel süreç, yok olan türler, insanın bütünüyle doğal yaşama yabancılaşması, kontrolsüz büyüyen şehirler, artan beşeri hastalıklar, yaşam alanlarının tahrip edilmesi bunun somut sonuçlarındandır. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, sürekli biçimde doğa yasalarıyla çeliştiği ve onun üstünde olduğu bir hayat sürdürülemez. Doğanın fethedilmesi paradigmasına, “insan merkezli” bir hayat kurgusuna ve doğal varlıkların metalaştırılmasına karşıyız.
Bütün yaşam alanları ve zihin dünyasında erkeklerin egemen olduğu bir düzene, bir cins olarak kadınların maruz kaldığı her türden baskıya ve farklı cinsel yönelime sahip lgbtliler’e karşı yapılan ayrımcılığa karşıyız. Binlerce yıldır devam eden mülkiyetli düzen, hep kadını “ötekileştirerek”, erkekler eliyle kendini inşa etti. Erkek, kadın üzerinde iktidar kurdu, kadının kendini gerçekleştirmesine izin vermedi. Bunu gerektiğinde ideolojik manipülasyonlarla, gerektiğinde şiddet ile gerektiğinde iktidar olmanın verdiği güçle yaptı. Bunun sonucunda kadın, binlerce yıldır ezilen bir cins olarak toplumsal hayatın esas kurucusu olmaktan çıkartıldı, yok sayıldı. Kadını ezen kapitalizm başta olmak üzere bütün mülkiyetli sistemlere ve bunu binlerce yıl boyunca bir hayat biçimi haline getiren “ataerki” düzene karşıyız.
Biz kimiz?
Devrimciyiz. Sosyalistiz. Bu toprakların insanıyız. Bu topraklarda doğduk, bu toprakların kültürüyle büyüdük, bu topraklara bağlıyız ve bu topraklarda öleceğiz. Hiçbir yere gitmeyeceğiz. Köklerimiz eski ve derin. Büyük Oğuz Ayaklanması, Babailer, Şeyh Bedrettin, Börklüce, Kızılbaş Ayaklanmaları, Köroğlu, Pir Sultan, Dadaloğlu, Efe direnişleri, 1920’lerde Ekim Devrimi’nden etkilenen Anadolu’daki halk muhalefeti ve şuralar, 1971 devrimciliği, 15-16 Haziran işçi direnişi, Tariş, Çorum, Fatsa, Tekel direnişi bizim köklerimizdir. Ezilen sınıfların bu topraklardaki bir parçası olarak emekçi sınıfların-“büyük insanlık ailesi”nin bir parçasıyız. Bu topraklarda bir hayatın kurulması için ezilenler olarak biz emek verdik. Bundan dolayı bu toprakların sahibi egemen sınıflar değil, esas olarak biziz, ezilen sınıflardır.
Tarihimizdeki gerici olan ne varsa, ezme-ezilme ilişkisini ve ezenlerin her türden tarihsel değerlerini bugünlere taşıyan tüm birikimleri reddediyoruz. Öte yandan insanı-insanlığı büyüten bütün birikimlere, ezilen sınıfların direniş geleneğini günümüze taşıyan tarihsel mirasa ve tarihimizdeki ileri olan tüm değerlere sahip çıkıyoruz. Türk halkının kültürel ve tarihsel mirası, ne kadar varsa ilericiliği ve ezilenlerin direniş geleneği, sosyalist değerlerle daha da büyütülmek üzere bizimdir.
Genel anlamda din’le, özelde İslam’la, bir ahlak felsefesine dayanan yanları ve bir mana arayışı olarak İslam inancıyla bir sorunumuz yok. Kur’an-ı Kerim’in temel referanslarından biri olan eşitlik, adalet, özgürlük arayışı, sömürüyü onaylamayan çizgisi bizim değerlerimizle çelişmez. Özel mülkiyeti savunan sistemler ve esas olarak da Kapitalist düzen, bu referanslarla çelişme halindedir. Sosyalizm, Kur’an’da da belirtilen bu referansları, daha güçlü biçimde yaşama geçirecek esas düzendir. Üstelik bunu, sorunlara kaynaklık eden nedenleri yani üretim araçlarındaki özel mülkiyeti ortadan kaldırarak bütünüyle çözecek bir düzendir. İslami referansların, Sosyalizm ile olan yakınlığı Kapitalizmle karşılaştırılırsa, kıyas bile edilemez. Dolayısıyla bu topraklarda, sol’un yaşadığı “yabancılaşma”nın en temel nedeni olan İslam’a karşı kaba maddeci yaklaşımların ivedilikle bitirilmesi elzemdir. Sosyalizmin, hak etmediği halde yaşadığı bu yabancılaşma durumu ancak bu şekilde aşılabilir. Halk İslamı’nı, İslam’ın tarihimizdeki kültürel birikimini, bir inanç olarak halk nezdindeki manasını reddeden inkârcı yaklaşımları kabul etmiyoruz. Bu tarzdaki kaba maddeci yaklaşımlar egemen sınıflara hizmet eder; halk kültürüne bizi yabancılaştırır.
İslam’a da sınıf siyaseti perspektifi ile yaklaşmak esastır. İlericiliği veya gericiliği dini inanca sahip olup olmamakta değil, egemen-sömürücü sınıflara, emperyalizme karşı olan tutumda aramak gerekir. Bundan dolayı, İslam’ı bir bütün olarak egemenlerin araçsallaştırdığı bir din olarak görmek ve egemenlerin İslam’ı ile ezilenlerin İslam’ı arasındaki farkı silikleştirmek kesinlikle yanlıştır. Ebu Zerr’den Karmatiler’e, İsmailiye’den Hasan Sabbah’a, bizdeki “Kızılbaş Ayaklanmaları”ndan Pir Sultan’a, Şeyh Bedrettin’den “Yeşil Ordu”ya, bütün ayaklanmalar, ezilen sınıfların, egemen düzene ve egemenlerin İslam’ına, İslam’ın içinden başkaldırısıdır. Günümüzde ise Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad türünden örgütlerin ABD emperyalizmi ve İsrail’e karşı başkaldırısı da, İslam’ın bir direniş ideolojisi olarak rolüne işaret etmektedir.
Öte yandan siyasallaşan (siyasal) İslam’ı; gündelik hayatın bütünüyle İslamize edilmesini; egemenlerin kendi düzenlerini devam ettirmek için araçsallaştırdıkları İslami çizgiyi; emperyalizmin, “yeşil kuşak” projeleriyle reel sosyalizmi yıkmak için kullanılabilir hale getirdiği işbirlikçi siyasal İslam’ı; “Komünizmle Mücadele Dernekleri” adı altında dinin, egemen sınıflar tarafından ezilen sınıflara karşı kullanılan bir araç haline getirilmesine ve Ortadoğu’da ABD’nin çıkarlarına alet olmasını kabul etmiyoruz.
Marks’ta bir inanç biçimi olarak dine ve onun tarihsel anlamına inkârcı bir yaklaşım yoktur. Kaba maddeci bir yaklaşımla dinle uğraşmaz. Dinin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair fikirler ileri sürmez. Onun, hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktığını anlamaya çalışır. Bir yanıyla egemenlerin, dini, ezilenlerin başkaldırısını önlemek üzere bir “afyon” haline getirdiğini söyler. Ama öte yandan dinin diğer yüzüne, bir inanç biçimi olarak tarihsel anlamına parmak basar. “Ruhsuz dünyanın ruhu-vicdanı”, ezilenlerin bu dünyaya tahammül etmesini sağlayan bir ihtiyaç ve varoluşuna anlam katan bir fenomen olarak görür.
Ne istiyoruz?
Sadece karşı olduklarımızın tersini istemekle yetinmiyoruz. Bu da var ama daha fazlasını, her yönüyle çürüyen eski düzeni yıkmak, insanlığa yaraşır yeni bir düzen kurmak istiyoruz.
Var olan-içinde yaşadığımız kapitalist sistem eskidi. İnsanlık tarihinin en kanlı 500 yıllık düzeni olan Kapitalizm, özellikle 1917’deki Ekim Devrimi’nin yeni bir düzen olarak tarih sahnesine çıkması ardından, tarihsel ömrünü çoktan doldurmuş oldu. Kapitalizm artık eskiye aittir ve tarih dışıdır. İnsanlığın bilincinde ve o bilincin pratik karşılığı olan Sosyalist bir düzenin kurulması itibariyle aşılmıştır. Yeni bir düzen, yeni bir hayat biçimi olarak sosyalizmi kuracağız. Kuracağımız yeni düzen, sosyalizm, sadece üretim araçlarında özel mülkiyeti ve artı değer sömürüsünü ortadan kaldırmayacak; sadece sınıfları ortadan kaldırarak sınıfsız topluma geçişi sağlamayacak. Bunlar dâhil, daha fazlasını yapacağız. Hayatın bütünüyle kurgulanış biçimini değiştireceğiz. Temel enerjisi fosil yakıtlara dayalı olmayan; sanayi uygarlığının ortaya çıkardığı sonuçları (sürekli büyüyen şehirler, içten patlamalı motorların temel hareket ettirici olduğu düzenekler, büyük ölçekli üretim, doğal varlıkları kontrolsüz kullanım…) tekrar etmeyecek; sosyalizmi, kapitalizmle yarış halinde kurmayacak; üretim süreçleri ve siyasal karar alma süreçlerinden insanı dışlamayacak; Devleti-orduyu-bürokrasiyi büyütmeyecek; Devletle Parti’yi bir ve aynı kılmayacak; “insan merkezli” ve “doğanın fethedilmesi” eksenindeki paradigmayı reddedecek; milliyetçi olmayan; Marksizm’in resmi devlet ideolojisi haline getirilmeyeceği bir düzen kuracağız. Üretici güçleri sürekli geliştirmeyi eksen alan, ilerlemeci, büyümeci-kalkınmacı, üretimi her alanda standartlaştıran, insanı nesne kılan, karar alma süreçlerini bütünüyle merkezileştiren, mülkiyeti toplumsallaştırmayıp devletleştirmekle yetinen bir anlayışı reddettiğimiz, yeni bir düzen kuracağız.
Sadece ezilen sınıfların değil, bir tür olarak insanlığın ve doğanın geleceği tehlikede. İnsanın ve doğanın devamlılığını sağlayıp sağlayamayacağı tartışmalı hale geldi. Bundan dolayı artık kuracağımız yeni düzen, dar anlamıyla, üretim araçlarını toplumsallaştırmayı ve artı değer sömürüsünü sonlandırmayı hedefleyen bir düzen değişikliğini aşmak zorunda. Eğer yeni düzeni bu paradigmayla inşa edemez ve yıkılan sosyalizmi tekrar etmekle yetinirsek, insanlığın ve doğanın karşılaşmakta olduğu tehlikeli gidişatı durduramamış, yeni bir düzeni kursak bile, onu da içerip aşacak yeni bir hayatı kuramamış oluruz. Önümüzdeki esas görev, tek başına yeni bir düzen kurmak değil, hayatı yeniden kurmaktır.
Sınıfların, sömürünün, iktidarın, hegemonyanın, hiyerarşinin, baskının ve sınırların ortadan kalktığı, devletsiz, gücün merkezileştirildiği değil dağıtıldığı, kollektif aklın hâkim olacağı bir düzen kuracağız. Mülkiyeti toplumsallaştıracağız. Kuracağımız bu yeni hayatta daha çok çalışmayı değil, çalışma saatlerini giderek düşürmeyi, “boş zaman” süresini artırmayı hedefleyeceğiz. İnsanın kendini gerçekleştireceği, düşündüğü gibi bir yaşam kuracağı, doğanın bir parçası olarak kendini konumlandıracağı, kadın ve erkek arasındaki ilişkileri zorunlulukların değil tamamıyla özgür iradenin belirleyeceği, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin doğa yasalarıyla uyum içinde konumlanacağı, bilimin esas olarak kendi iç dinamikleriyle hareket edeceği, bilim ve felsefe arasındaki makasın hangi düzeyde açılacağını kendi iç dinamiklerinin belirleyeceği bir hayat inşa edeceğiz. Yeni bir hayatı; eğer insanlık ve doğa yok olmazsa yeni bir tarih, yeni bir doğa ve yeni bir insan algısıyla kuracağız. Tarihi sınıflı toplumlar tarihi ile, insanlığın ufkunu Dünya gezegeni ile ve bilimin ufkunu egemen sınıfın çıkarlarıyla sınırlandırmayan bir gelecek bizi bekliyor. Bunu becerdiğimiz ölçüde “mekan” ve “zaman”la kuracağımız ilişki de yeniden tariflenecek. Bütün bunların kurulacağı yeni düzenin mottosu da, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” olacak.