arama

Kurgunun Kuru Gürültüsü: Siyaset ve Sanat

Arif ARSLAN
Politika ile kurgu arasında ilişki kurmak ister istemez politikayı dışarıdan bir konumla görmeye çalışmak demektir. Çünkü politik aktör, yaptığı eylemleri kurgu olarak sunamaz; iddiası gerçekliktir. Politika ile kurgu arasında ilişki kurma, eleştirel bilinç açısından verimlidir.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

               
Göklerin inayetine dayalı iktidar kurgusu, birkaç yüzyıldır yeryüzüne inmiş durumdaysa da politik kurgunun söylem mantığı yaklaşık olarak aynıdır.

Kurgu kavramını başlıkta görünce ister istemez akla sanatsal yapıtlar gelir. Bu yazıda kurgu’yu konumu ve işleyişi itibariyle politikanın en üst noktası olarak alacağım. Politik olanı da iktidarın inşası ve tahkim edilmesi üzerinde yoğunlaşma olarak ele alacağım. Elbette iktidar biçimi de kapitalizmin hüküm sürdüğü bir tarihsellikte, sınıf çatışmasından bağımsız olarak ele alınamaz. Kapitalizmin rasyonalitesi, çalışanlardan daha çok artık değer devşirmeye yöneliktir öncelikle. Kapitalizmin çıplak olmayan sömürü düzeninin sürmesinde iktidarın yönetimi “aldatma” biçiminde sürmek zorundadır. Bu bakımdan Türkiye’de gerçekleşen yeni rejim yapılanmasında, Türkçü-İslamcı bir hikaye devreye sokulmak istenmektedir. Bu hikaye, kültür sanat ve iletişim alanında dolaşıma sokulmaktadır. Politik kurgu, yerleşik kurumların ve hukukun işlemez hale getirilmesi ve yıkımı konusunda sistematik bir şekilde sürdürülmektedir. Kendinden önceki bütün sanatların malzemelerini kendisi için kullanma olanağına sahip olan sinemanın da kitleyle buluşma gücü dikkate alındığında, inşa edilmek istenen kültürel kurguda önemli bir yeri olduğu görülmüştür. Politik kurgunun, ortaya sürdüğü hikayenin inandırıcılığını sağlayabilmesi, kültürel alanın ve iletişim kanallarının denetimini zorunlu kılmaktadır.   Yazımızın çerçevesini bu şekilde çizdikten sonra, maksadın hasıl olması için konuya girelim bakalım: 

                Politika ile kurgu arasında ilişki kurmak ister istemez politikayı dışarıdan bir konumla görmeye çalışmak demektir. Çünkü politik aktör, yaptığı eylemleri kurgu olarak sunamaz; iddiası gerçekliktir. Politika ile kurgu arasında ilişki kurma, eleştirel bilinç açısından verimlidir. Bu yaklaşımın getirisi bir halkın, ulusun hatta bütün insanlığın anlatısını, masalını gerçeklik karşısına koyarak eleştirebilmektir. Politik kurgu, uzun çağlar boyunca kendi kurgusunun meşruiyetini, insanlığın masalı içerisinde oynamıştır: Mevcut yaşamın “yalan dünya”da geçtiği, insanların bir “tiyatro sahnesi”nde rolünü oynamakta olduğu kurgusu. Böylece toplam yaşam bir kurguya dönüştüğünde, daha küçük kurguların kabullenilmesi daha kolay mümkün olabilmektedir. Bu kurguların ortak yanı, sömürü çarklarının ve eşitsizliklerin yüce bir inayetin belirlediği anlayışına dayanması, sınıf farklarını görünmezleştirmesidir. Göklerin inayetine dayalı iktidar kurgusu, birkaç yüzyıldır yeryüzüne inmiş durumdaysa da politik kurgunun söylem mantığı yaklaşık olarak aynıdır. Gökyüzü yönelimi, “milletin iradesi”, “ulusun ortak çıkarı” gibi benzer bir mantığa bürünmüştür.

politik kurgunun kapitalizmde asli yönelimi, (1) sınıf çatışmasının bertaraf edilerek egemenliğin muhkemleştirilmesi, (2) kapitalist kâr sisteminin tesviye edilmesi ve yeniden üretimini sağlayacak koşullarının inşasıdır.

                Devlet, kamusal alandaki ilişkileri ve var olma biçimlerini çeşitli mekanizmalarla şekillendirme gücünü elinde tutar. Bu mekanizmalar fiili güç uygulamaları olduğu kadar hukuki çerçeve olarak da işleyebilir. Bütün bu pratikler yanında ideolojik aygıtlar aracılığıyla kişilerin eylemleri üzerinde sembolik bir şiddetin uygulandığı da aşikar. İnsanların belli bir kimliğe hapsedilerek sınırlanmış bir var oluşa mahkum edilmesi sıradanlaşmış bir şiddettir. Bu tahakkümün kendince bir dili de oluşmuştur: “düzen”, “huzur”, “ortak çıkar”, “toplumsal fayda”, “kalkınma”… Türkiye’de bu steril dil, politik kurgunun vazgeçilmezlerine işaret etmektedir: mevcut düzenin korunması ve kapitalistleşmenin sürdürülmesi. AKP’nin geldiği son durumda ise topluma toptan hakim olma arzusu duyan Türkçü-İslamcı kurgunun seçkinleri, toplumun bütün düşünsel-entelektüel beslenme kanalların üzerinde mutlak belirleyici olmak istemekte, en azından bu kanalları denetlemek istemektedir. Bu “yeni” süreç, “eski”nin yıkılmasına veya aşındırılmasına yönelik sistematik bir süreç işletmekte, bunların yerine de kendince yeni kurumsal inşaya yönelmektedir. Bu süreç en açık şekilde de hukuk üzerinden gözlenebilmektedir.

                Toplumsalın denetimi ve arzu edildiği gibi şekillendirilmesinin temel gerekçesi de kriz sürecidir. Toplumsalın tümü üzerinde hegemonya kurma arzusu, kriz bahanesiyle bir temizlik operasyonuna dönüşmüş durumda. Siyasal ve iktisadi çıkarlara uygun bir ortamın ve kurumlaşmanın tesisi için iktisadi ve siyasi kriz tam da “Allah’ın lütfu” sayılmaktadır. Bu inşa sürecinde en işlevsel yöntemin hasım üretmekten geçtiğini iyi bilen iktidar, meseleyi “devletin bekası”na kadar getirebilmiştir. Akla ziyan gerekçeler, toplumsalın özgürlüklerine karşı sürekli bir engelleme veya saldırı biçimine dönüşmüştür. Buna karşılık, toplumsalın örgütsüz yapısı, askıya alınan özgürlüklerin canlandırılmasını sağlamaktan henüz uzaktır. Politik kurgunun kendi başına işlediğini ve sonuçlar ürettiğini söylemek zor elbette. Politik kurgunun, kendi niyetlerini gizleyerek bir yönetim gerçekleştirme çabası her dönemde söz konusu olmuştur ancak bu kurguya eşlik edecek  ve kurguları, pratikte geçerli kılacak şey güçtür: “Devletin direnme gücünü sağlayan itaatkar tutumların çoğalmasını kurguların üretimini öngörür. Öyle ki, politikanın iki temel bileşeni güç ve kurgudur veya bir başka deyişle iktidar ve hayal gücüdür.”[1]

                Şu halde politik kurgunun kapitalizmde asli yönelimi, (1) sınıf çatışmasının bertaraf edilerek egemenliğin muhkemleştirilmesi, (2) kapitalist kâr sisteminin tesviye edilmesi ve yeniden üretimini sağlayacak koşullarının inşasıdır. Sınıf çatışmasının kaçınılmaz olduğu bu sistemde, krizler de kaçınılmazdır. Bundan dolayı da egemen sınıf, dönem dönem tahkimat için at değiştirmekte sözde “yeni”lerle toplumsalın denetimini elden kaçırmamaya çalışmaktadır. Peki bu kurgular, yeterince itaat yaratabilir mi? Politikanın işleyişi ve düzenin alt üst olmayışına bakılırsa belli düzeyde bir itaatkarlık oluşturduğu aşikar. Ancak söz konusu politik kurgunun, her ne kadar toplumun üzerinde bir tahakküm amaçlasa da halkın fikrinden ve inancından tamamen kopuk olduğunu düşünmek yanlış olur. Politik kurgu çoğu zaman, halkın fikrini ve inancını kendine uygun bir şekilde işlemektedir. Kurgu, devlet gücünün belli düzeyde adalete tahvil edilmesini de sağlar. Bunu özellikle de hukuk aracılığıyla gerçekleştirir. Hukuk, temel olarak herkesi haklar konusunda eşitlemektedir. Kapitalizm doğrudan gasp rejimi olmaktan çok sözleşmeli bir dolaylı gasp rejimi olduğundan bir “gizleme” kurgusundan söz etmek mümkündür. Sömürü sürecinin dolayımlı gerçekleşmesinin, itaat ve rıza üretiminin maddi temeli olduğu söylenebilir.

                Şu halde hukuk, Bourdieu’nun diliyle söylersek, devletin sembolik sermayesidir. Devlet bireyler üzerindeki iktidarını hukuk aracılığıyla tahkim eder. Hukuk salt yaptırım gücü olmanın ötesindedir; en başta da “alışkanlık oluşturucu bir güç” olarak işlemektedir. Zihinsel alışkanlıklar insanların gündelik yaşamlarının genel geçer ilişkilerinde temel kılavuz olarak işlemekte, onlara basit düşünce ve eylem şemaları sunmaktadır. Pierre Bourdieu’nun habitus adını verdiği bu etki, “insanlar, mekanlar ve pratiklerle ilgili bütünleşik bir tercih dizisini dile getiren can verici ve birleştirici kökendir.”[2] Kurgudaki hikayenin karşılık bulması, ikna edici olması ancak günlük maddi ilişkilerde ve çıkarlarda yer bulmasıyla doğrudan ilgili olacaktır.

                Politik kurgunun hikayesi en rahat şekilde kültür alanında dile gelip etki yaratabilir. İktidar hegemonyasının kurulmasıyla kültür alanı doğrudan ilişkilidir. Burada sınıf çelişkilerinin perdelenmesine, çıkarların “gizlenmesine” de olanak verir; sembolik anlamlar çok daha kolay etki üretebilir. Geleneksel yapılar uyarlanarak “yeni”nin içinde eritilebilir veya araçsallaşabilir. Kültür alanında çelişkiler kolayca bertaraf edilerek bir “ortak çıkar”da buluşulabilir; bu, politik kurgunun iletilmek istenenlerde karşılık bulma zeminidir.

                Günümüzde kültür alanının en kitlesel olanı apaçık ki sinemadır. Sinema, diğer sanat dallarının malzemelerinin neredeyse hepsini kullanabilme kapasitesine sahip olduğu gibi kendine göre bir dil üretebilmiş bir sanat alanıdır. Kitlelerle buluşabilme ve geniş bir etki yaratma açısından da, insan algısını şekillendirme/etkileyebilme gücü olarak da önemli bir yere sahiptir. Sinemanın kitle ile ilgili bu yönü, daha kuruluş yıllarında fark edilmişti. 1917 Sovyet Devrimi sonrasında, sinema sanatının teorik ve pratik olarak en çok geliştiği yerin Sovyetler Birliği olmana şaşmamalı. Çünkü Sovyetler, halkın bilgilendirilmesi ve devrime sahip çıkması için sinemanın bir araç olarak kullanılabileceğini fark etmişlerdi. Keza Batı cenahında da başta Hollywood sineması olmak üzere, siyasal ve kültürel olarak meta toplumunu ihtiyaç duyduğu insan modeline yaptığı yatırımı sinema üzerinden izleyebilmek mümkündür.

                Politik kurgunun sinema ya da her tür sanatla ilişkisi elbette araçsal olacaktır. Ancak kendi özerk dilini geliştirmek ve nitelikli ürünler üretebilmesi bütün sanatlarda olduğu gibi sinema için de araçsal olmanın dışında kalmayı gerektirir. Sanattaki yaratıcılığın temel ilkesi, araçsal bakışın ötesine geçebilmektir. Bu sebeple bırakalım iktidarın araçsal talebine yanıt vermek, iktidar ile ilişkilerde mesafeli kalmak hatta iktidara karşı durmayı gerektirir. Sanat, ilk taşı her zaman mevcut egemenliğe atmak zorundadır; çünkü sanat, toplumsal olana dokunmak, gerilimleri ve çelişkileri fark ederek kendine dil kurabilir; sanat hiçbir gücün koruyucusu olamaz, onun işlevi yeni olanı bulmak ve özgürlüğü kurmaktır. Ancak iktidar, bu işleve gem vurmak, sanatın gücünü kendince kullanmak isteyecektir.

                Politik kurgu, kendi gerçekliğini şöyle dile getirdi: “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.”[3] Bir işaret bölgesi olarak kültürel iktidar, hegemonyanın önemine dikkat çeker. Kültürel iktidarı sağlamanın peşine düşen, “80 milyona ulaşmayı” hedefleyen AKP iktidarı, sinemanın önemini fark ederek kültürel yatırımını sinemaya yönlendirmeye başladı. Mevcut politik kurgunun yazarlarından Alev Alatlı şöyle yazmış: “Dünyanın iyiliği için Türkiye’ye ihtiyacın olduğuna inanıyorsak eğer, sözün beyaz perdede de şahlanmasının zamanı gelmiştir.”[4] Şaha kalkmak arzusunun somut karşılığı olarak örneğin İbni Haldun Üniversitesi’nde özel bir önemle sinema bölümü açıldı. Üniversitenin yayın organı Açık Medeniyet, sinemayı masaya yatıran bir sayı bile yaptı. Kargadan başka kuş tanımayan zafiyet, “Geleneksiz bir sinema mümkün mü?”[5] diye sorarak aslında sinemaya bakışını ve bakışın sınırını da göstermiş oluyor. Bir yandan, “Umudunu bize bağlamış yüz milyonlarca mazlumun sorumluluğunun üzerimize olduğunu unutmamalıyız.”[6] derken Türk sinemasında mazlumların yanında olmaktan geri durmayan Yılmaz Güney’in onlarca sayfada adı bile geçmiyor. Peki “mevcut birikimden yararlanmayı” dile getirirken bu sansür bize neyi göstermektedir? Apaçık ki, sınıfsal bakışın dışlandığını gösterir. Bütün hevesin, “ismini dünyaya duyurmak” olduğu bir zeminin iktisadi mantığının da “serbest piyasa sistemine uyumluluk” olan aklı, mazlumların yanında olmayı bırakın tam da onların üzerinde tahakkümü pekiştirmenin kültürünü üretmekten yana olduğunu göstermektedir. Bu durum iktidarın yazdığı “hikaye”nin kuru gürültüden öte bir sonuç doğurmayacağını, sinema sanatının gelişimine bir katkı sunamayacağını göstermektedir. Zaten Filinta, Payitaht Abdülhamit, Diriliş Ertuğrul gibi sanatsal nitelik taşımayan, siyasetin güncel ihtiyaçlarına yönelik üretilmiş, propagandist yapıtların başarılı örnekler olarak savunulması, yaklaşımın sınırını da göstermekte.

                Geçtiğimiz aylarda Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun adıyla yayımlanan Kanun kamuoyunda bir hayli tartışılarak “sansür yasası” olarak nitelendirildi. “Yeni Sinema Yasası” adıyla da anılan bu kanun aslında 2004’te çıkarılan yasının maddelerinde değişikliğe gidilmekten öte bir şey değil. Daha çok güncel ve acil bir meseleyi ötelemek üzere yürürlüğe sokulmuş gibi. Kanunun getirisi götürüsü basında tartışıldığı için ben içeriği ile ilgili bir yoruma girmeyeceğim. Ancak sinema, üretimi pahalı bir sanat olduğundan devletten destek almadan bu alanda ortaya yapıt çıkarmak kolay değil. Kültür ve Turizm Bakanlığı, kısa filmlerden senaryoya kadar sinemaya ciddi kaynaklar da aktarmakta.

iletişim teknolojilerinin bu düzeyde gelişkin olduğu bir dünyada sansürcülüğün çok işlevsel olmadığı da bir gerçektir.

                Yeni yasada “bir komisyon tarafından değerlendirme ve uygun bulunmayanların gösterime ve dolaşıma sokulmayacağı” maddesi, haklı olarak “sansür yasası” denmesine de sebep oldu. Başka bazı maddelerine bakıldığında da sorunlu bir yasa olduğunu göstermekte. Yukarıdaki ifadeler gibi sınırlayıcı ve denetimci bakışı yasalaştırması sansürcü bir olduğunu gösteriyor ancak yasanın çıkarılma amacının sansür olmadığı da söylenebilir. Sansür meselesi yeni bir sorun değildir elbette. Aba altında sopa her daim hazır tutulmuştur. Özellikle de sinema, başından beri sansürcülükle sürekli kıstırılmaya çalışılmıştır. Vaktiyle Metin Erksan’ın Susuz Yaz’ının “Anadolu’nun filmde görüldüğü gibi kıraç bir yer olamayacağı” gerekçesiyle sansürlendiği kayıtlıdır. Toplumsal gerçekliği yansıtan her tür kurgu, öylesine bir şiddetle karşı karşıya kalmıştır ki sansür, zamanla otosansüre kadar varmıştır. Arzulanan tam da sanatçıyı, bu şekilde uyumlulaştırmadır. Toplumsal sorunların şiddetlenerek artacağı elbette öngörülmüş olabilir. Siyasal ve ekonomik kriz, çatışmaların şiddetleneceğinin ipuçlarını gösteriyor. Buna paralel olarak sanat ürünlerinde bu gerçekliklerin öne çıkarılmasının önüne geçmek de istenmektedir. Ancak iletişim teknolojilerinin bu düzeyde gelişkin olduğu bir dünyada sansürcülüğün çok işlevsel olmadığı da bir gerçektir. Öte yandan nitelikli bir sinema üretimi için nitelikli sinema izleyicisi gerektiği fark edildiğinden, geçmişinde dünya sinemasının nitelikli ürünlerine yer veren TRT 2 kanalı uzun yıllar sonra yeniden açılmak durumda kalınmıştır.  

Arif ARSLAN

Nisan 2019


[1] Zarka, Y.C. (2012). İktidarın Simgeleri: Machievelli’den Foucault’ya Politik Felsefe Çalışmaları, Çeviren: Selen Şahin, Ankara: Sitare Yayınları, s. 109.

[2] Bourdieu, P. (2006). Pratik Nedenler, Çeviren: Hülya Tufan, İstanbul: Kesit Yayıncılık, s. 21.

[3] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogan-sosyal-ve-kulturel-iktidarimiz-konusunda-sikintilarimiz-var-40472482

[4] Açık Medeniyet, “Geleneksiz Bir Sinema Mümkün mü?”, Yıl 2, Sayı 9, Aralık 2018.s. 10.

[5] Açık Medeniyet, Sayı 9, s. 1.

[6] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogan-sosyal-ve-kulturel-iktidarimiz-konusunda-sikintilarimiz-var-40472482 nun vazgeçilm