“Sınıf siyaseti” ve “zor” arasındaki ilişkiyi, birbirine değmeyen iki ayrı mücadele biçimi olarak okumak yanlıştır. Türkiye sol hareketinde, bütünüyle olmasa bile, böylesine bir algı vardır. “Siyasi mücadele” ve “silahlı mücadele” kavramları bu ayrıştırmanın görünümleri olarak, yanlış biçimde birbirinin yerine ikame edilerek tarifleniyor. Özellikle “sınıf siyaseti” çizgisi yürüttüğünü iddia eden gruplar, zor’u, sınıf mücadelesinin bir unsuru olarak kullanmayı sınıf siyasetinden “kopma” olarak değerlendiriyor. Onlar için, Lenin’in de çok etkilendiği Prusyalı general Clausewitz’in, “savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir” sözünün siyasal mücadelede bir karşılığı yok. Özellikle “sağcı” ve reformist bir çizgiye sahip gruplar, sınıf mücadelesinde zor’u, siyasal mücadelenin temel bir unsuru olarak kullanmayı, “(işçi) sınıfı siyaseti” yürüttükleri gerekçesi ile reddetmektedir.
“sınıf siyaseti” çizgisi yürüttüğünü iddia eden gruplar, zor’u, sınıf mücadelesinin bir unsuru olarak kullanmayı sınıf siyasetinden “kopma” olarak değerlendiriyor
Türkiye solu’unda bu tartışmaların tarihi eskidir. 1960’ların sonları ve 70’li yıllarda bu tartışmalar çokça yapıldı. Zor’un, siyasi mücadelenin bir bileşeni haline getirilmesi 71 devrimciliği ile başladı. Bu tartışmaların ardından ortaya çıkan 71 devrimciliği, sol harekette yeni ve devrimci bir yol açtı. Fakat 12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından yaşanan ağır yenilgi bu tartışmayı yeniden gündemleştirdi. Bu dönemde zor üzerine açıktan bir tartışma yapılmadı. Ancak sol grupların ezici bir çoğunluğu yenilginin esas nedenini işçi sınıfı, dolayısıyla “sınıf siyaseti”nden kopmayla gerekçelendirdi. Alttan alta işleyen, “Türkiye’de bu sistem ve devlet yıkılmaz” fikriyatıyla iradesi önemli ölçüde kırılan sol hareket, “sınıfa dönmek” yaklaşımı ile sağcı, sistem içi ve reformcu bir yönelime girdi. “Sınıfçılık”, sistem içi siyaset yapmanın gerekçesi haline getirildi.
“Sınıf siyaseti” ile “işçi sınıfını başa alarak çalışmak” veya “işçi faaliyeti” aynılaştırılamaz. Sınıf siyaseti ile işçi sınıfı içinde çalışmak/işçi sınıfını esas almak siyaseten bazen örtüşebilir, bazen de örtüşmeyebilir. İşçi sınıfının temel üretici sınıf olmadığı kapitalizm öncesi dönemlerde bile egemen sınıflara karşı ezilenlerden yana sınıf perspektifli mücadelelerin yürütüldüğü biliniyor. Sınıf mücadeleleri ve sınıf perspektifli bakış kabaca da olsa Marks’tan önce var ve Marks, sınıf mücadelesi kavramını kendisinin hazır bulduğunu söyler. Üstelik geçmişte yürütülen halk hareketlerinin bir kısmı kendiliğinden bir bilinçle değil basbayağı bir sınıf bilinci ile yürütülmüştür.
Halkçı, milliyetçi, vahiyci ve kimlik siyaseti yapan siyasal perspektifle ayrışmak esastır.
Sınıf siyaseti, “sınıfa karşı sınıf” perspektifidir; egemenlere karşı işçi sınıfı başta olmak üzere ezilenlerin yürüttükleri mücadele hattının çizgisidir ve Marksizm’in temel amentüsüdür. Sınıf siyasetini ve sınıf bakışlı perspektifi, özellikle “kimlik siyaseti” eksenli bir hat öneren postmodern çizgiye karşı ve sınıf mücadelelerinin üzerini örtecek şekilde etnik-dini-mezhepsel farklılıkların bir boğazlaşmaya dönüştüğü Ortadoğu coğrafyasında egemen kılmayı bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekir. Halkçı, milliyetçi, vahiyci ve kimlik siyaseti yapan siyasal perspektifle ayrışmak esastır. Şayet bu becerilemezse mücadele hattında dalgalanma, zihinsel bulanıklık, yönsüz kalmak ve bir emperyal güce eklemlenmek türünden sonuçlar ortaya çıkar. Öte yandan sınıf siyaseti her an’da (zamanda) ve her yerde sadece işçi sınıfı içinde çalışmaya indirgenemez. Bunu içerir ama buna indirgenemez. Eğer böyle olursa mesela ezilen bir mezhep olarak Aleviler’in demokratik hakları için yapılacak bir mücadele anlamsızlaşır. Burada esas olan Aleviler içinde yürütülecek mücadelenin sınıf perspektifinden kopmaksızın yürütülmesidir.
Türkiye’de egemen üretim biçimi tekelci kapitalizmdir ve temel üretici sınıf da işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı demokratik/sosyalist devrimi yapacak ideolojik/politik güce sahiptir. Bundan dolayı işçi sınıfı içinde çalışma yapmak, sınıf hareketini örgütlemek elzemdir. Üretimi ve metaların dolaşımını durdurmaksızın sistem yıkılamaz. 2013’deki Gezi Direnişi’nde de görüldü ki üretimi durduramayan bir halk hareketinin yeni bir düzen kurma imkânları oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla Türkiye üzerinden konuşursak, sınıf siyaseti çizgisi ile işçi sınıfı içinde faaliyet yürütmek örtüşmektedir. Sınıf siyasetini/perspektifini sadece işçi sınıfı içindeki çalışmaya indirgemeksizin, onu da içerip aşacak şekilde, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen tüm sınıf ve katmanlar içinde çalışma yapmak esastır.
Sınıf siyaseti böylesine katmanlı bir yapıya sahiptir. Bu haliyle sınıf siyasetinin “zor” ile ilişkisi daha kolay anlaşılabilir. Sınıf siyasetinin zor’u içerip içermeyeceği veya hangi düzeyde zor’u kullanacağı dünya, bölge ve Türkiye’deki koşullara bağlıdır. 2008 kriziyle kapitalizmin Dünya çapında bunalıma girdiği, “Geniş Ortadoğu”da haritaları değiştiren kanlı bir emperyal bölüşümün yaşandığı, Kürt halkının neredeyse bütün “parçalar”da bir direniş ve mücadele yürüttüğü bir dönem ve bölgede yaşıyoruz. Kendi coğrafyamız ise neredeyse bölünmüş durumda. Kürt coğrafyasının önemli bir kısmında büyük direnişler yaşanırken, “Batı”da ise faşizan baskıların giderek tırmandığı, fiilen rejim değişikliğinin dayatıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Ne “Batı”da ne de “Doğu”da hiç kimse Kürtlerle barışık, demokrasinin sınırlarının genişleyeceği, ekonomik refahın artacağı, işsizliğin ortadan kalkacağı, kendini her anlamda güvende hissedeceği, AB’ye üyeliğin gerçekleşeceği bir gelecek tahayyülü kurmuyor. Tam tersine Ortadoğu’da devam eden savaşların Türkiye’yi de kapsayarak genişleyeceğini, Kürt meselesindeki “çözümsüzlüğün” çatışmayı tırmandıracağını, ekonomik krizin ve sınıfsal çatışmaların derinleşeceğinin farkında. Ekonomik ve siyasal kriz, baskıcı karakterini derinleştirecek biçimde devletin kendini yeniden örgütlemesini de hızlandırdı. Sermayenin, siyasetin, emniyet-mit-ordunun, yargının, medyanın, üniversitelerin kendi içlerinde bu denli parçalandığı ve birbirleriyle ölümüne çatıştığı bir sistemde egemenlerin halk hareketine karşı ne denli acımasızca davranacağı açık. Dolayısıyla böylesine bir coğrafyada siyasal mücadelenin sadece “sivil” yöntemler ve “barışçı” bir şekilde sürdürülebileceğini söylemek mümkün değil.
“Siyasi mücadele, bütün mücadele biçimlerinin can damarıdır” der Mao. İster “barışçıl” isterse “silahlı” aygıtlar kullanılsın, her iki biçimde de yürütülmekte olan, siyasal mücadelenin görünümleridir. Clausewitz bunu, “savaşın kendine özgü bir yapısı olsa bile mantığı, siyasetin mantığından farklı olamaz” diye ifade eder. Zor aygıtının, siyasal mücadelenin bir parçası olarak kullanılması ise sınıf siyasetinin veya işçi sınıfı çalışmasının tali plana atılması, sınıfın üretimden gelen gücünün değersizleştirilmesi, kitle çalışmalarının önemsizleşmesi anlamına gelmez. Hem kitlelerin özgücüne dayanan “genelleşmiş” şiddet (kitle şiddeti) hem de daha spesifik alanlara dönük yapılacak “özelleşmiş” şiddet, sınıf siyasetinin ve işçi-emekçi çalışmasının önünü açacak mücadele biçimidir.
“Bağımsızlık” ve antiemperyalizm söylemiyle sosyal şoven çizgisini gizlemekte ama Kürtlerle ilişkilenmeye gelince, Kürt karşıtlığıyla kendini ele vermektedir.
Bugün Türkiye solu’unda, 1960’ların sonunda çokça tartışılan hâkim üretim biçiminin ne olduğu ve işçi sınıfının devrime öncülük edebilecek güce sahip olup olmadığı tartışılmıyor. Artık neredeyse bütün gruplar temel üretim biçimi olarak kapitalizmi ve işçi sınıfının ideolojik-politik-fiili öncülüğünü kabul ediyor. Fakat farklılıklar bu ön kabulün ardından başlamakta. Bu farklılıklar kabaca şöyle sıralanabilir: Bir; “sınıf siyaseti”ni sadece “işçi çalışması”na indirgeyen anlayış. “İşçici”, ekonomist, sendikalist eğilime mensup bu çizgi, “reformist” mücadele yöntemleri dışındaki, kitlelerin şiddeti dâhil, bütün mücadele biçimlerini reddetmektedir. Bunun dışında tarihsel olarak çözümlenememiş sorunlar (Alevilik…), yani “tarihsel dinamikler” etrafında örgütlenmeyi ve güncel olarak ortaya çıkan “yeni toplumsal hareketleri” sınıf hareketini bölen hareketler olarak görmekte ve dolayısıyla bu sorunlara karşı ilgisiz davranmaktadır. Kültürel-tarihsel geçmişinden soyutlanmış soyut bir “kapitalist sistem” karşıtlığı içindedir. Kapitalizmin var olma biçimini belirleyen “devlet”le karşı karşıya gelmekten özenle kaçınmaktadır. Kapitalizme karşı radikal bir söyleme sahipken, devlet karşısında olabildiğince reformist-uzlaşmacıdır. Bu çizgi aynı zamanda kitlelerin kültürel-tarihsel birikimlerine ilgisiz, yoksul yığınlar için bir yaşam ve düşünüş biçimi olan İslami kültürle kavgalıdır. İki; sınıf siyaseti ve işçi sınıfının rolünü sözde reddetmeyen diğer eğilim ise antikapitalist olmayan soyut bir antiemperyalizm (ABD) karşıtlığını siyasetin merkezi olarak belirlemiştir. “Bağımsızlık” ve antiemperyalizm söylemiyle sosyal şoven çizgisini gizlemekte ama Kürtlerle ilişkilenmeye gelince, Kürt karşıtlığıyla kendini ele vermektedir. Bunun dışında siyasetin merkezini asıl olarak “kimlik siyaseti” (esas olarak da Alevilik) belirlemektedir. Soyut bir ezilenler kategorisi üzerinden politika yapmakta ve “vatan-millet-bağımsızlık” söylemiyle halkçı popülist bir çizgi izlemektedir.
Alevilik eksenli siyaseti Alevi kurumları yapabilir ama sınıf siyaseti yürütenler mücadeleyi salt bu eksende yürütemez.
Bu iki eğilimin dışında bir yol açmalıyız. Postmodernizmin, sınıf siyaseti yerine “kimlik siyaseti”ni ikame ettiği günümüzde ve “at izinin it izine karıştığı” Ortadoğu karmaşasında, sınıf siyasetini ve perspektifini bir an olsun yitirmemek gerekir. Ancak sınıf siyasetini sadece işçi çalışmasına ve (Türkiye’deki kapitalizme değil de) soyut bir kapitalizm karşıtlığına indirgeyen zihniyete karşı durmak şart. Karşı çıktığımız kapitalizm ve devlet herhangi bir kapitalizm ve devlet değil, somut anlamda Türkiye kapitalizmi ve devletidir. Üstelik bütün çelişkiler ve çatışma noktaları, şimdide/an’da olan ve yüzyıllık kapitalizmle başlayan sorunlar değildir. Kapitalist sistemin ortaya çıkardığı her türden sömürüye ve egemenliğe karşı mücadele hattı örerken aynı zamanda tarihten bugüne çözülmeden biriktirilerek gelen tüm sorunlar doğrultusunda (Kürt meselesi, ezilen bir mezhep olarak Aleviliğin demokratik talepleri, Müslüman olmayan halkların hakları, ezilen cins olarak kadınların sorunlarının gelecek topluma ertelenemeyecek talepleri, ekolojik sorunlar vs), “tarihsel dinamikler”i de gözeten bir yerden politika üretilmesi zorunludur. Mesela ezilen bir mezhep olarak Aleviler’in sorunları/talepleri göz ardı edilemez. Fakat bu politikanın nasıl yürütüleceği kritik önemdedir. Alevilik eksenli siyaseti Alevi kurumları yapabilir ama sınıf siyaseti yürütenler mücadeleyi salt bu eksende yürütemez. Aleviliğin bütün sorunları bizim siyasal faaliyetimizin bir sorunudur. Üstelik Alevilerin kendi sorunları etrafında örgütlenmesi teşvik de edilebilir. Fakat Aleviler’in mücadelesini sistem karşıtı mücadele ile ilişkilendirmek hayati önemdedir.
“Kimlik ve kültürel” eksenli sorunlara karşı yürütülecek mücadele, an’daki kapitalizm karşıtlığıyla ilişkilendirilmeksizin yürütülemez. Şayet bu ilişki kopartılırsa yürütülen mücadele sistem içi kalmaya mahkûm olur. Kimlik siyasetinin sorunsallarını içeren sınıf siyaseti ve kapitalizm karşıtı bir mücadele hattını, aynı zamanda “devlet” karşıtı bir çizgiye de oturtmak gerekir. Devlete karşı mücadele etmeyen sadece sistem karşıtlığıyla kendini sınırlandıran bir mücadele çoğu zaman reformistleşir. Öte yandan kapitalist sisteme karşı konumlanmaksızın sadece devlet karşıtı bir mücadele, iyi ihtimalle sistemi rehabilite eder, kitlelerin enerjisini boşa harcar; kötü ihtimalle kör döğüş yapan bir çizgiye dönüşür. Zor’un bir mücadele biçimi olarak kullanılması, tam da bu noktada kritik önemdedir. (Bugünkü Ortadoğu ve bugünkü Türkiye’de) devlet karşıtı bir mücadele, zor (ister genelleşmiş, isterse özelleşmiş haliyle) kullanılmaksızın yürütülemez. Ve, merkezinde işçi sınıfının olduğu sınıf siyaseti ancak bu şekilde devrimcileşir. Zor ve sınıf siyaseti (işçi sınıfı içindeki siyasal çalışma), bugünkü Türkiye gerçekliğinde birbirinden kopartılarak, birbirinin yerine ikame edilerek yürütülemez. Zor’u kullanmayan bir sınıf siyaseti düzen içi hale gelir; sınıf siyasetinden kopuk bir zor ise sistemi güçlendirir. Devlet ve kapitalizm karşıtlığı (özdeş ve ayrıksı yanlarıyla) ancak işçi sınıfını merkeze alan derinlikli ve tarihsel bir “sınıf siyaseti” ve “zor”u bir mücadele biçimi olarak kullanan siyaset ile mümkün olabilir.
Zor’un bir mücadele biçimi olarak kullanılması, tam da bu noktada kritik önemdedir. (Bugünkü Ortadoğu ve bugünkü Türkiye’de) sistem ve devlet karşıtı bir mücadele, zor (ister genelleşmiş, isterse özelleşmiş haliyle) kullanılmaksızın yürütülemez. Ve, merkezinde işçi sınıfının olduğu sınıf siyaseti ancak bu şekilde devrimcileşir. Zor ve sınıf siyaseti (işçi sınıfı içindeki siyasal çalışma), bugünkü Türkiye gerçekliğinde birbirinden kopartılarak, birbirinin yerine ikame edilerek yürütülemez. Zor’u kullanmayan bir sınıf siyaseti düzen içi hale gelir; sınıf siyasetinden kopuk bir “zor” ise sistemi güçlendirir. (Özdeş ve ayrıksı yanlarıyla) devlet ve kapitalizm karşıtı devrimci bir yönelim, ancak işçi sınıfının temel alındığı, tarihsel dinamikleri gözeten derinlikli bir “sınıf siyaseti” ve “zor”u bir mücadele biçimi olarak kullanan “siyasal çizgi” ile mümkün olabilir.