Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde diyalektiği görünen ya da fenomen ile ilişkili olarak ele alır ve aklı insanı çelişkiye dolayısıyla yanılgıya götüren mantık olarak değerlendirir.
Hegel ve Marx’ın bilgi anlayışları üzerinde bir gezintiye çıkarken yine onların düşünme metotlarından yaralanmak uygun bir yol olarak görülüyor. Bu yüzden de önceki ve sonraki birçok düşünür ve filozofla karşılaştırmalar yapmak ve bunların bazılarına atıflarda bulunmak zorunludur. Keza metinde akılcı, duygucu, kuşkucu ve deneyci türünden anlayışlar da ister istemez temas edilen kavram ve konular olacaktır. Hegel ve Marx’ın da bu konu ve kavramlar seti çerçevesinde bilme sorununu temellendirdikleri iddiası yabana atılamaz. Yine de yazının amacını, Hegel’den hareket etmek ve Marx’ın özgünlüğünü dile getirerek bir çerçeve çizmek şeklinde özetlemek olasıdır. Diyalektikçi bir felsefeden hareket edildiğine göre epistemolojinin, yalnızca bilmeden ibaret olmadığı, dolayısıyla etik, estetik ve politik olanla da ilişkisinin kurulacağını da baştan hatırlatmak gerekir.
Hegel’in akla vurgusunun en temelinde/arkasında Antik felsefe var: Sokrates, Platon, Aristoteles. Bunlara göre ancak ‘akla uygun olan, fenomenlerin özüdür.’ Platon daha da ileri gider, aklı merkeze almayanları küçümser; Homeros ve Aristophanes’in adını da vererek sanatçıları adeta aşağılar, dışlar. Onun optiğinde sanatçılar, dinsellik ve mitoslar uyduruyor; duyguyla, imgeyle düşünüyor diye eleştirilmeleri gerekir. Hatta Yunan demokrasisi, akla değil sanata eğilim gösterdiğinden dolayı Sokrates’in katili olarak görülüyor. Hegel de buna paralellik gösterircesine çözümü felsefede görüyor. Sanat gibi felsefenin altında görülen dinsel bilinç için Copleston şu ayrıntıyı vermektedir: “Dinsel bilinç düzeyinde gerçeklik anlatımını betisel ya da resimsel düşünce biçiminde bulurken, ‘saltık bilgi’nin en yüksek düzeyinde ise aynı gerçeklik felsefi biçim altında düşünsel olarak kavranmaktadır.”
Platon ideal olanı ayırıyor, bireysel ve tikel olanı izole ediyor, gölgeye indirgiyor. Hatta idealar arasında da ilişki kurmuyor, onları da birbirinden ayrıştırıyor. Ona göre idealar arasında da içsel, zorunlu bağlantılar yoktur.
Hegel’in, elbette Platon’dan etkilendiğini düşünebiliriz. Üstelik Platon da bir şairdir, metinlerinde de metaforlar, simgesel anlatımlar kullanıyor. Hegel de mutlak bilgiye sanatla, dinle değil ancak akıl ile ulaşılabileceğine inanıyor. Bu anlayış da Hegel’i rasyonalist ve idealist bir çizgisinin temsilcisi olmaya götürüyor. Nasıl ki Yeniçağ’da idealizmin babası Hegel sayılıyorsa Antikçağ’daki idealizmin babası da Platon’dur. Platon bir ölçüde Descartes’ı ve hatta Hegel’i önceler. Duyulur dünya (tikel, göreli, bireysel, sonlu dünya) ve düşünülür dünya (idealar evreni, sonsuz, evrensel) ayrımı yapmıştır. Descartes düşünen (Cogitans) ve yer kaplayan (extantia) ayrımı yapıyor, Hegel “ussal olan gerçek olandır” diyor ama Hegel bunları birbirinden çıkarttığı için Platon ve Descartes’ın analitiğinden ayrılmaktadır. Platon kendi diyalektiğini sofistlerin yapay ve öznel diyalektiğinin karşısına koymuştur.
Hegel için sorun Aristoteles gibi diğer büyük filozoflarda da olduğu üzere, varlığı bir bütün olarak ele almaktır. Ama filozofların akıl yürütmeleri birbirinden farklıdır. Kant, felsefesini kurarken baştan önsel (a priori) birçok kavram ve kategorinin olduğunu söyleyerek başlamıştı. Hegel buna karşı öncelikle bu kavramların nasıl ortaya çıktığını açıklayan bilincin kendisine yöneliyor.
Hegel diyalektiği, gerçekliği bütün çelişkileri ile birlikte kavrama diyalektiğidir. Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde diyalektiği görünen ya da fenomen ile ilişkili olarak ele alır ve aklı insanı çelişkiye dolayısıyla yanılgıya götüren mantık olarak değerlendirir. Halbuki, Hegel için çelişki olumlu bir durumdur. Kant’a karşı çelişki şöyle savunuluyor: “Eğer bir şeyde bir çelişki gösterilebilirse, bu kendi için deyim yerindeyse o şeydeki bir bozukluk, eksiklik ya da kusur değildir.”
Hegel, Spinoza ile Kant’ı Birleştiriyor
Hegel, Descartes’in düşünümsel felsefesine de Kant’ın eleştirel felsefesine de açıklamalar getirdi. Düşünümsel felsefe özne-nesne karşıtlığı yaratarak aslında ikisi arasındaki bütünlüğü yadsımıştır. Hegel’in felsefesi işte bu yadsımayı yadsıyor. Özne ve nesnedeki tek tek durumlarda bir mekanik, cansız pozisyon söz konusudur. Oysa Hyppolite’ın dediği gibi: “Tarihte ifade bulan öznel tin ile nesnel tin sonludur, oysa mutlak tin, Mutlak’ın ta kendisidir; onun hakiki ifadesi ise felsefedir ve felsefede kendini gösteren kurgusal yaşam olarak Logos’tur.” Logos denilirken mantık kastediliyor.
Hegel açısından, sıradan bilinçlere varlık ile düşüce ayrıymış gibi görünür, neden? Aslında bunlar özdeştir. Hegel ve diğer Alman idealistleri sorunun yanıtını ararken Spinoza’yı gördüler. Her şey bir tözün içinde, dışsal bir durum ve varlık, yoktur. Tözün kendisi katmanlı bir özelliğe sahiptir. Her şey onun içinde cereyan ediyor. Demek ki Hegel, Kant ile Spinoza’yı birleştirmeye çalışıyor. Spinoza’daki özne eksikliğini Kant’la tamamlıyor.
Alman idealistlerine göre Spinoza’da öznel irade yoktur. Hegel hem Spinoza’ya hem Schelling’e “inek” metaforuyla bir yanıt veriyor: “Bu bir parça bilgiyi, yani saltıkta her şeyin aynı olduğunu, ayrımlaşmış ve tümellenmiş ya da bu tümellenmişi arayan ve istenen bilginin karşısına koymak, ya da kendi saltığını, söylenegeldiği gibi, içinde tüm ineklerin kara olduğu gece diye yutturmak- bu bilgideki boşluktan gelen saflıktır.” İnekleri tözün içindeki öznellikler olarak düşünmek ayrıca öznellikleri, iradeler ve özgürlük olarak ele almak yanlış olmaz.
Fenomenoloji’nin ilk bölümündeki vurgu çok önemlidir. Bilgi ancak alınıp verilebiliyorsa tartışılıp başkalarına iletilebiliyorsa, ayrıca eleştirilebiliyorsa bilgidir. Bu bakış oldukça özgün ve dinamiktir.
Hegel açısından “Düşüncenin doğası diyalektik”tir. Hegel’e bakılırsa düşünme doğası gereği diyalektik ise bu durum mantığın da varoluşumuza içkin olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla ne kadar kavram ve kategori varsa tüm bunlar paradoksal yapıdadır; iyi kötü, doğru yanlış, ben sen, zengin yoksul, ölüm yaşam… Hegel tüm bunlarla bir birlik ve bütünlük kurmak istiyor. Biz yine de asıl bütünlüğün Marx ve Marksizmle birlikte kurulduğu kanaatindeyiz. Çünkü Hegel’in pek çok maddi unsuru, geist içinde buharlaştırdığını iddia ediyoruz.
Birliğin ve çokluğun karşıtlığını fark eden önceki düşünürler Hegel’in tersine bundan adeta korkmuşlardı. Bu nasıl olur, bir yandan bir kısmı bir’den hareket ediyor, çoğu açıklamaya çalışıyor; bir kısmı da çoktan hareket edip bir’i, bitimliyi açıklamaya çalışıyor? Bazen de açıklayamıyor. Sorunu bir ile çok’un özdeşliğini kanıtlayarak Hegel çözdü. Hegel Mantık’ta bunu gösteriyor.
Mantık’ta, birlik ve çokluk düşüncesinin hem özdeş hem de ayrı/karşıt olduğu gösteriliyor. Nihayetinde, yukarıda da vurgulandığı gibi ‘Hegel’deki yenilik daha önceki sistemlerde örtük olarak ima edilenin belirtik bir mantık ilke olarak formüllendirmesidir.’ Hegel zamanına kadar mantık olumlu ve olumsuzu ayırıyor, birini diğerinin dışında bırakıyordu. Aristoteles’te “kapı ya açık ya kapalı”ydı. Spinoza bitimlinin ve bitimsizin birbirini dışarıda bıraktığına inanıyordu. Sonuçta Spinoza bitimsizden bitimlinin nasıl çıktığını açıklığa kavuşturamamıştı.
Bilgi, Felsefe Ve Sınıf İlişkisi
Hegel, öznel idealizme ve nesnel idealizme karşı bir felsefi idealizm kurdu, adına mutlak idealizm denir. Öznelcilik gibi bilgiyi/varlığı insan bilincine indirgemiyor, nesnelcilik gibi evrensel bir akıldan ideadan da yola çıkmıyor. Hegel için tek tek öznelerin bilinçleri ve bunların tek tek doğruları arasındaki farklar ortadan kalkıyor, özellikle özbilinç aşamasında özneler birbirleri ile karşılaşıyor, çatışıyor ikna ediyor/oluyor, eleştiriyor ve sonuçta uzlaşıyor.
Bilinçler uzlaşınca her bilinç bir bakıma diğer bilinç ile aynı oluyor ve toplum, ortak doğrularda birleşiyor. Buysa öznelcilikte ve nesnelcilikte yani Ficthe ve Schelling’te bilinçlerin özbilinç süreçleri söz konusu olmadığı için özgün bir tez halini alıyor. Hegel’in bu bilgi anlayışı onun toplum felsefesine de yansır. Fenomenoloji’nin ilk bölümündeki vurgu çok önemlidir. Bilgi ancak alınıp verilebiliyorsa tartışılıp başkalarına iletilebiliyorsa, ayrıca eleştirilebiliyorsa bilgidir. Bu bakış oldukça özgün ve dinamiktir.
Toplum-bilgi-sınıf birlikteliği yeni değil. Sofistler, Antikçağ’da egemen sınıfların düşüncesinden kuşkulandılar. Platon ise tam tersi bir yol izledi. Descartes teolojik fikirlerden kuşkulanan bir filozoftur. Kant ise dengede görünüyor. Hegel, sistemin düşüncesini meşrulaştırdı, bu meşruiyetten kuşkulanan filozof ise proletarya adına Marx oldu. Hegel, Antikçağ’daki Platon’un rolünü üstlendi. Hegel’e göre burjuva çağında her düşünme gerçekliğe her gerçeklik de akla uygundur. Burjuvazinin fikirleri, gerçekliği tam olarak yansıtıyordu Hegel için: Kuşkulanacak bir sebep ve durum yoktur. Marx ise buna itiraz ederek fikirlerin ters durduğunu, gerçekliğe uymadığını dile getirdi. Çünkü ona göre kurulu düzen, kapitalizm olması gerekenin tam tersi bir gerçeklik halindeydi.
Hegel, Platon da dahil olmak üzere Bacon, Descartes ve benzeri analitik düşünürlerin dağıttığı düşünce sistemini toparlıyor. Gerçi Hegel’e göre de analitik düşünme tarzı gerekli bir düşünme yoludur, hatta zorunludur.
Platon, Descartes ve Hegel’i bir kez daha düşünelim. Platon sofistlere karşı düzenin çıkarlarına uygun bir felsefenin temellerini attı. Sokrates de dahil olmak üzere sofistleri -anarşizmi andıran- eğilimine ve dağınıklığına son vererek aristokrasinin çıkarına uygun yani (mutlak doğruları) savundu. Ortaçağ’da din (anarşizmin ve kilisenin çıkarına uygun hale geldi) Descartes şüphelendiğinde işte bu kilise felsefesinden, teolojiden şüphe ediyordu. Bu şüphe burjuvazinin çıkarınaydı. Hegel ise burjuvazinin çıkarına uygun olan düşünceleri tam olarak yerleştirmeye çalıştı. Öncekilere oranla burjuvazinin çıkarını savunmakta daha “akılcı”, “derin” ve “kuşatıcı”ydı.
Hegel’in mantığını veya önceki ve sonraki büyük filozofların önerdiği felsefeyi tüm toplum katmanlarının benimseyerek uzlaşması mümkün değil. İdealizm ile materyalizm çatışması da bunu gösteriyor, daha pek çok çatışma yanında. Felsefe, yapısı gereği bütün insanları ortak bir doğruya ikna edemez. Çünkü kaynağında sınıfsallık vardır. Sınıfsallık; politika ve felsefeye teori olarak yansır/yansıyor. Yani karşıt görüşler farklı sınıfların görüşü oluyor ve felsefeye dönüşüyor. Neticede sınıflar var oldukça felsefede uzlaşılmış doğrular aramak, evrenselliğe ulaşarak mümkün olmaz. Bu bağlamda yanıtlanması gereken biri soru: Komünal toplumun bilgi anlayışı nasıl olurdu?
Sofistler olsun Sokrates olsun, bunlar toplum içinde oldukları için örnek filozoflardır. Gerçi Platon da siyasal faaliyetlere katıldığı için örnektir ama aynı Platon sokaktaki Sokrates’i yani felsefeyi Akademi’ye taşıyarak onu elit bir kesimin onayına ve insafına bırakmıştır. Bu anlayış, “akademik felsefe”nin doğmasına ve Yeniçağ başlarında analitik yani burjuva felsefesi ile o da Bacon ve Descartes ile -Spinoza hariç- yeniden Akademi yani üniversite duvarları arasına sokularak burjuvazinin insafına bırakılmıştır. Hegel de tüm toplumsalcı yaklaşımına rağmen bir modern filozof olarak akademik çizgiden ilerledi. Modern dönem felsefeyi, akademiye taşıyarak Sokrates’in çizgisinden uzaklaştırdı ve felsefe halk kitlelerinden izole edildi.
Hegel, Platon da dahil olmak üzere Bacon, Descartes ve benzeri analitik düşünürlerin dağıttığı düşünce sistemini toparlıyor. Gerçi Hegel’e göre de analitik düşünme tarzı gerekli bir düşünme yoludur, hatta zorunludur. Fakat yeterli değildir. Analitik/analiz, düşünceyi yani madde ile ideayı (cogito) birbirinden ayırdığı gibi düşünceyi de Kant’ta olduğu üzere parçaladı. Bu parçalanma modern çağın deneyci endüstriyel üretimine uygundu. Branşlaşma oldu. Zihnin parçalanması, felsefenin ayrışması (bilim sınıflaması olarak) farklı meslekler ve ihtisaslaşma, üniversitelerde, fakültelerde yayınlık kazandı, giderek yüzlerce bilim ortaya çıktı. Bu parçalı ve dağınıklığı Hegel –aynı zamanda- modernizmin bir özelliği olarak görüp eleştiriyor. Hegel tüm bu dağınıklığı gidermek üzere bir diyalektik sistem kurdu, sistemin en başına ve sonuna da düşünceyi, özneyi (geist), dahası felsefeyi koydu.
Hegel, köle – efendi diyalektiği bağlamında tarihin ve toplumun köle (emekçi) üzerinden yürüdüğünü iddia etmiş oluyor. Efendi’nin bir katkısı yoktur. Toplumun, insanların ilerlemesini kabul ediyorsak, burjuva – kapitalizm çağı da dahil olmak üzere sömürücülerin insani zenginleşmeye bir katkısı bulunmuyor. Bize göre maddi, entelektüel, bilimsel vesaire gelişmelerin temelinde emekçi sınıfların ve bu sınıfın çıkardığı aydın ve düşün/sanat kişilerinin payı bulunmaktadır. Burjuvazinin bir katkısı söz konusu değildir.
Lenin’e göre Hegel’i ve onun Mantık kitabı anlaşılmadan Marx ve Kapital gibi eserleri anlamak zordur.
Bugün hak ve özgürlükler varsa ve gelişiyorsa bunun bedelinin emekçi sınıflar tarafından ödendiği içindir. Sınıflar arası bir mücadelenin olduğu açıktır. Oysa Hegel buna gözlerini kapıyor. Hegel’in savaşçı söylemine rağmen gizli uzlaşmacı olduğu, sınıf savaşını reddettiği gibi bir yorum yapılabilir. Çünkü tüm felsefesinde karşıtlıkları, kendi çağında da egemen hale gelmiş proletarya – burjuvazi karşıtlığını, birbirinin içinde buharlaştırıyor. Şimdi gezintimize Marx ve Marksizm üzerinden devam edebiliriz.
Marx Ve Marxizm İçin Bilme Problemi : Analitik ve Diyalektik Düşünce
Analitik ve diyalektik irdelenirken çok önemli olan nokta hep tekrar edildiği gibi diyalektiğin analitiği dışlaması değildir. Hegel de, analitik düşünüşü kabul eder, olgu parçalara ayrılarak kavramlaştırılmak, kategorilendirilmek durumundadır. Ama öncekiler; Platon, Aristoteles, Descartes, Hume, Kant bununla yetinirken Hegel analitiği aşıyor, aşmayı öneriyor. Üstelik zorunlu olduğunu, aklın diyalektik işlediğini ileri sürüyor.
Hegel diyalektiği açısından tüm evren gibi tek tek olgular da, var olma ve yok olma karşıtlığını kendi içinde barındırır. Bunun anlamı varlık bir bütündür, varlığı parçalı bir tarzda algılayan bizim düşünme yetimizdir, varlık gerçekte parçalı değildir. Şöyle de diyebiliriz: Ontolojik ayrım doğada, düşüncede ve toplumda yoktur, tüm ayrımlar epistemolojiktir. Çünkü düşüncede ortaya çıkar. Analitik felsefe bu ayrımı zihinde bulur ve varlığı da bir bakıma zihinden çıkarır; diyalektik düşünce ise bunu hem varlıkta hem de düşüncede buluyor. Bu noktada Hegel ile Marx’ın örtüştüğü ileri sürülebilir. Fakat her iki filozofun hareket noktaları yüz seksen derece farklıdır.
Hegel tin (geist) terimini çoğul (tinler) olarak kullanıyor ve bunların toparlanması anlamında “Görüngüsel bilimin bilimi” ifadeleri kullanılıyor. ‘Her yol Roma’ya çıkar’ misali Hegel’de her düşünsel çaba tinin nesnellikle örtüşmesini hedefliyor. Bu noktada da Hegel, diğer rasyonalist ya da deneyci düşünürlerin idealizmine yaklaşıyor. Marx’ın ve Marksizmin önerdiği materyalizm dışındaki tüm felsefeleri idealizm olarak değerlendirmek mümkündür. Bilhassa deneyciliğin (empirizm), materyalizm olarak algılanması, pozitivizmin de Marksizm ile ilişkilendirilmesi büyük bir yanılgıdır. Diyalektik materyalizm dışındaki felsefelerde varlığı, maddi dünyayı, sosyal gerçekliği, daha da önemlisi üretimi ve artı değeri kendi başına, epistemolojik özneden bağımsız olarak var olduklarını reddetme anlayışı vardır. Bu unsurlar adeta yoktan var edilirler ya da Hegel de olduğu gibi geist’tan türerler.
Marx, Hegel ile alay edercesine onun devlet memurunun maaşını bile tinden/geist’tan çıkardığını söylüyor. Çatışma burada başlıyor. Marx bilhassa olgunluk döneminde Hegel’e dönük, daha evvel “hocam” dediği halde ağır eleştirilerde bulundu: “Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci –Hegel bunu ‘fikir’ (idea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca ‘Fikir’in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise, tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” Bu ifade onun Hegel’den epistemolojik bir kopuş yaptığının da göstergesi olarak okunabilir. Lenin ise Marx’tan farklı olarak Hegel ile yolculuğunu sürdürmüştür. Lenin’e göre Hegel’i ve onun Mantık kitabı anlaşılmadan Marx ve Kapital gibi eserleri anlamak zordur. Biz şimdi bu farklıklar üzerinde durmak istemiyoruz. Çünkü epistemolojik unsurları saptamaya çalışıyoruz.
Epistemoloji de Tarihsel Bir Kategoridir
Aristoteles ve Hegel gibi Marx ile Engels de düşünce çalışmalarına asıl olarak gelişkin aşamalardan ve aktüel olandan başlamış olsalar da dikey planda çalışmayı da ihmal etmediler ve konularını, kendilerinden önceki süreçleri ve kuşakları mercek altına alarak açıklamalarda, analizlerde ve öngörülerde bulundular. Marksist teoriye diyalektik materyalizm denilmesi bundandır. Günümüzde geçerli olan ilkelerin önceki sınıflı toplumlarda da ilke olarak geçerli olduğu saptanmıştı. Şimdiye kadarki filozofların izledikleri yöntem de aynıydı: Onlar yalnızca dünyayı yorumlamakla yetinmişlerdir, oysa onu değiştirmek (pratik) gerekir. Bu tema, Marx’ın ve Marksizmin bilgi anlayışını praxis konusuna bağlar. Mao Zedung da bu istikamette kendine has açıklamalarda bulunuyor. Marksist bilgi kuramı ve materyalist bilgi kuramı gibi terimleri belli bir netlik içinde kullanıp, praxis’e dikkat çekerken şöyle söylüyor: “Çoğu durumda doğru bilgi, ancak maddeden bilince ve sonra yeniden maddeye giden, yani pratikten bilgiye doğru ilerleyen ve tekrar pratiğe dönen doğrultudaki sürecin pek çok kere tekrarlanmasından sonra ulaşılabilir hale gelir. Tıpkı Marksist bilgi teorisi, diyalektik materyalist bilgi teorisi gibi.”
Praxis’in temel özelliği ise kuşkusuz ki tarihselliğidir. Bu özelliğin, geleneksel felsefeler başta olmak üzere Hegel de bile, -en azından kendi momenti için- olmadığı açıktır. Praxis birliğe, bütünselliğe de karşılık gelir ki, bütünselliğin aktüel düzlemi olan günümüzdeki gerçeklik, tüm eski momentleri içermektedir. Sonraki süreçler önceki süreçleri içeriyor ve onu izliyorsa entelektüel çalışmaya son aşamadan başlamak, uygun görünmektedir. Marx’ın, Marksizmin araştırma ve incelemeye meta analiziyle başlamasının anlamı da buradadır. Hegel ve genç Hegelcilerle polemiklerin yapılmasına öncelik verilmesinin mantığını da bu noktada aramak gerekiyor.
Özgürlük sorunu, zorunluluğun aşılması olarak konulduğunda, Rousseau gibi filozofların “İnsan özgür doğar” belirlemesi iyi niyetle düşünülmüş, doğru bir temenni olmuş olsa da gerçekleri yansıtmaz.
Marksizm için de bilgi akıl yoluyla diyalektik süreçlerden geçerek kurulmaktadır. Bununla birlikte akıl, rasyonalistlerde olduğu gibi sabit ve her çağda ve her sınıfsal konumlanışta sabit olan bir özellik değildir. Çağlara ve sınıflara göre anlam ve içerik kazanan bir yetenektir. Akıl, diğer bilme yetenekleri ile de örneğin duygu, sezgi, temel duyular, içgüdülerle bir bütünlük arzetmektedir. Salt akıldan da söz edilemez. Hegel’de olduğu gibi Marx ve Marksizm’de de bilen özneyi bilinenden ayırmak zordur. Oysa Marksist bilgi teorisi bu birliği, özdeşliği Hegel gibi mutlaklaştırmaz. Bazı tarihsel koşullarda ve anlarda bu özdeşlik bozulabilir. Kaldı ki Hegel’de bu özdeşliğin bozulduğu anlar olsa bile özdeşlik anı baskın ve geneldir. Marksist bilgi anlayışı ise bunun tersini ileri sürer. Özdeşlik anları vardır ama geçicidir; özdeşliğin farklılığa dönüşmesi esas yöndür.
Deneyciliğin, bilgiyi duyumlarla ilişkilendirmesi Marksizme aykırı değildir. Oysa deneycilik bilgiyi duyumlara indirgerken (tabula rasa) hem tek taraflıdır hem de duyumu bir sonuç olarak kabul etmiş oluyor. Tıpkı rasyonalizmin tek taraflı olması ve aklı sonuç olarak görmesi gibi. Marksist bilgi anlayışı aklın olduğu gibi duyumların evrimini sisteme ekler ki, bu anlayış yepyeni bir bakışın ürünüdür. Demek ki yalnız bilgi bir ürün olmuyor, rasyonalizmin ve deneyciliğin veri olarak aldığı akıl ve duyumların kendileri de birer ürün oluyor. Çünkü aklın ve duyumların arka planında onları var eden iktisadi ve sosyal gerçeklikler bulunuyor. Bilgi ve bilgi teorisi de özünde bu gerçekliğe dayanmaktadır. Deneycilik; “deney” ve “deneyim” gibi terimlerle bu gerçekliğe temas ettiğini ima etse de asıl olarak kastedilen “basit” bir düzeyde deneyden söz etmektedir. Deney ve deneyimin sınırlarını, üretim alanlarının sınırlarına dek genişletmiş değildir. Dolayısıyla deneycilik doğruluğun veya doğru bilginin sınırlarını da basitçe duyu organlarının yeteneğine bağlamaktadır.
İnsan, Bilgi Ve Özgürlük Sorunu
Diyalektik ve tarihsel materyalizmin nazarında doğada bir hareket, değişip, dönüşme ve karmaşıklaşıp zenginleşme söz konusu olduğu gibi toplum yaşamında da benzer bir durum bulunmaktadır: Zorunluluğun alanından özgürlüğün alanına doğru bir gidiş. Nasıl ki ‘modern felsefenin temel sorunu varlık ile düşünce arasındaki sorun’ ise sosyal dünyada da sorun, zorunlu olanın saptanması ve kavranmasıdır. İnsan-doğa ilişkisinde de benzer bir durum bulunur: Doğanın kavranılıp kontrol altına alınması. Bu üç varlık düzlemi (insan, doğa, toplum) birbirleri ile diyalektik ilişki halindedir. Dışsal nedenlerle birbirlerine bağlı olmakla birlikte asıl olarak aralarında içsel ilişkiler vardır. Stalin içsel ilişkilere dikkat çekmiştir: “Diyalektik, metafiziğin tersine, doğadaki her şeyin ve her olayın yapısında iç çelişkilerin varlığını kabul eder.” Diyalektik, yine bu üçlemeyle ifade edilen sürece bakıldığında bir bütünlüğe gönderme yapmaktadır. Bu yüzden onu doğada, toplumda ve insanda (felsefe: bilgi) izlemek zor değildir. Amaç zorunlu olanı saptamak ve onu aşarak özgürlüğün alanına ilerlemektir.
Özgürlük sorunu, zorunluluğun aşılması olarak konulduğunda, Rousseau gibi filozofların “İnsan özgür doğar” belirlemesi iyi niyetle düşünülmüş, doğru bir temenni olmuş olsa da gerçekleri yansıtmaz. Çünkü insan başta doğanın tutsağı değilse bile onun karşısında asla özgür değildi. Bu özgürlük hem fizik dünyada hem de sosyal dünyada insanın bir başarısı olarak yaratılmıştır. Eski çağlarda illa bir özgürlükten söz edilecekse bunun “sınırlı” olduğuna kuşku yoktur. Özgürlük, ancak bedeli emek tarafından ödendiği koşullarda mümkün olmuştur. Bu koşulların en büyük bileşeni ise söylemeye bile lüzum yok ki bilgidir. Marx bilgiyi de özgürlüğü de kişisel bir mesele, şahsi bir başarı olarak görmediği gibi bilhassa özgürlüğü Hegel’in sandığı gibi devletle ilgili bir değer de saymıyor: “Özgürlük, yalnız ortaklaşmacılık içinde olanaklıdır. Şimdiye kadar yaşanan ortaklaşmacılıkların yerine geçenler içinde, devlette, vb., kişisel özgürlük, ancak yalnızca bunların bu sınıfın bireyleri olmaları ölçüsünde vardı.”
Katkılarla birlikte düşünüldüğünde bu epistemoloji, bilginin sınırlarını, bilgi sosyolojisinden bilgi psikolojisine; bilginin tarihine, dile, konuşmaya, politikaya ve sanata, elbette ki bilime dek genişletmiştir.
Marksizm için zorunlu olan nedir? Ters duran dünyanın tam tersine dönüşmesidir. Temsilin, temsil edilenin aslına uymasıdır. İnsan dünyasında, bilgi anlayışında, toplumsal ilişkilerde hatta doğanın durumunda da bir terslik vardır: Her şey kendine yabancı bir özellik göstermektedir. Barışın yerini savaş almıştır, estetik olan olmayanın gölgesinde kalmıştır, üretim artmış ama yoksullaşma azalmamıştır, ahlaki olmayan ahlakın yenine geçmiştir. Teknolojideki gelişme, özgürlük değil bir ölçüde kölelik yaratmıştır. Ücretli ve çalışan sınıf, en çok ezilmektedir. Modern dünyadan söz edildiği halde kadın cinsi ezilmekte, aşağılanmaktadır. Halklar ve inanç grupları arasındaki uçurum da tüm “çağdaş” dünya gerçekliğine rağmen artmaktadır. Bu koşullarda “Ürün, üreticilere egemen olur.” Tüm bu kötü tabloyu tersine çevirmenin mümkün olduğu düşüncesinde olan Marksizm, bilgiye ve felsefeye merkezi bir rol verir. Konumuz açısından iki noktaya değinmek gerekir. Bir: Felsefe proletaryanın elinde silah olmalıdır. İki: Gerçeğin bilgisini halk yığınlarına taşımak zorunludur.
Materyalist Bilgi Anlayışının Zenginliği
Pasif bir ayna olmadığı için düşünce, varlığı izlemekle birlikte onun değiştirilip dönüştürülmesinde merkezi bir rol oynar. Lenin’in ‘devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz’ demesini de bu bağlamda ele almak gerekir. Varlık ve bilgi ilişkisi, geleneksel felsefelere bakılırsa değişmez ilkelere bağlıdır. Bu yüzden örneğin Platon, idealar kuramının, eski çağları, kendi dönemini ve gelecek çağları kapsayan bir kuram olduğunu sanıyordu. Oysa Platon’unki de önceki ve sonraki filozofların bilgi felsefeleri gibi tarihsel ve toplumsal bir niteliğe sahipti. Teorinin kendisine karakterini veren de Antik Yunan çağının tümü de değil, yalnızca Atina kültürünün birikimi idi.
Eski felsefelerin tutucu olduğu açıktır. Marksist felsefi düşünce, bir sonuç ve tamamlanmış kutsal bir dizge olarak düşünülmedi, düşünülemez. Lenin’in de söylediği gibi bir eylem kılavuzudur. Ardıllarının ortaya çıkması ve eleştirilerle, katkılarla devam etmesi de doğaldır. Althusser’den Foucault’ya; B. Brecth’ten S. Zizek’e; Frankfurt Okulu, Adorno ve Marcuse’den T. Eagleton ve B. Avekian’a dek pek çok düşün adamı, sanatçı ve filozof bu felsefeyle yakından ilgilenmiştir, ilgilenmektedir. Bu da bilgi anlayışının operasyonel olduğuna işaret etmektedir. Yeni tez, teori ve kavramlarla düşünüldüğünde materyalist bilgi kuramının, çağın en yüksek epistemolojik zirvesini temsil ettiği ileri sürülebilir.
Katkılarla birlikte düşünüldüğünde bu epistemoloji, bilginin sınırlarını, bilgi sosyolojisinden bilgi psikolojisine; bilginin tarihine, dile, konuşmaya, politikaya ve sanata, elbette ki bilime dek genişletmiştir. Bilgide sınırların genişlediğini bu düşünürlerde izlemek olasıdır. Mesela “Foucault’ya göre rasyonalizm, bilime ve bilince, diğer düşünce biçimlerinden (duygu, tutku, coşku vb.) daha fazla önem verir; insana ilişkin diğer gerçeklikleri (duygusallık, tutku, delilik vb.) felsefenin dışında tutar.”
Atomculuk, Deneycilik ve Lenin’in Katkısı
Son olarak deneyciliğe eleştirel bir bakış atıp Lenin’e işaret ederek bitirmek istiyorum. Ontolojik düzlemi altyapıya, epistemolojik düzlemi ise bir an için üstyapıya benzetirsek materyalist bilgi kuramının bir özelliğinden daha söz etmek kaçınılmaz görünüyor. Ki bu özellik aynı zamanda iki düzlem arasındaki bütünlüğe de gönderme yapmaktadır: Teorinin gerekçelendirildiği halde doğrulanamaması. Bunun en iyi örneği atom teorisidir. Sokrates evveli ortaya konan doğa ya da fizik felsefelerinin içinde arkhe araştırması yapan, Marx’ın üzerlerine tez yazdığı başta Demokritos ve onun da hocası olan Likipuos ve daha sonraki yıllarda Epikuros, şeylerin temelinde atomların olduğunu ileri sürdüklerinde, entelektüel dünyayı atomların varlığına ve şeylerin temelini oluşturduğuna inandıramadılar. Çünkü asıl arkhe’nin su, apeiron, hava, aşk, nous veya ateş, logos da değil maddenin en küçük parçaları olan atomlar olduğunu kanıtlayamadılar.
Dolayısıyla atomcular önceki nedenler kadar ya da daha güçlü gerekçeler de göstermelerine rağmen rasyonel bakış için de duyumcular için de kabul görmedi. Bu kabul görmeyiş üstelik Yeniçağ başlarında Gassendi, Bacon, Hobbes gibi düşünürler tarafından yeniden savunulduğu yıllarda da ilgi çekmedi ve ikna edici bulunmadı. Oysa çağımızda, Einstein fiziğinin genel çerçevesinde düşünüldüğünde atomculuk kanıtlanmış oldu. Üstelik onun alt kategorileri de açığa çıkartılmış durumda. Demek ki bilginin doğrulanması için o bilginin kanıtlanmasına imkan verecek bilimsel alet ve olanakların oluşması gerekiyor. Buna göre “kanıtlanamayan bilgi yanlıştır” argümanı, doğruluğun ancak bir kısmını yansıtmaktadır. Oysa özellikle pozitivizm, deneylenmeyen her bilgiyi, tezi, teoriyi yanlış sayıyor. Atom örneğinden de hareketle denilebilir ki, Marksizm birçok açıdan pozitivizmle aynı düzlemde var olmakla birlikte onu aşan bir evrede yer almaktadır. Lenin, Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı çalışmasında deneyciliğin eleştirisine ve hatta reddine geniş bir yer ayırırken haklıdır. Buradaki içeriğe Felsefe Defterleri de eklendiğinde denilebilir ki, Lenin Marksist bilgi teorisinin hem içeriğini zenginleştirmiş hem de onu genişletmiştir. Lenin’in bu çalışmalarının kapsamı ve içeriği yüklü olmasından dolayı ancak başka bir yazının konusu olabilir.