“Gerçeğin yalan, yalanın da gerçek gibi
göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi.”[1]
Sendikalarda dahil bilumum kitle örgütlerinde hâlâ (ve ne yazık ki![2]) demokratik işlerliği tartışıyoruz.
Her gün, tüm zamanlarda ve yeniden, yine…
Gelin bu netameli mesele üzerine konuşmayı -istemesek de- sürdürelim!
Tartışma Kültürü
Hayır; usulüne, adabına uygun tartışmaya karşı değilim; “müsademe-i efkârdan barika-i hakikât doğar,” diyenlerdenim.
Birbirine karşıt düşünceleri karşılıklı savunması; görüş alışverişi olarak tartışma; açık siyasal ideolojik mücadele, örgütün birliğini güvenceye alabilecek biricik normdur.
Zayıflıklarını tartışmaktan korkan bir örgüt için felaket(ler)in kaçınılmaz olduğunun altını çizerek, “Açıklık kendi açtığı yarayı, kendisi iyileştiren bir kılınçtır,” diyen V. İ. Lenin’in vurgusunu anımsamakta yarar var.
Herhangi bir örgüt için tartışma ve eleştiri bir yük veya vazgeçilmesi mümkün olan bir lüks değilken; tartışma yığınlar önünde olur.[3]
Bir yargıyı, bir düşünceyi ya da öneriyi çürütme, değiştirme amacıyla yapılır tartışma.
Tartışılmazlık “iddiası” saçmadır ve elbette -tartışmasız- tartışılır,
Tartışma (münazara/ debate) bir kültürdür; asla bir çekişme, niza, kavga, ağız dalaşı ve “gölgemizi bile çiğnetmeyiz” dayatmasına dönüşmemelidir.
Taraflar birbirlerinin fikirlerini dinlediğinde gerginlik yaratmadan, yapıcı bir biçimde sonuçlandırılabilir aksi hâlde tartışma ya sonuçsuz kalır ya da sonucu pek iç açıcı olmaz.
Kişiler ya da kümeler arasındaki anlaşmazlıktan, fikir ayrılığından ötürü gündeme giren tartışma bir ortak noktaya varmak için önemli olabileceği gibi, sadece tartışmanın kendisi de önemli olabilmesi söz konusu olur. Örneğin öteki, başka fikirleri dinleyerek, görüş açılarının genişlemesi ve hem de demokratik dinleme/ kabullenme olgunluğunun artması gibi…
Düşünce ve kanıları değiştirmeye yönelik anlatım biçimi olarak tartışma bir olgunluktur.
Tartışmanın iki yolu vardır: Münazara, münakaşa…
Düşüncelerin doğru ya da yanlış olduğu tartışılır. Ancak duygusallıktan uzak!
Duygu, düşünce değildir.
Duyguyu, düşünce diye sundunuz mu? Münazara, münakaşaya tahvil olur.
Kavgayla eş tutulur.
Bilgisi olmadan “fikri olan” münakaşa hoşgörüsüzlüğü; bencil empati eksikliğidir.
Tartışma bir yol gibidir. Gideceğiniz yeri biliyorsanız beyhudedir.
Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Bir tartışma sırasında, kızdığımız anda gerçek için uğraşmayı bırakır, kendimiz için uğraşmaya başlarız,” saptamasındaki üzere münakaşa yani empati kurmadan saldırmak bir açmazdır!
Muhalif ile muktedir (azınlık ile çoğunluk) arasındaki tartışmada sataşma, dalaşma, çarpışma çözüm değildir.
Muhalif İle Muktedir
Muhalifin (azınlığın) muktedire (çoğunluğa) itirazında somutlanan tartışma özü itibariyle bir karşı çıkmadır.
Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir, fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı!” saptamasıyla betimlenmen karşı çıkmak, bir düşünce veya kararın karşıtını ileri sürmekken; her yönetim; itiraza, karşı çıkışa hazımlı olmalıdır.
Olmadı mı? Karşınıza bürokratik deformasyonu muktedir figürü dikilir.
Ekleyelim: “En güçlüden bile güçlü” anlamına gelir muktedir.
O iktidardakidir; “yaptırımı” olandır.
Bülent Somay ın “because he can/ çünkü yapabilir” diye açıkladığıdır.
Özetle iktidarın, çoğunluğun her şeye sahip olması; gücünü yetirmesi, kontrol altına alması; onu haklı kılmazken; muhalefetten, muhaliften nefret etmesini de doğrulamaz!
Sorgulayan, farklı düşünen, değişik düşüncelere açık, ufuk genişleten, tek tip bakmaktan ve yorumlamaktan imtina eden eleştiriye muhalif denir.
Yani muhalif, muktedire (ya da çoğunlukla) aynı görüşte olmayan anlamına gelir.
Karşıt olan yani aleyhtardır.
Muhalif, hegemonik olana itirazdır.
Muktedir resmi ideolojiler, kendilerini yaşatacak ve taşıyacak özneler üretirken; muhalif, böyle bir özne olmayı reddedendir.
Bu elbette “azınlık” denendir; ancak unutulmasın: Az sanılan ama çok olan şeydir azınlık(lar)…
“Normalin/ normal olanın” sorumlusu(?) olduğunu “iddia” eden insan(lar)ın grubudur çoğunluk…
“İyi de çoğunluğa uyulur; çoğunluğun dediği olur” mu? Hayır!
“Çoğunluk” olmak; her zaman ve otomatik olarak haklı olmak anlamına gelmez; gelemez! (Mesela İtalya 20’lerinde Mussolini’yi, Almanya 30’larında Hitler’ destekleyenler de çoğunluktu…)
Nihai olarak konjonktürel bir güçtür, güçlülüktür çoğunluk.
Çoğu insanın seçimlerinde etkili olup, aslında istemedikleri şeyleri sadece onay görmek uğruna yaptıran bir grup insan.
Çoğunluk istediğini yapıp, istediğini yaptırırken; empatiden yoksun olması yanında; “sürü psikolojisi”nden malûl”dür! (Çoğunluk yanlıştır; tehlikelidir…)
O; “Eğer ben azınlıkta olsaydım ne olurdu?” diye düşünmeyendir…
Beğenmediğini itham ve infaz etme hakkını kendinde görendir…
İstemediğinin yok olmasını istediğinin hâkim olmasını sağlayabilendir…
“Kararları verip, doğruyu belirleyendir,” kendince…
Genelde çoğulcu siyasetten pek haz etmez çoğunluk…
Çoğunluk kendisini, “Terbiye, ahlâk, din, kutsal, disiplin, ortak çıkar, vb’i” diye sunar!
Özetle çoğulluk ile karıştırılan kavram çoğunluk. “Yarıdan fazla” anlamına gelir. Yüzde 51 ve yukarısına tekabül eder. Yüzde 49 ve aşağısını takmaz!
Eleştirinin İfadesi Ve Disiplin
İfade özgürlüğü; Alighieri Dante’nin ‘İlahi Komedya’sında dile getirilen, “Segui il tuo corso e lascia dir le genti/ Sen kendi yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler,” cüretidir!
Ya da muhalifin (azınlığın) muktedire (çoğunluğa) itirazı doğası gereği eleştirinin ifadesi (özgürlüğü) meselesidir.
Muhalifin (azınlığın) derdini dillendirmesi; Rosa Luxemburg’un, “Özgür insan, başka türlü karar verme imkânı olan insandır… Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür,” diye formüle ettiğidir.
Vazgeçilemez ilkedir: Hiçbir nedenle fikirler sansür edilemez, yasaklanamaz, ifade özgürlüğü gasp edilemez; üzerinde yaptırım uygulanamaz!
Çünkü ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün yanı sıra “olmazsa olmaz” bir haktır. Nasıl ki düşünce özgürlüğü yoksa ya da kısıtlanmışsa, bilime sekte vurulmuş olursa; ifade özgürlüğü olmadan da insan hakları ve özgürlük bir yalana dönüşüverir.
Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi olmaksızın fikir alma ve verme özgürlüğünü içerir.
İfade özgürlüğü de tüm özgürlükler gibi başkalarına zarar vermediği ve başkalarının haklarını tahakküm altına almadığı sürece her insanın hakkıdır.
Eğer bir düşüncenin ifadesi bir yerde yasaklanıyorsa, o yasaklanan düşüncenin gerçekleşme olasılığı hâlâ mevcuttur. Bunun kanıtı da o düşüncenin varolan sistem için bir tehlike olarak görülmesindedir. (ABD’nin McCarthy dönemindeki “cadı avı” buna bir örnektir!)
İfade özgürlüğü yani genel olarak eleştiri özgürlüğü veya fikirlerin savaşı olmadan, hayatın gelişmeyeceği ve serpilmeyeceği bilinmelidir. (Evet, evet eğer eleştiriden korkuyorsan, hiç bir şey söyleme, hiç bir şey yapma, hiç bir şey olma…)
Gerçeklik eleştirinin temeliyken; eleştirinin eğitici ve itici etkisi de somut gerçeklikle doğrudan bağıntılıdır.
Bir şeyin daha iyiye gitmesi için veya bir yanlışın düzeltilmesi için yapılan bir değerlendirme eylemi ya da değerlendirme sanatı olarak eleştiri için Edward Said, “Eleştiri bilinci dediğimiz, nihayetinde, alternatiflerden yana olma yönünde karşı konulmaz bir eğilim değil midir?” derken; Nurullah Ataç da ekler: “Çıkarlarımıza bağlı olmak, duygularımıza bağlı olmak bir kulluk, tutsaklıksa, özümüzün kölesi olmaksa, bizim düşüncemizden başka doğru düşünce olmayacağını sanmak da gene öyle bir kulluktur.”
Kolay mı?
Kapitalist yabancılaşma, meta fetişizmi cehenneminde insan(lar)ın bilgi ile malûmatı, geçici ile kalıcı olanı karıştırdığı koşullarda “Eleştiri… sesini her zamankinden daha gür ve yüksek perdeden çıkarmalı”yken;[4] “Size soruyorum. Bir düşünün bakalım. Bilinçsizce neleri alkışladınız şimdiye dek… Alkışın seni allak bullak etmesine, eleştiri yeteneğini körletmesine izin verme… Şunu hiçbir zaman unutma. Alkışlayan sorumludur,”[5] diye ekler Cengiz Gündoğdu…
Bunlar böyle olsa da ya da çoğunluk her türlü eleştiriye açık olduğunu söylese de; aslında çoğunluk negatif şeyler duymak istemezken; bu hâl kitle örgütlerinde “disiplin”le “gerekçe”lendirilir!
Ki bu da, disiplinsizliğin ta kendisi olan “bürokratik disiplin”dir!
Evet her bürokratik disiplin dayatması, disiplinsizliğin ta kendisiyken; keyfi yönetim(ler), gerçek bir disiplin suçudur.
Şüphe yok: Disiplin, elbette azınlığın çoğunluğa uymasıdır; ama azınlığın haklarını gasp ya da tasfiye etmemek şartıyla!
Unutulmasın: Örgüt bütün azınlıkların hakları ve bütün meşru muhalefet imkânlarını garantiler; aksi hâlde bürokratik olur!
Bürokrasi Ve (Demokratik) Merkeziyetçilik
Sendikalarda dahil bilumum kitle örgütlerin başındaki bela, bürokratik deformasyondur.[6]
Bürokrasi terimi ilk kez 1745’te Yunanca “Yönetmek” fiilinden türetilmiş bir terim olan “bureau (büro)” kelimesine hem “daire”, hem de “yazı masası” anlamı yükleyen Monsieur de Gournay tarafından kullanılmıştı.
Yani bürokrasi “büro gücü”dür. Latince “büro” bildiğimiz büro; “cracy” ise güç demek. Özetle bürokrasinin kelime anlamı, kurumlarındaki yavaş ve karmaşık yapılanmanın zararlı sonuçları diye tarif edilebilir.
V. İ. Lenin’in, “Bürokrasiden konuşuyorlar… Bürokrasi işin çıkarlarının, kişisel çıkarların altına konulması demektir. Dikkati mevkilerde odaklaştırmak ve işin kendini görmezden gelmek demektir,”[7] biçiminde tanımladığı konuda Karl Marx da şunların altını çizer:
“Bürokrasi… biçimsel amaçlarını öz hâline getirdiği için gerçek amaçlarla her yerde çatışır. Bürokrasi, içerik yerine biçimi koyar… Bürokrasi bir fasit çemberdir. Bürokrasinin hiyerarşisinde, baştakilerle alttakiler karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar. Baştakiler, ayrıntıları bilmediklerinden, ama ayrıntıyı bilmek zorunda olduklarından aşağı kademelere, aşağıdakiler de bütünü bildikleri ve kendileri dışındaki güçlere karşı tek sığınacakları yer olduğu için baştakilere boyun eğerler. Böylece karşılıklı olarak birbirlerini aldatırlar.”[8]
Pascale Gisselbrecht, “Bürokrasi” başlıklı şiirinde “Boş bakışlı soğuk bir bey/ Un monsieur fade au regard vide” diye betimlediği bürokrasi için Max Weber, “Bureaucracy is among those social stuctures which are hardest to destroy/ Bürokrasi, yıkılması en zor sosyal yapılardandır,” vurgusuyla bürokrasinin çevreye de bağlı olarak negatif ve pozitif sonuçları olacağını belirtmiştir.
N O T L A R
[*] Kamu Emekçileri Cephesi’nin 11 Mayıs 2019 tarihinde Ankara’da düzenlediği “Tartışma Toplantısı”nda yapılan konuşma… Kaldıraç Dergi, No:216, Temmuz 2019…
[1] Theodor Adorno.
[2] Bu konuda bkz: Sibel Özbudun-Temel Demirer, Örgütlü Mücadele Etiği ve Sosyalist Demokrasi”, Gelecek Dergisi (Kıbrıs), Yıl:3, No:83, Ocak-Şubat 2014… http://www.enyeniortam.com/sibel26.html
[3] “Konu eleştiri olunca, aklıma hep şu özdeyiş gelir: ‘Heykeli dikilmiş eleştirmen yoktur!’ Neden? Aslında biz değerbilir bir halkız; futbolcuların bile heykelini dikeriz. Ama öte yandan biz, tek başına ‘eleştiri’ kavramına bile soğuk bakarız.
Eleştiri, uygarlık düzeyini gösteren ölçütlerdendir. Tarihteki geri toplumlarda eleştiri yoktur: İlk Çağda bir köle, ya da Orta Çağda bir serf, efendisini eleştirebilmiş midir? Veya Türkiye’de ağasını eleştiren bir maraba çıkmış mıdır? Demek oluyor ki eleştiri, ancak aydınlanmış toplumlarda işlerlik kazanabilmiştir. O da sisteme dokunmamak koşuluyla…
Avrupa’da XIX. yüzyılda kimlik kazanabilen burjuva eleştirisine göre, ‘Sağlıklı, güzel çiçekler yetiştirmek isteyen bir bahçıvan, önce bahçedeki ayrık otlarını ayıklamalıdır.’ Bu eleştiri kavrayışı doğru gibi gözükebilir.” (Ahmet Say, “Eleştiri, Uygarlık Düzeyini Gösteren Ölçütlerdendir”, Evrensel, 3 Mart 2013, s.9.)
[4] A. Arnold, Eleştiri Anlamı ve İşlevi, M. Arnold, W. H. Pater, T. E. Hulme, T. S. Eliot, Çev: Ahmet Aydoğan, İz Yay., 2002.
[5] Cengiz Gündoğdu, Eleştiri, İnsancıl Yay., 1994.
[6] Devrimden sonrasında, “Bürokratizmin ne denli ciddi bir konu olduğunu anlıyorum,” (V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:42, s.251.) der V. İ. Lenin.
[7] V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:7, s.362.
[8] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.
[9] Ernest Mandel, Leninist Örgüt Teorisi, Çev: Oktay Emre, Yeniyol Broşür Dizisi:9, 2. Baskı, 1995.
[10] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.”
[11] “Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil, devrimdir.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.)
[12] Şeyh Sadi Şirazi, Bostan, Çev: Hicabi Kırlangıç, Kapı Yay., 2012, s.197.
[13] Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, Çev: Ferhat Taylan, Norgunk Yay., 2000.
[14] Virginia Woolf, Bir Yazarın Günlüğü, Çev: Oya Dalgıç,: Everest Yay.,, 2014, s.25.
[15] Aziz Nesin, Korkudan Korkmak, Nesin Yayınevi, 2009.
[16] Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev:Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2007, s.855.
[17] “Soru(n)ların çözümü için ne yapmalı?” konusunda şöyle der V. İ. Lenin: “Çabuk ve belirli bir tedavi için ne yapmak gerekmektedir? Bütün parti üyeleri sakin ve ayrıntılı olarak, a) ayrılıkların özünü ve, b) parti-içi savaşımın gelişmesini öğrenmelidirler. İkisini de öğrenmelidirler, çünkü anlaşmazlıkların özü savaşım sürecinde açığa çıkar, billurlaşır ve belirlenir (ve sık sık da dönüşür)… İkisi de öğrenilmelidir ve tam anlamıyla doğrulanabilen, en basit, basılı belgeler istenmelidir. Ancak umutsuz bir aptal sözlü bildirilere inanır.” (V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:32, s.43.)
[18] Benedictus de Spinoza, Ethica, Çev: Çiğdem Dürüşken, Alfa Yay., 2014.