Bugün yine hiç tanımadığım bir kadına ve onun yaşama inancına hayranlıkla karışık derin bir sızı duyarak baktım Türkiye penceremden. Sosyal medya sayesinde tanıdığım, gülen gözlerini ve kendini ifade etme biçiminin basitliğine ve derinliğine hayranlık duyduğum kadınlar var. Bu kadınlar, güçlü ve ışık saçıyor çevrelerine. Bu kadınlardan birini yitirdik bugün. Onca acının ve mücadelelerinin içinden demlenerek çıkan bakışları, duruşları ve sözleri ile ışık oluyor bu kadınlar. Bu yüzden herkes, gerçekten herkese dokunuyor onlar. Sosyal medyayı vitrin olarak düşünüp kendisine bir karakter biçenler, sürekli eğitim veren ve kıymetsiz aforizmalarınından yükselen like’larla yaşayanların aksine naifçe ve hafifçe dokundular hepimize. Bir düşünürün dediği gibi, bazılarının ölümü öğretir bize nasıl yaşayacağımızı. Kaygılarımızın ve mutsuzluklarımızın geçiciliğini ve çözümsüzlüğün aslında kendine acımaktan geçtiğini.
Uzun bir zamandı çok zor bir dönemden geçiyoruz, hayatlarımız birilerinin hoyrat elinde her açıdan her şeyden bağımsız olarak savruldu. Bir dönem bu dalgaların dışında kalmak mümkünken, şimdi değil. Yaşamın kendisini hedef alan sermaye ve devletin örgütlü karanlığı, herkesi etkiliyor işte. Bir kısmımız haberimiz bile olmadan maruz kaldığı kirlilikten, kimimiz asla ceza almayacağından emin olan bir adamın elinden, kimimiz borçlarımızı nasıl ödeyeceği telaşından, kimimiz bir gecede adını bir listede görmekten, kimimiz tesadüfen orada bulunmaktan yitti gitti veya yitmemek için çabalıyor. Hayat zorken hayatı daha da dayanılmaz kılan, en yakınlarındakilerin eğretileşen varlıkları ve kendilerini rasyonalize etmek için sürekli en mağdur yarışındaki performansları. Karamsarlık, dayanışma içinde eğretileşme ve hayata tutunmaya dair dallarınızı kesen soğuk cümleler muhalefetin bir dokusu haline gelmiş olmamalı değil mi?
Yaşam, her yerinden direnirken, ağaç betonu delip arasında yeşerirken, onca zehrin içinde bitkiler büyürken; hayvanlar bizlerin onca zulmü içinde hayatta kalabilirken; bizlerin hayatta kalmaya dair her şeyi aşağılayan tutumuna, herşeyi devrimden sonraki cennet erteleyen ilahiyata ne demeliyiz? Bunca basitken hayat, derin bir incelik ve özen ile örülmesi gereken mücadele ve dayanışmayı da patriyarkanın ve kapitalizmin hoyrat sularıyla çürütmenin kime ne faydası var? İktidarlarınız, hiçbir yere dokunmayan sözleriniz ve birer kopyaya dönüşmüş tavırlarınızdan vazgeçememe nedeniniz, kendinizle bile iletişim kurmayı bırakmış olmanız olabilir mi? En çok kendiyle konuşmaktan korkar ya insan. Yalnız kalmamak içindir o kahvelere gidişler, AVM’lerde vitrin bakarak kaçışlar, sürekli sosyal medyanın kalabalık curcunasında kayboluşlar. Patriyarkanın içinde büyüyen bu kapitalizmin şiddetinin içinde büyüyen bizlerin barbarlık normali haline gelmişse, hayallerini yitiren ve şenlikli bir sanatın huzursuzluğunu kendi ideali haline getirmişse, oturup en baştan düşünmeli. Nasıl yapmalı?
Sosyal medyayı vitrin olarak düşünüp kendisine bir karakter biçenler, sürekli eğitim veren ve kıymetsiz aforizmalarınından yükselen like’larla yaşayanların aksine naifçe ve hafifçe dokundular hepimize.
Ya barbarlık ya sosyalizm
Ya barbarlık ya sosyalizm, sloganını biliriz hepimiz. Çokça haykırmış olanlar da vardır benim gibi. Buradan başlamalı yeniden belki, kazanımları ve dersleri de görerek ama yeniden, o güzel genç kadınların yaptığı gibi usul usul. Anlatacak ve gösterecek çok sözümüz var sanıyoruz, sürekli monologlar ile kendimizi göstermeye çalışıyoruz. Pozisyon deklarasyonu yani. Halbuki etrafımızdaki onca kıymetli çabayı anlamak ve içinde isimsizce yer almak belki de çok zor olmamalı.
Barbarlık, geçmişte yerleşik hayata geçmenin ve biriktirmenin dolayısıyla sınıflı toplumun ve mülk düzeninin karşısındaki mülksüz göçebe ve eşitlikçi kabileleri anlatıyor elbette. Yerleşik olanların tarihi yazdığı için kötülük, talan ve yıkımla özdeşleşmiş bir betimlemeyi içeriyor. Barbarları romantize etmeden ama tarih yazımının yanlı oluşunu akılda tutarak bir küçük bir not ilave etmeli Rosa’nın sloganına. Dahası, medeniyetin en yüksek eserlerinin yıkımla kurulu olduğunu Benjamin Pasajlar yapıtında ne güzel ifade eder. Tüm kavramların ve anlatıların, altındaki güç ilişkilerine refere ettiğinden hareketle yeniden yazmamızı, ilk anlamlarında yeniden cümlelerimizi kurmamızı gerektiriyor belki bu dönem. Sermaye karşısında emeğin savaşı; aslında bu açıdan yaşamın süreklilik savaşı anlamına ne kadar açıkça geliyor.
20 Eylül tüm dünyada iklim krizi karşısında acil önlemler alınmasını isteyen bir grup genç ve çocuğun öncülüğünde yapılan bir greve şahit olduğumuz gün. Dünyanın pek çok yerinde çok yaratıcı şekillerde hayatı durdurmaya çalışıyor çocuklar, kendi geleceklerini bizlerin kirlettiği bir dünyada kurmamak için. Yapılabilecek şeyler hem bireysel düzlemde hem de uluslararası boyutta o kadar çok ki. Bize yeni bir yaşam biçimine geçmemiz konusunda bir uyarı bu. Bu yaşam biçimi, dünyanın ekolojik tahribatına dur demenin, sadece tüketiciyi ilgilendiren boyutlarını içermiyor aslında. Dahası, ülkelerin enerji politikalarını ve hatta kapitalizmin en önemli sonucu ve sorunu olan aşırı üretimi tehdit ediyor. Kapitalistler (devlet gücünü kullanarak), yaptıkları üretim için sadece ihtiyacı yaratmıyorlar zira, aynı zamanda emek-gücünü en yüksek sömürü koşullarında çalıştırmak için uygun bir insan kitlesini de yaratıyorlar. Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin dünyanın pek çok noktasını birbirine çok yakınlaştırarak üretim maliyetlerini düşürmesinin, aynı zamanda gözetim ve savaş teknolojilerinin boyutları ile de ilgisi var. Mülk ve siyasi güç birikiminin, sömürü ve talansız gerçekleşmeyeceğinin gün gibi açık olduğu bir dünyada kapitalist birikimden bağımsız ele alınamayacağı ortada. Kapitalist dünyanın bugün ataerkil şiddetin üzerine kurulmuş olması gibi, doğanın insanın kar hırsıyla tahrip edildiği, ekonomik mücadelenin ve demokrasinin en gelişkin olduğu yerlerde bile gözle görülür durumda. Ekolojik bir hayat, kapitalist bir dünyada mümkün değilse de tahribatı biraz yavaşlatmak mümkün görünüyor.
Barış sözü sözünün güçlü yanının karşıtını yani savaş, yıkım ve ölümü işaret etmesi hala çok değerli. Yerimizi bu yüzden gösteriyor bu çocuklar.
İklim mülteciliği
Bugün dünyanın pek çok yerinde, uluslararası gıda şirketlerinin ürettiği tohumlar ile tarım yapılıyor. Bu tohumlar, yeniden üretilebilir değil. Her ekim döneminde satın alınması gerekiyor. Dahası, tohumlar telif ve patent yasalarınca serbestçe üretilebilir durumda değil. Bu sürecin en sert uygulandığı Güney Amerika’da bahçede tesadüfen yetişen bitkilerden dolayı küçük üreticilere ceza yağıyor. Sadece tohum, enerji, gübre ve sulama uğraşıları değil, iklim ve çölleşme nedeniyle de tarım bazı bölgelerde yapılamaz hale gelmiş. Bu süreci biz her akarsu üzerine birden fazla kurulan hidroelektrik santralleri, illa yemyeşil kıyılara kurmak için direttikleri termik santrallerin etraflarındaki yıkımdan biliyoruz; verimli topraklar üzerindeki çimento fabrikalarından veya altın madenlerinden tanıyoruz. Hızlı ulaşımı sağlamak için doğa hiçe sayılarak yapılan yolların veya kentin beton binalarının teknik olarak yapılmaması gereken yerlerde dikilmesi ile en ufak yağmurda çökmelerinden görüyoruz. Bu süreç iklim mültecilerini yaratıyor pek çok ülkede, ekonomik olarak geçimini sağlamak mümkün olmadığı için insanlar yerlerinden oluyorlar. Dahası, gıda endüstriyel hale geldikçe, her mevsim dünyanın her yerinden gelen gıdayı evimizden birkaç adımda ulaştığımız çok yüksek emek sömürüsünün bulunduğu süpermarketlerin raflarında buldukça, aslında geleceğimizi daha çok yok ediyoruz. Kapitalist üretimin, ihtiyacı yaratıp üretimi sürekli kıldığını şu örnekte bile görebiliyoruz aslında. Endüstriyelleşme doğanın kendini yenileme kapasitesini tahrip edip ve su kaynaklarını kirlettikçe, daha fazla endüstriyel üretim olan gıda ve suya ihtiyaç duyuyoruz. Daha düşük ücret ve çeşitlenmiş sömürü koşulları altında, daha ucuza elimize ulaşan ürünlerle karnımızı doyurup, yediğimiz ve içtiğimiz her şey ile bedenimizi/sağlığımızı daha çok riske atıyoruz, büyük bir şiddet normal hayatımızın parçası haline geliyor.
Çocukların yaptığı eylem, orta sınıfların köpürtülmüş gelecek endişelerinden çok farklı bir yerde, bir kıyamet hikayesi değil tartışılan. Yaşanan gelecekte iklim mültecileri olmamamız için çocukların yaptıkları bir uyarı. Bunca şiddetin arasında, Adana’da mültecilere ait işyerleri yağmalanırken; kayyumlar yoluyla iktidarın yerel darbeler yaparak talan düzenini sağlama alırken; kadınlar bin bir çeşit vahşetle öldürülürken, tüm yaşananların aynı kıyametin parçası olduğunu görmek zor değil. Bugün barış ve demokraside ısrar etmek demek, tüm bu iktidar sahiplerinin kendi kârları, güçleri veya hırslarına bir tehdit. Bu açıdan her barış dediğimizde, insanın temel haklarını ve doğayı savunduğumuzda hain ilan edilmemiz, her türlü şiddete reva görülmemiz tam olarak bu yüzden. Barış sözü sözünün güçlü yanının karşıtını yani savaş, yıkım ve ölümü işaret etmesi hala çok değerli. Yerimizi bu yüzden gösteriyor bu çocuklar. Endüstriyel bir yıkımın karşında yaşamı işaret ediyorlar. Bu açıdan yaşam, kapitalizmi imkansız kılıyor. Kapitalizm ise yaşamı.
Çocuklar, yaşanır bir gelecek isterken bu yüzden oldukça radikal bir çıkışı işaret ediyorlar. Bizim coğrafyamızda çocuklar erken büyür derdik eskiden, yükselen sağ ve endüstrileşme tüm çocukları büyümek zorunda bırakmış belli ki, çocukları hafife almayın.