Poulantzas – Göreli Özerklik
Kapitalist devletin, ekonomik, ideolojik ve politik fonksiyonları vardır. Bunlar, devletin politik fonksiyonu tarafından üst-belirlenmiştir. Bu politik fonksiyon, sınıf mücadelesi alanına ilişkindir. Ancak devlet egemen sınıfın tarafı olduğu halde, bir sınıf mücadelesi yokmuş sade pür bir ulus, halk varmış gibi davranır. Devlet mülkü korurken bir sınıfı değil, hukuk şeklinde soyutladığı dil ile ‘birey’in hakkını koruduğunu vazeder. Hal böyleyken, egemenlik altındaki sınıfların yalıtılmışlığı aşmalarını sağlayacak politik örgütlülüklerini engellemeye çalışır. Ayrıca, bu kapitalist devlet, “sistemin sınırları içinde, egemenlik altındaki bazı sınıfların ekonomik çıkarları için belli bir güvenceye olanak veren bir oyun oynar. Bu oyun, bu güvence, egemen sınıfların hegemonik egemenliğine, yani egemen sınıfların halkın genel çıkarının temsilcisi olarak politik oluşumuna uygun olduğu ölçüde onun fonksiyonunun bir parçasıdır.” (Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, s.219)
Bu ‘taviz’ egemen sınıfların politik iktidarının sınırlanması olarak anlaşılamaz. Üstelik toplumsal mücadeleler tarihinden biliyoruz ki, bu koparılan tavizlerin mücadelesinin ve bazı dış koşulların da etkisi vardır. Bu kapitalist devletin yapısını şekillendiren unsurlardan biridir. “Ancak bu yine de basitçe devletin bir sınıfın kullandığı araç olmayıp, sınıflara bölünmüş bir toplumun devleti olduğunu belirtir.” (Poulantzas, SİTS, s.220) Bu bahsedilen güvence dahi, sistemin ve egemen sınıfın bekasını sağlayacak sınırda olur. Asla devlet iktidarını tartışma konusu yapmasına izin verilmez. “Kapitalist devlet örneğinde politiğin özerk oluşu, egemenlik altındaki bazı sınıfların ekonomik çıkarlarının karşılanmasına olanak verebilir: Bu durumun egemen sınıfların politik gücünü sınırlaması, gerektiğinde ekonomik çıkarlarını kısa erimde gerçekleştirme kapasitelerini frenlemesi olasıdır ama bunlar tek bir koşulla, egemen sınıfların politik iktidarına ve devlet aygıtına dokunulmaması koşuluyla -ve bu koşul devlette mümkündür- gerçekleşir.” “Öte yandan bu hegemonik egemenlik sınırının herkes için bir kez çizileceği açıktı. Bu sınır devlet biçimlerine, devlet fonksiyonlarının eklemlenmesine, ekonomik iktidarın ilişkilerine, devlet aygıtının işleyişine olduğu kadar, mücadele içindeki güçlerin ilişkisine bağlıdır.” (Poulantzas, SİTS, s.221-222)
Bu noktada kısaca Poulantzas’ın bahsettiği yalıtma etkisinden, yalıtılmışlıktan bahsedelim. Bu ifadeyi çok sık kullanır ve önerdiği kuramın anlaşılması için önemlidir. Devletin özerk alanı hukuki alan bireyleri sınıf aidiyetinden yalıtır, onları yurttaş olarak çağırır. Diğer bir boyutu ise, kapitalizmin bireyleri atomize etmesi ile ilgilidir. Bu Marx’ın da bahsettiği yalıtılmadır.
Çeşitli üretim tarzlarına karşılık gelen, köleci, feodal, kapitalist gibi çeşitli devlet biçimlerinden söz edebiliriz. Bunun yanında kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplumda diğer devlet biçimlerinin özelliklerini de taşıyan bir devlet söz konusu olabilir. Nedir peki kapitalist devlet tipinin özelliği? Poulantzas kapitalist devletin özgüllüğünün devlete bu ekonomik düzeye karşı özerk olması olduğunu ifade eder. Kapitalist devlet egemen sınıf ve fraksiyonlardan görece özerktir. Burada ‘görece’ ifadesi çok önemlidir. Devlet ünitesi sınıf ilişkilerinden kopuk değildir, bir egemen sınıfın doğrudan aracı da değildir, sınıflara karşı eşit mesafede görünür ve görece özerktir. “Görece özerklik, devlete somut konjonktüre göre egemen sınıfın herhangi bir fraksiyonunun uzun erimli ekonomik çıkarlarına müdahale etme olanağı da verir: Bunlar, kendi politik sınıf çıkarının gerçekleşmesi için bazen gerekli olan uzlaşma ve özverilerdir.” (Poulantzas, SİTS, s.333)
Tam burada, hemen yukarıda değindiğimiz meşruluk tipleri, Bourdieu’nun devlete ilişkin ayrımları ve üstteki paragrafta bahsedilen devlet tipleri konusunun bağlanması ve açıklığa kavuşması için Poulantzas’ın Weber ile tartışmasına değinmeliyiz. “Weber’in ideal tipinin oluşması, aynı ‘soyut’ tipe ait çeşitli gerçek görüngüler arasındaki farklı sapmaları yerleştirmekten ibarettir.” (Poulantzas, SİTS, Belge Y. s.151) “Devletin ve otoritenin ideal tipleri ise terimin dar anlamıyla yapıları değil, son tahlilde ‘aktörlerin’ tavır ve davranış güdülerini kapsar.” “Marksist sorunsalda daha çok bir üretim tarzının bölgesel düzeyinin kavramını üretmeye çalışıyoruz. Bunu da, bir toplumsal somut gerçek olgusundan soyutlama yoluyla değil, bu üretim tarzı kavramının ve onu belirleyen düzeylerin eklemlenmesinin kuramlaştırılması süreciyle yaşıyoruz. Modeller ya da şemalar bilimi belirli bir bilimin özgül nesnesini dikkate alamayan nosyonlara yol açar: aslında bu nesne şemalaştırılmış somut gerçeklik değil, salt kuramsal oluşturulmuş bir kavram olabilir.” (Poulantzas, SİTS) Poulantzas, Weber ‘ideal tip’ ile Hegelci ‘somut evrensel’ kavramsallaştırmasının benzer olduğunu söyler ve Weber’in Lukacs’ın tarihselci yorumunu beslediğini savunur. Bu konuyu derinleştirmek konumuz açısından bir sapma olacaktır, konu ile ilgili kaynaklara bakılabilir. Şu kadarını söyleyelim, Weberci teoriyi tarihselci ve işlevselci teorilere bağlayan şey, Poulantzas’a göre toplumsal yapının değerleri ve amacı olan toplumsal öznenin ürünü olarak düşünülmesidir. (Poulantzas, Büyük Britanya’da Politik Marksist Teori)
Kapitalist üretim ilişkilerinde üretim araçlarıyla üreticilerin ayrılmış olması, yurttaşlık sıfatı ile hukuki politik üstyapının görece özerkleşmesi ve hukuki ideolojiye yedirilerek, görüntüde eşit, özgür yurttaşlar topluluğu görünür. Kapitalist öncesi biçimlerde kastlar, insanlar arası farklar, dinsel ideoloji veya kendine özgü hukuki ideoloji olarak ortaya çıkardı. Öte yandan hukuki-politik bölgenin egemenliğindeki burjuva ideolojileri farklı özel biçimler alabilir. Bunlar birbiriyle karşıtlıkları içinde ‘liberal’ veya ‘totaliter’ olarak adlandırılabilir. “Yargıların bu özerkleşmesi, yansımasını sınıflar mücadelesi alanında, ekonomik sınıf mücadelesinin -ekonomik toplumsal ilişkiler- ve politik sınıf mücadelesinin -politik toplumsal ilişkiler- özerkliğinde bulur.” (Poulantzas, SİTS, s.321) Devlet kurumlarında bu mücadeleler açık olarak görünmez. Uzlaşmaz karşıtlıkları gizleyen farklı ideolojilere sahiptir ve bunu çok çeşitli yöntemlerle kitlelere aktarır. Devletin bu kurumsallaşmış iktidarı, tüm bu ilişki ve mücadeleler üzerinde halk-ulusu temsil etme iddiasında olan bir ünite sunar. Poulantzas, devletin hukuki politik üstyapısıyla ideolojik fonksiyonunun ilişkisinden, üstyapının ideolojiğe indirgenmesi sonucunun çıkarılmaması gerektiği konusunda uyarır. ‘Halk egemenliği’, ‘egemenlik milletindir’ sloganları ve hukuki normlar bu ilişkinin ifadesidir. Tüm bu devletin ‘genel çıkarı temsil eden’, ‘halk-ulusun politik birliğinin temsilcisi’ ve ‘bölünmez kurumsal kişilik’ görüntüleri yanında Poulantzas’ın şu ifadesi önemlidir: “Kapitalist devletin hukuki-politik bölgesi fiilen, tamamen politik olan iktidarın (kamusal) kurumsallaşmış ünitesi olarak örgütlenmiştir; ancak bu örgütlenme bu bölgenin, bir öğeler birliği (yurttaşlar) ünitesinin, yani kurumlarında ekonomik belirlemenin ve dolayısıyla bu yurttaşların sınıf aidiyetinin bulunmadığı bir ünitenin kurucusu olarak kabul edilmesi ölçüsünde gerçekleşmiştir.” (Poulantzas, SİTS, s.326) Devletin meşruluğu bu kabulün yeniden üretilmesi ile sürdürülür.
Hukuki politik özerkliği, devletin, egemen sınıfların ekonomik çıkarları ile doğrudan ilgili görünmemesidir. Ama bu onların politik çıkarları ile ilgisiz olduğu anlamına gelmez. Kapitalist devleti anlamak için bu nokta çok önemlidir ve Poulantzas’ın büyük katkısıdır. Devlet açıkça bunu savunur; ‘adalet mülkün temelidir’ der, mülkiyet ilişkilerini savunur. Tekil devletler kendi tarihsel koşulları ve özgünlüklerine ve meşreplerine göre, ezilen sınıfları koruyacak hukuki kurumsal önlemleri de alırlar. Devlet, bu uzlaşmazlıkların oluşturduğu toplumsal ilişkileri uzlaştırmaya çalışır, bu kararsız dengeyi fazlasıyla sofistike (bazan sadece baskı ile) araçlarla korur ve bunu yaparken kendisini halkın çıkarını koruyan, ulusal birliğin temsilcisi olarak kabul ettirir. Devletin meşruluğunu sürdürmesi bu temsile inancı ve itaati sürdürmesi ile olur.
Kapitalist devletin görece özerkliğinin politik alanın özerkliğinden kaynaklandığını söyledik. Peki bunun nedeni nedir? Poulantzas bu soruya kısaca şu şekilde cevap veriyor: “Burjuvazi hegemonik örgütlenme düzeyinde kendi özgün politik partileriyle çıkma konusunda yeteneksizdir” (bunun istisnaları vardır). Sebebi kendi iç çelişkileri, fraksiyon çatışmalarıdır. Adam Przeworski, sınıf bazında politik örgütlenme konusunda en iyi işçilerin girişebileceğini söylüyor. Oysa der, kapitalistler kendilerini ancak ahmaklık anlarında demokratik koşullar altında bir sınıf olarak temsil ederler. Burada şunu eklemek isterim ki, devlet adına söylenen tüm bunlar tamamen zorunlu modeller değildir. Köken tartışması olarak devletin oluşumu eşitsizliğin ve sınıfların ortaya çıkışı ile zorunludur, ancak bu tartıştığımız formlar büyük oranda olumsaldır. Bu görece özerklik oldukça yerinde bir tespittir ve ulus olgusunun bunda büyük etkisi vardır. Doğrudan kendi örgütleri ile yöneten bir burjuvazi yerine egemen sınıfa karşı özerk pozisyonda olan ve ulus çıkarını temsil eden bir hegemonya meşruluk üretme konusunda çok daha avantajlıdır.
Totalitarizm tartışmalarında, Poulantzas’ın koyutlarının totaliter özellikli devletler ile uyuşmadığı eleştirileri yapılmıştır. Oysa O, devlette bu eğilimin tam da çizdiği devlet kuramını desteklediğini ifade eder. Her şeyden önce, kapitalist devlet, “halk ulusun özdeş, uyumsuz, homojen gördüğü kendiliklerin ünitesi olarak” meşrudur. Sınıflar mücadelesi gizlenir, sınıflar devlet altında bunlardan yalıtılmıştır. Burada şunu vurgulamalıyız ki, daha önce sınıf bahsinde değindiğimiz gibi, sınıf mücadelesinin gizlenmediği ekonomik sınıf mücadelelerinde devlet çerçeveyi çizmiştir, işçi haklarını kendi içinde ve belli sınırlarda arama hakkını güvence alarak onu reformist bir düzeyde tutar. Totalitarizm koşullarında ise, sınıf aidiyetleri hiç bir temsil düzeyinde yürümez. Benzeri durum -farklı bir konu olsa da- faşizm koşullarında da vardır. Poulantzas, bu devlet biçimlerinin özellikle egemen sınıfların kriz yaşadığı dönemlere denk geldiğini hatırlatır. Faşizm analizlerinde Poulantzas, faşizmin kapitalist devletin bir tipi olduğunu söyler. Siyasal bir bunalıma tekabül eden dönemlerde ortaya çıkan olağanüstü bir formdur. Burada şunu eklemeliyiz, çeşitli zayıflıklar nedeniyle bu olağanüstülüğün olağan olduğu, burjuva demokrasisinin olağan dışı görülebileceği örnekler olduğunu biliyoruz. Baskıcı dönemlerde devlet kurumları yeniden düzenlenir. Özerk hukuki alan, tamamen politik alanın denetimine girebilir. Hatta polis ve askeri kurumları merkezde yer alabilir. Örgütsüzleştirilmiş küçük ve orta burjuvazi, devlet organizasyonuna kitlesel destek sunabileceği gibi tamamen sindirilmiş de olabilir. Kapitalist devlet biçiminden bahsederken, onun ile ilgili olağanüstü biçimlerin de söz konusu olduğunu vurgular. Faşist devlet, tam da bu bahsedilen olağanüstü biçimdir. Bu biçimde ekonomiye müdahale biçimi değişir, iktidar bloğu ve hegemonya ilişkileri yeniden düzenlenir. Diğer ideolojik aygıt içindeki kurumlar (bkz. İdeoloji bahsi), göreli özerkliklerini tamamen kaybetmiştir. (Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, FD)
Poulantzas devlet algısını, özcü bir kavrayıştan uzak durur, ona özne ya da nesne değil, sınıf ilişkilerinin yoğunlaşması olarak bakar. Lenin’in devleti topyekun ve araçsal algıladığını düşündüğü yaklaşıma mesafelidir. Eleştirdiği halde Gramsci’den fazlasıyla faydalanır.1 Kapitalist devleti sınıflar mücadelesinin özel alanı olarak inceler. Bunun sonucunda bir göreli özerklikten bahsettik. Devleti aynı zamanda “egemen sınıf ve fraksiyonların ilişiklerindeki özgül fonksiyonundan hareketle de incelemeliyiz”. Bu doğrultuda, egemen fraksiyonların karakteristik bir araya gelişi olan bir iktidar bloğundan söz edilebilir. Poulantzas, bu iktidar bloğunda büyük toprak sahipleri, burjuvazinin ticari, sınai, mali fraksiyonları olduğunu söyler. Kapitalist Üretim Tarzının egemen olmayan kesimlerin, sınıfların temsil karakteri ve çişitli sınıf ve fraksiyonların politik arenada görünüş şekilleri ve bunu sağlayan yapılar iktidar bloğunu oluşturur. Kapitalist devlete özgü özel bir durumdur ve hegemonya kavramı ile bağlantılıdır. Kapitalist devlet yapısı içinde çeşitli sınıf ve fraksiyonlar eşzamanlı olarak egemen olabilir. “Daha doğrusu kapitalist devlet, politik sınıf mücadelesi alanıyla olan ilişkisinde, yani sınırların durumu olarak kavranan ilişkide, kendi kurumlarının iç oyunuyla iktidar bloğunun kurulmasını mümkün kılar.” (Poulantzas, SİTS, s.267) Poulantzas’ın belirttiği gibi Marx ve Engels bu kavramı kullanmamıştır ama devlet ilişkilerine ilişkin tespitleri ona uygundur. Bloğu oluşturan sınıf veya fraksiyonlardan birinin hegemonyası söz konusu olabilir. Devlet, kendini oluşturan bu iktidar bloğundan, bloğu oluşturan egemen sınıf ve fraksiyonlardan yine görece özerktir. Poulantzas, bunun bir hakemlik pozisyonu olarak yorumlanmaması ve bu ilişkiler alanı olan devletin bu unsurlardan ayrı, ilişkide ve özerk pozisyonda olduğunu anlamak gerektiğini vurgular. Burada şunu eklemek istiyorum; Poulantzas’ın bu tespitleri yaptığı dönem dünya kapitalizminin belirgin bir ayraçtan geçtiği, neo-liberal yükseliş ve sosyalist blokun çökmeye yüz tuttuğu bir tarihselliğe denk gelmekte. O günlerden bu yana dünya ekonomik sisteminde bir takım değişiklikler oldu. Büyük toprak sahiplerinin, sınai, mali, ticari kapitalistlerin birleştiği, birbirinden ayırt edilemez hale geldiği bir dünya kapitalist sistemi var artık. Bilhassa söz konusu iktidar bloğu kavramı olmak üzere devlete dair incelemelerde tüm bunların göz önünde bulundurulması gerekiyor. Kısaca egemen iktidar bloğundan hala bahsedebileceğimizi ancak, fraksiyonları eskisi gibi tanımlamanın güç olduğunu söylemek isterim. İktidar bloğu, ittifak kavramından ayrıdır. İttifak bu unsurların çıkar çelişkisini içerir. “örneğin iktidar bloğunun küçük burjuvazi ile yaptığı politik bir ittifak, ona karşı verilen yoğun bir ekonomik mücadeleyle ya da onunla yaptığı ekonomik ittifak onun politik temsiliyetine karşı verilen yoğun bir politik mücadele ile birleşir.”2
Kapitalist devlet idealleştirmelerinde sürekli güçler ayrılığından bahsedilir. Yasama, yürütme ve yargı ayrılığıdır bu. İdealde bu organların ilişki içinde ve özerk olmaları gerekir denir. Poulantzas, incelemesinde yasama ve yürütme ayrılığını vurgular. Ona göre güçler ayrılığı, “bu bloktaki sınıf ve fraksiyonların kompleks ilişkisine bağlıdır.” Ayrıca farklı sınıf veya fraksiyonların farklı kurumsallaşmış yerlerde belirginleşeceği (kristalleşeceği) durumlar için bu ayrılığın olduğunu söyler. “Bu anlamda kurumsal güçlerin ayrılığı, bir iktidar bloğu karşısında işlev gören devletin tipik karakteristiğidir.” (Poulantzas, SİTS, s.357) Bu noktayı Poulantzas’tan biraz farklı açıklıyorum. Söz konusu ayrım yine O’nun ifade ettiği gibi, egemen sınıf fraksiyonları ve iktidar bloğu ile ilintili olarak, ama kurulmuş, üretilmiş kendi içinde ideal bir sistemdir. Meşruluk arayışına ve özerk yapıların denetlenmesini sağlayacak şekilde benimsenerek kurulmuş bir organizasyon olduğu fikri bana doğru görünüyor. Bunu destekler şekilde Poulantzas, bu ayrımın farklı sebepleri olduğunu, örneğin yürütmenin bürokrasi, polis ve orduyu da kapsadığı için teknik faktörler dolayısıyla olduğunu söyler.
Güçler ayrılığında, iktidar bloğundaki fraksiyonların bölünmesi, yoğunlaşması, belli sınırlarda mücadelelerinin yaşanması söz konusu olabilir. Bir dönem Türkiye’de yaşanan vesayet tartışmaları böyle bir durumun Türkiye’ye özgü sonucu idi. Ayrıca bilinçli veya bilinçsiz bir yanılgıya dayanıyordu ve vesayet kalkacak ve demokrasi gelecek söylemleri tamamen saçmalıktı. Bu seçimler, parlamenter sistem eşittir millet iradesi, millet iradesi eşittir demokrasi yanlış algısından kaynaklanıyordu. Temsil sisteminin sorunları bir yana, parlamenter bir faşizm pekala mümkündür. Poulantzas’ın da belirttiği gibi, Lenin’in kapitalist koşullarda işçi sınıfı için en iyisi dediği ‘demokratik cumhuriyet’ ideal işleyen bir parlamenter sistemdir denilemez.
Gördüğümüz gibi, kapitalist devlet diğer üretim tarzları dönemlerinde olandan farklı olarak, özerk hukuki-politik üstyapının özgül durumuna sahiptir. Bu durum, Poulantzas’a göre kapitalist devlete ekonomikten görece özerk bir pozisyon sağlar. Politik iktidarın özgün ünitesinden doğan bir özgünlüktür. “Burada bu devlet tipinin görece özerkliğinden de doğrudan doğruya devletin yapılarıyla üretim ilişkileri arasındaki ilişkiyi, devletle sınıflar mücadelesi alanı arasındaki ilişkiyi, özellikle de bu devletin iktidar bloğundaki sınıf ya da fraksiyonlardan, daha yaygın bir anlamla müttefik ya da desteklerden görece özerkliğini anlıyorum.” (Poulantzas, SİTS, s.299) Poulantzas bu özgüllüğün, kapitalist devletin egemen sınıfın aracı olarak değerlendirildiği ‘araçsal’ anlayıştan kurtardığını savunur.
Siyasi partiler ile temsil sistemine ait açık alana politik sahne diyor Poulantzas. Bu politik sahne ve devlet biçimlerinin kombinasyonu ise politik rejimi ifade ediyor. İktidar Bloğundaki güç ilişkileri, devlette politik sahnenin gelişim şekli bunu belirler. Devlete ilişkin söyleyebileceğimiz ve her devletin kendi içinde değerlendirilmesi gerektiğini söylediğimiz özellik, devletin hem kavram olarak hem de devletlerin kendi içlerinde esnek karakteridir. Özerk politik alan bir güç oyunu sahnesidir ve bu esneklik gerektirir.
Devleti anlamak için ‘politik elitler’ konusu anlaşılması gereken hususlardan biridir. Poulantzas, Marksizm içi veya Marksizm dışı bazı hataların yol açtığı çıkarımlardan bahseder. Örneğin, ‘ekonomik olarak egemen sınıfın politik olarak ta egemen olması gerektiği’ ve ‘devletin egemen sınıfın doğrudan aracı olduğu’ fikri gibi. Bürokrasiye ilişkin pek çok teori bu anlayışların sonucudur (burada değinmeyeceğiz, bu satırlarda Poulantzas’ın bakışını özetlemekle yetinelim). Bürokrasi özel bir sınıf ya da sınıf fonksiyonu olmak durumunda değildir. Bürokrasi, “devlet aygıtına aidiyetle ve kurumsal iktidar ile kurduğu özel ilişkiyle belirtilir, politik düzeyde ise devletin sınıf fonksiyonuyla belirlenebilir.” Bürokrasi bir sınıf değildir, sınıf fraksiyonu değildir. Ancak, bir sınıf aidiyeti vardır (küçük-orta burjuvazi, burjuvazi, toprak soyluluğu gibi). Burada şu soruyu soralım; “devletin üretim sürecinde doğrudan rolü olabilir mi?” Bunun dünyada ve Türkiye’de pek çok örneği var. Veyahut, yakın dönemden pek çok iktisadi işletmeye atanan kayyumları düşünelim. Poulantzas’tan cevap arayalım; birincisi, bunları devletin politik iktidarıyla sınırlamak gerekir. Bahsettiğimiz bürokratlar memurdur, atanır, azledilir, devlet ‘görevini’ ifa etmiştir. İkincisi, eğer üretim ilişkilerinde devlet varlığı ile bir yer edinmiş ise artık ilgili bürokratlar fiili olarak bir burjuvadır (burada siyasi temsil olarak devlet ideolojisi taşıyacaklardır hali ile, pozisyonları ve katılımları ile burjuvaziye dahil olurlar). Bürokrasinin özgül bir kategori oluşturması, tam da içinden çıktıkları sınıf aidiyetleri ile belirlenmemiş olmaları nedeniyledir. Bir bürokratik iktidardan söz edildiği durumda anlamalıyız ki, bu aslında hegemonik sınıf ya da fraksiyonun iktidarıdır. Bonapartizm ve Kemalizm tartışmalarını hatırlayalım ve bu zeminde düşünelim. Marx Bonapart’ı sınıf aidiyetinden bağımsız olarak iktidarını temsil eden ideolojiye ‘burjuva dini’ demişti. Poulantzas, Marx, 18 Brumaire’den şunu aktarıyor “Oysa bürokrasi, mutlak monarşi döneminde, Birinci Devrim sırasında ve Napolyon döneminde burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. Restorasyon döneminde, Louis-Philippe döneminde, Parlamenter Cumhuriyet döneminde ise egemen sınıfın aracıydı.”
Aşağıda devlet hakkındaki teorik fikirlerini incelediğimiz Jessop’un takdirleri yanında, Poulantzas’a eleştirileri de vardır; devlet açıklamasında boşluklar vardır der. Devletin yapıştırma faktörü olarak yorumlanmasında tutarsızlık olduğunu iddia eder; bahsedilen yapıştırma, tekelci sermaye hegemonyasında örgütlenen iktidar bloğunun başarısıyla gerçekleşiyor olmasını sorunlu bulur. Zira “devletin yalnızca tekelci sektörden çok iktidar bloğunun bir aracı olduğunu söylemektedir.” Ayrıca, devlet iktidarının etkilerinin kapitalizmin hakimiyetiyle kuşatıldığı görüşünün hakim sınıfın çıkarına çalışan bir araca indirgenmesi olduğunu savunur. Bizce bu çelişki gibi görünen hususların konunun çetrefilliğinden kaynaklanmakla birlikte, devletin pek çok çelişkili durumu içeren (Güney Çeğin’in deyimiyle) adeta bir gayya kuyusudur.Bu durum Jessop’un da kabul ettiği gibi, devletin bir ilişkiler sistemi olmasından kaynaklanır. Jessop devam eder; “Devleti ya ekonomik temelden bağımsız kabul etmekte ya da herhangi bir konuda bağımsızlığını inkar etmektedir.” (Jessop, DT, s.48) “Polantzas’a göre, devletin kapitalizmin hakimiyetindeki bir toplumsal formasyon içine gömülü olması, aynı zamanda onun sınıfsal doğasını garantilemektedir. Bu sonuç, Poulantzas’ın işlevselci devlet görüşünden çıkmaktadır -çünkü bu tür bir devletin işlevi, zorunlu olarak kapitalizmin hakimiyetindeki toplumun bütünlüğünü yeniden üretmektir.” (Jessop, DT, s53)
Jessop, Poulantzas’ın bireysel vatandaşlık hakkında söylediklerini ve yalıtma etkisi fikrini takdir eder: “toplumun tüm üyelerinin, sınıfsal aidiyetlerine bakılmaksızın eşit haklarla donatılmış politik özneler olarak oluşumu, sadece onların ekonomik failler olarak biçimsel eşitliklerini tamamlamakla kalmamakta, aynı zamanda atomize olmalarını ve bireyselleşmelerini teşvik ederek politik yönetim düzeyindeki özsel eşitsizlikleri gizlemektedir.” (Jessop) Yalıtma etkisi fikrinde, ekonomik failler, kapitalist ilişkileri sınıfsal ilişkiler olarak değil karşılıklı yalıtılmış bireyler olarak ve/veya parçalanmış işçi ya da kapitalist gruplar arasında rekabet halindeki ilişkiler olarak yaşarlar. Jessop bu etkinin ekonomik ilişkilerin tüm alanına yayıldığını ve tüm üretim tarzlarına ait sınıflara da nüfuz ettiğini hatırlatır.
Jessop, hukuk ve politik alanın ekonomi ile olan kuramsal ayrılığı kabulünün bu alanların incelenmesi için uygun olduğu ve gerekli teorik fırsatı verdiğini söylerken bunun ekonominin belirleyiciliği rolüne ilişkin sorunlar oluşturduğunu söyler. Bu kabulün ekonomik alanın ve ekonomik pratiklerin somut etkilerini ihmal etmeye yol açabileceğini savunur ve Poulantzas’ın devlet ve hukuk tahlillerinin bir aşırı-politikleşmeye kendini teslim edebileceğini ifade eder. Aslında bir bakıma Jessop’un kendi ile de çelişkiye düşer göründüğü bu eleştiride derdi, ekonominin son yargıda (kertede) belirleyiciliği fikridir. Bu durumun belirsiz bir ritüeli andıran bir bileşim olduğunu söyler. Bu konuya ileride değinilecek.
Diğer bir eleştirisi, devletin politik sınıf hakimiyetinin yapısal özelliği ile hakim sınıfların ideolojik ve politik pratiklerle bu hegemonyayı kuruşu arasındaki yapı-pratik gerilimine ilişkindir. Poulantzas’ın bunu ‘yalıtma etkisi’ ile ifade etmesi ve devleti ilişkiler alanı olarak görmesi Jessop’a yetmez ve O’nu devletin ‘yapısal seçiciliğini abartmak ve sınıf hakimiyetindeki politik mücadelenin etkisine çok az yer vermekle eleştirir. Jessop’un bu eleştirisinde Poulantzas’a daha yakın durduğumu söylemeliyim. Ancak, Jessop eleştirisini ilerletir; “Poulantzas, belirli konjonktürlerde sermeye birikimi gereksinimleri ve politik güçler ve/veya ideolojiler arasındaki olumsal ilişkiyi ayırmaktan ziyade, çoğunlukla politik partilere ve diğer aygıtlara ve/veya belirli ideolojilere zorunlu bir sınıfsal aidiyet yüklerken aynı zamanda da entelektüel, ahlaki ve politik liderlik uğruna mücadelenin sınıfsal olmayan (örneğin cinsiyet, etnik, gençlik) hareketlerinin rolünü ihmal eder.” (Jessop, DT, s.96) İşte burada Jessop’a hak veriyorum. Devletin ve iktidar bloğunun oluşumunda bu sınıfsallık dışı hareketlerin politik etkisinin belirleyici olabildiğini söylemeliyiz. Ayrıca sosyal analizlerde sınıfı hiç görmeyenler kadar tüm açıklamaları bir sınıfsallığa yedirme çabasının sefaletine de sıklıkla rastlanmaktadır. Peki bu durum ekonominin son yargıda belirleyiciliğini yanlışlar mı? Jessop’a göre -ki bu en ağır eleştirisidir- “her şeyi yüksek bir soyutlama düzeyinde birkaç ilke ışığında açıklama çabasına girmektir.”
Poulantzas, etkili bir devlet teorisi ve modern devleti anlamak için muazzam önemdedir. Artık ciddi her devlet çalışmasının referansı olmuştur. Bazı örnekler; Paul Thomas, Martin Carnoy, Bob Jessop gibi, incelememiz dahilindedir. Bu çalışmaların da hatası ve sevabıyla neler dediklerine bakmadan önce, Poulantzas merkezli Marksist ideoloji teorisine göz atalım.
İdeoloji:
Devletin baskı ve ideolojik aygıtlarından bahsedilecekse, Marksistlerin daha ziyade birincisi ile ilgilendiklerini ikincisine ilgilerinin Gramsci dışında daha yüzeysel olduğunu söyler Poulantzas. Gramsci, devletin sadece güç aygıtı değil hegemonya örgütleyicisi olduğunu ifade eder. Devlet, kiliseyi, okulları, partileri, haber aygıtını da içermektedir. (Poulantzas, FD). Aşağıda ideoloji bahsinde belirtildiği gibi Poulantzas, devletin her ne kadar baskı ve ideoloji temel görüntüleri altında işlevini gerçekleştirdiği belirtilse de, devlet bunların dışında ‘doğrudan iktisadi işlev’ de üstlenebilir. Devlet, toplumsal koşulların yeniden üretimi yanında iktisadi üretimi de gerçekleştirir. Genç Türkiye Cumhuriyeti ilk dönemlerine bu açıdan bakılabilir. Ancak, bu işlev baskı ya da ideoloji ana görünümü altında uygulanır. (Poulantzas, FD)
Bu noktada bir uyarıda bulunmak istiyorum. İdeoloji bir kavram, soyutlama olarak anlaşıldığında bahsedilen etkileri kullanırken dikkatli olunmalıdır. Burada vurgulananın devletin ideolojileri de kullandığı ve kitlelerin algılarının, yaşam tarzlarının yönetildiği bir mekanizmadan bahsedilmektedir. Bu durumun ideolojinin etkisi olarak anlaşılması önemli sorunlar doğurmaktadır. Felsefi olarak idealist bir sapma olacağı gibi, politik olarak yanlış değerlendirmelere yol açar. Poulantzas’ın ideolojik aygıtlar olarak ifade ettiği hegemonya üretiminde devletin güç kurumları ve söyleminin de etklili olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki, Poulantzas ve gördüğüm kadarıyla diğer teorisyenler buna değinmiyorlar.
“Kapitalist devlet tipinin egemenlik altındaki sınıflarla kurduğu özel ilişki ideolojik düzeyde ortaya çıkar.” (Poulantzas, SİTS, s.225) Marksizm içindeki belirgin ayrımlar ideoloji konusunda da söz konusudur. Poulantzas’ın ifadesiyle genç Marx’ın ideoloji algısının merkesinde yabancılaşmış özne bulunmaktadır. “Özne reel içinde somut özünden yoksun kalır -çünkü bu reel kavramı kuramsal olarak öznenin ontolojik nesnelleşmesinden hareketle kurulmuştur- ideoloji de öznenin yanıltıcı özünün hayali bir dünyadaki projeksiyonunu oluşturur; bu kısaca öznenin özünün, ekonomik toplumsal reel içinde ideal (nesneleşmiş, yabancılaşmış) bir biçimde yeniden kuruluşudur.” (Poulantzas, SİTS, s.226) Marx’ta ideoloji yanlış bilinçtir ve üstyapıya aittir, altyapı tarafından belirlenir (Bourdieu’nun haklı itirazını hatırlayalım). Marx’ın camera obscura analojisi ile ifade ettiği ideoloji bir yanlış bilinç olarak egemen sınıfa hizmet eder. Ancak, basit altyapı üstyapıyı belirler formülü ile ideoloji sorununun anlaşılamayacağı açıktır. İdeolojilerin birbiriyle etkileri, ilişkileri ile değerlendirilmelidir. Klasik Marksist formülde yanlış bilinç dolayısıyla bilimin karşısında konumlanır.
Marksizm içindeki tarihselci hümanist yorum özne üzerine yoğunlaşır ve toplumsal sınıfı kendiliğinden ve yabancılaşmış bilince sahip özne olarak görür. Bu sorunsal ideoloji ve yabancılaşmayı özdeşleştirir. “İdeolojiler bir bilincin -sınıf bilinci- ya da bir özgürlüğün -praksisin özgürlüğü- özneyle yabancılaşmış ‘ürünleri’ olarak değerlendirilmiştir.” (Poulantzas, SİTS, s.226) İnsan ‘özüne’ ancak komünist toplumda dönecektir. Dolayısıyla ideolojiler ortadan kalkacaktır. Bilinç bilimsel saydamlığa kavuşacaktır. Bu toplumda bu yabancılaşmayı kıracak ayrıcalıklı ve kurtarıcı sınıf proletaryadır. “Gramsci’nin tarihselciliği görüldüğü için, Marksist kuramcıların birçoğu hegemonya kavramını Lukacksçı sorunsala bağlayan bir anlamda kullanırlar.” (Poulantzas, SİTS, s.227) Hegel’in somut evrensel bütün kavramıyla ilişkilendirebileceğimiz, Lukacsçı özne-sınıfı merkezi ilkesi olan dünya görüşü ile bu bütünleşmeyi sağlayacaktır. Bu dünya görüşü ile praksis içinde özne-sınıf kendi tarihini yapar. Yabancılaşmadan kurtulmuş işçi sınıfının bu ideolojisi aynı zamanda Marksizmde ifadesini bulan ‘bilimdir’. Zira proletaryanın öznelliği evrensel, nesnel yani bilimseldir.
Bu yaklaşımın sorunlu olduğunu savunuyoruz. Bir sınıfın varlığı bir düşünceyle özdeşleştirilemez. Zira sınıf olarak yapısal ontolojik konumlanması bir sistematik düşünceye indirgenemeyeceği gibi, sınıf olarak eylemesi de belirli bir ortak düşünce olarak yansıma bulmaz. Tarih fikirsel özler bahşetmez, kavramlar sunmaz. Tüm kavramlar eleştiriye tabidir.
Poulantzas, Gramsci’nin hegemonya kavramı ve onun Lukacsçı sorunsalda ele alınmasının doğurduğu sıkıntıları açıklar. “Burada toplumsal bir formasyon ünitesinin, yani toplumsal ‘bütünün’ hegemonik bir sınıfla ilişkilendirildiği algılanır. Sınıfın hegemonyası, ilke olarak kendisini belli bir formasyonun ünitesine yerleştiren bir dünya görüşünün kurulmasına denk düşecektir.” (Poulantzas, SİTS, s.231) Gramsci’nin ‘tarihsel blok’ kavramı , Hegelci tarihsel şimdiki zamanın formülasyonudur, tarihin ifadesine dönüşen ideolojidir. Buna rağmen Poulantzas Gramsci’nin özgünlüğünü teslim eder ve onun klasik Marksist ideoloji anlayışından ilk sıyrılan düşünür olduğunu söyler.
Bu sorunsala göre “egemen ideoloji ile tarihin öznesi, yani ‘kendi için’ sınıf arasındaki genetik ilişki”nin (Poulantzas, SİTS, s.233) sonucu bize topluma ait soruların cevaplarını verecektir. Bize soruyu sınıf öz bilinci ile mi, yanlış bilinç ile mi hareket ediyor diye sorar. Poulantzas, bu algının olumsuz sonuçlarını, ideolojilerin aşırı politikleşmesi sorunu olarak koyar ve eleştirir. Söz konusu sorunsal ideolojileri “toplumsal sınıfların boyuna asılmış politikalar” haline getirir. “ideolojik yapı, bir sınıfın politik örgütlenmesine, bu örgütlenme de, kendi için sınıf olarak, tarihin öznesi olarak yükseltecek özgün bir dünya görüşünün kurulmasına indirgenmiştir -politik sınıf bilinciyle dünya görüşüne ait fonksiyonun özdeşleştirilmesi.” (Poulantzas, SİTS, s.234)
Bu sorunsal, kavramlar olarak ifade bulan ideolojilerin etkileşimini açıklayamaz. “Bu ideoloji anlayışına göre her sınıf bir anlamda kapalı bir ortamda işlev görecektir ve bu sınıfların ideolojisinin dışında bir dünya olması mümkün değildir. Bu nedenle egemen ideolojinin işçi sınıfı ideolojisinin egemenliği üzerindeki etkileri anlaşılamaz. Bu doğrudan, kendiliğindenciliğin çeşitli biçimlerine ve pratik sonuçlarına yol açar: işçi ideolojisi yalnızca evrensel proletarya-sınıf ideolojisi olma olgusuyla, Marksist bilimin anahtarlarının sahibi olarak değerlendirilir.” (Poulantzas, SİTS, s.238)
Peki Poulantzas nasıl bir ideoloji anlayışı önermektedir? Öcelikle ‘yanlış bilinç’ olgusunu tamamen reddetmez, bunda haklılık payı olduğunu düşünür, ancak bu şekilde ifade edilmesi Poulantzas’a göre sorunludur, bu şekliyle bir yabancılaşma ve yanlış bilinç sorunsalına indirgenmemelidir. Althusser’in meşhur tanımıyla ideoloji, bireylerin gerçek varlık koşullarıyla kurdukları temsili ilişkidir. Bir özne-sınıfla ve onun yanlış bilinciyle tanımlanamaz. Faillerin yaşanmışlıklarıyla ve onları algılamalarıyla ilgilidir. “Ayrıca Gramsci’nin de gösterdiği gibi ideoloji, yalnızca basit biçimde bilginin daınık ögelerini, nosyonları vb. değil, ama aynı zamanda simgeleştirme süreci, mitsel yer değiştirme, ‘zevk’, ‘stil’, ‘tarz’, kısaca genel olarak ‘yaşam tarzı’nı da içerir.” (Poulantzas, SİTS, s.241) Burada Bourdieu’nun simgesel alan tespiti ve ideoloji kavramına alerjisini hatırlayalım. Poulantzas, egemen sınıf ilişkilerinin, egemen ideolojinin üst belirleyeni olduğunu savunur. “İdeoloji, görece olarak, örneğin ahlaki, hukuki, politik, dinsel, ekonomik, felsefi, estetik vb. diye karakterize edilebilen bölgelere ayrılmıştır.” Farklı koşullarda bu bölgelerin herhangi biri belirgin olabilir. Poulantzas’ın ilginç bir iddiası var; “ideolojinin rolü yalnızca, her zaman belirleyici olan ekonomik düzeyi değil, aynı zamanda egemen role sahip olan düzeyi, özellikle de bu düzeyin egemenlik olgusunu gizlemeye dayanmaktadır. Bu özel gizleme görevini çeşitli nedenlerden dolayı en iyi yerine getiren bölge, kesinlikle ideolojinin egemen bölgesi olur.” (Poulantzas, SİTS, s.244) Tüm bu alanlar egemenin meşruluğunu kurmaya hizmet etse de, belirleyici olanın -Bourdieu’nun aksine- politik güç olduğunu savunuyoruz. Ancak burada çıplak güç mü, simgesel güç mü gibi bir soru sorulabilir. Bunu birbirinden belirgin olarak ayırmamak gereklidir diye düşünüyoruz. Politika çok çeşitli araçlarla yürütülür ama nihai amacı açık güç avantajı elde etmektir. Bu politik güç ki, kitleleri baskılamaya, harekete geçirmeye yarar, gücünü de oradan alarak yeniden üretir. Kitleler sadece tek başına kendilerine dayatılmış ilüzyonlar veya çarpıtılmış fikirler ile harekete geçmez. “çerçevesinde egemenlik altındaki sınıfların burjuva sınıfına isyanını ‘kendi kendine’ sürdürdüğü ayrıcalıklı söylev (toplumsal adalet, eşitlik vb.) egemen ideolojinin hukuki-politik bölgesinin egemenliği altındadır.” (Poulantzas, SİTS, s.246) dahası politik egemenlikçe belirlenir.
İdeoloji bahsini kapatmadan meşruluk kavramı üzerinde durmak faydalı olacaktır. Poulantzas, meşruğuluğun egemen ideolojinin özgül politik etkisini gizlediğini söyler. “Politika bilimi için meşruluk -ya da ‘politik kültür’- genel kural olarak politik yapıların, bir sistemin failleri tarafından kabul görme tarzını belirtir. Bu nosyon M. Weber’in ardından, tarihsel özne anlayışına bağlı olan ve bir formasyonun ideolojik dilinde, toplumsal aktörlerin pratiğe yönelik amaçlarını ortaya çıkaran fonksiyonalist sorunsala girmiştir. Bu bağlamda, ideolojik olarak belirtilen şey, yani bir formasyonun merkezi yargısının anlamın ve kuramsal fonksiyonunu edinir; burada antropolojik kültüralizm anlayışını görürüz.” (Poulantzas, SİTS, s.257) Meşruluk burada, politik egemenin normatif yapılara uygun olup kabul görmesi olarak değerlendiriliyor. Bu tarz bir değerlendirmede bazı sorunlar ortaya çıkabilir der Poulantzas. Birincisi, ideolojiğin ve meşruluğun özgün fonksiyonun abartılması. Burada Bourdeu’yu hatırlayalım; sembolik alan olarak tabir ettiği tam da budur ve Poulantzas’ın bu uyarısını açık bir Bourdieu eleştirisi olarak not edebiliriz. İkincisi, “M. Weber’in otorite tipleri gibi politik yapıların, meşruluk tiplerine dayanan tipolojisine yol açmıştır.” (Poulantzas, SİTS, s.258)
Egemenlik altındaki sınıflar kendilerini sınıf olarak ortaya koymaları, devletin meşruluğu altında söz konusu olabilir. Burada benimsenen ideoloji egemen baskın söylemi aşamayabilir. “Örneğin egemenlik altındaki sınıfların ‘politik demokrasi’ye karşı tavrı, genellikle ‘politik demokrasinin öteki biçimlerini’ talep etme tavrıdır. Bu tavır her zaman, kendisine karşı muhalefetin referans modelini de oluşturarak egemenleşen bir meşruluğa katılım tarzı olmuştur.” (Poulantzas, SİTS, s.259) Tam da Poulantzas’ın yukarıda bahsettiği meşruluk tipleri ile ilgili sorun burada ortaya çıkar, devletin başka meşruluk tiplerini sunabilmesi. Bunun dışında, Weber’in tipolojisine ait eleştirisine aşağıda değiniliyor.
1“Kapitalist formasyonların hegemonik sınıf yönetimindeki egemenliğine, bir sınıf ya da fraksiyonun kendisini halk ulusun genel çıkarının cisimleşmesi olarak sunmayı ve böylece egemenliğinin, egemenlik altındaki sınıflar açısından özgül politik kabulünü başarması yoluyla uygulanan hegemonya kavramı, burada egemen kapitalist ideolojinin sözü edilen özgül karakteristiklerini belirtir.” (Poulantzas – age s.256)
2Poulantzas – age s.286 Burada küçük burjuvazinin temsili mümkün bir sınıf olarak mı yoksa iktidar blogu içindeki fraksiyonun sınıfsal niteliği olarak mı ele alındığı belirsiz olmakla birlikte, ikincisinin mümkün olduğunu ifade etmek isterim.