(önceki yazının devamı)
d) II. ve III. Enternasyonal’de üretici güçlerci bakış
Üretici güçlerci ve ilerlemeci bakış esas olarak II. Enternasyonal’de kendini gösterir. Tamamen Avrupa partilerinden kurulu II. Enternasyonal’de Avrupa-merkezci bakışın etkisi derin olmuş, savaşa karşı mücadele için kararlar alındığı halde, başlamasıyla birlikte, bir ikisi dışında (Rus, Macar… ), hepsi kendi hükümetlerini desteklemiştir. II. Enternasyonal, Marksizm’i, tamamen ekonomizme indirgemiştir. Ekonomik gelişmelerin ortaya çıkardığı imkânlar karşısında ilgisiz ve ekonomik yasalara körlemesine bağlıdır. Üretici güçlerdeki gelişmenin dönüştürücülüğünü esas alarak her türden öznel müdahaleyi önemsizleştiren ve sosyalizmi bir kalkınma modeline indirgeyen, evrimci bir bakış açısına sahiptir. Hâlbuki “Tarihin devindirici gücü nedir?” ve “Devrim hangi koşullarda gerçekleşir?” sorularının cevaplarını, sadece üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzlukta aramak, bütüncül bakış açısından yoksunluğuyla problemlidir. Bilinç öğesinin-öznenin, geniş deyimle sınıflar mücadelesinin rolü ihmal edilemez. Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki karşıtlık “nesnel” durumdur. Bu karşıtlığın içinde gelişen sınıf mücadelesi ise “öznel” durumdur. Devrimi, bir üretim tarzından diğer bir üretim tarzına geçişe indirgemek, II. Enternasyonal’in ekonomist Marksizm’inin bakış açısıdır.
Asıl olarak Bolşevik Parti’nin yön verdiği III. Enternasyonal, II. Enternasyonal’den bir kopuş olarak ortaya çıktı. Onun savaş karşısındaki tutumunu mahkûm etti ve sosyalizmin ancak kapitalizmin olgunlaştığı ülkelerde gerçekleşebileceği öngörüsünü Ekim Devrimi pratiğiyle yıktı. Bolşevikler, teoride öngörülmeyen bir devrimi gerçekleştirdiler. Gramsci’ye göre bu, “Kapital’e karşı devrim”di. Teoriye göre devrim, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”da belirtilen (“Bir toplumsal oluşum, içerebileceği bütün üretici güçler gerekir yeterlilikte gelişmeden önce asla yok olmaz”) biçimde tasarlandığı için, kapitalizmin geliştiği Batı Avrupa ülkelerinden bekleniyordu. Fakat devrim üretici güçlerin gerekir yeterlilikte geliştiği Avrupa’da değil, gelişmediği Rusya’da oldu.
Marksizm’e göre başlangıçta, bir üretim tarzı içinde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında bir uyumluluk yaşanır. Üretici güçlerde devam eden gelişme bir süre sonra önceki gelişkinliğe göre şekillenmiş üretim ilişkileriyle çelişkiye düşer ve bir uyumsuzluk süreci başlar: “Toplumda var olan maddi üretici güçler, gelişmelerinin belli bir araşmasında, varolan üretim ilişkileriyle (…) çelişkiye düşerler. Sözü edilen ilişkileri üretici güçlerin gelişim biçimleri olmaktan çıkıp aynı güçler için ayak bağı oluşturmaya başlarlar. İşte o zaman, toplumsal devrim dönemi gelip çatar.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz). Teoride belirtildiği gibi, Avrupa’da bir toplumsal devrim gerçekleşmez. Sınıf çelişkileri, sömürgelerden gelen birikimle yumuşatılır. Bundan dolayı üretici güçlerdeki gelişme karşısında üretim ilişkileri kendini yenileme imkânını ele geçirir, uyumsuzluk aşılır. Marks’ın yanılgısı şuradadır: Marks, kapitalizmden sosyalizme geçişin koşullarını açıklarken, bunu bütünüyle, dış etmenleri yadsıyarak, kapitalizmin kendi iç çelişkilerine dayandırarak yapmaya çalıştı. Bu doğrultuda kapitalizmin işleyiş yasalarını, krizlerini, karın kaynağı olan artı değeri izah etti. Önsöz’de, toplumsal devrimin koşullarını, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğa bağladı. Bilimsel bir gerçeklik olarak sermayenin ve karın kaynağında artı değerin (yani emek gücünün) bulunduğunu açıklayan temel tezi doğruydu ama kapitalizmin sömürgecilikle ilişkisinin yarattığı sonuçlar da ihmal edilmemeliydi. Kapitalizm, yalıtılmış bir sistem değil tam tersine artı değere el konulması dışında, sömürgelerden beslenen bir sistemdir. Dolayısıyla toplumsal devrimi, dış koşullardan yalıtarak sadece üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki içsel ilişkiye göre tariflemek sorunludur. Eğer ki kapitalizm, dış koşullardan yani sömürgecilikten bağımsız olsaydı ve sadece kendi birikimiyle gelişmesini devam ettirseydi, devrim, tam da Önsöz’de belirtilen şekilde gerçekleşebilirdi. Marks, kapitalizmi, en saf haliyle dış koşullardan bağımsız kapitalizm olabilirmiş gibi; devrimi de yine sadece iç çelişkileriyle gerçekleşebilirmiş gibi tarifledi. Bundan dolayı politik anlamda, kapitalizmin sömürgelerde yarattığı vahşeti açığa çıkarmadı, sömürgeleri ve orada gelişebilecek mücadeleyi bir özne olarak görmedi. Bir bütün olarak sömürgecilik onun gündemine ciddi bir sorun olarak girmedi. Bunu, Marks’ın insana olan duyarsızlığı ile açıklamak kesinlikle doğru değildir. Bu, sadece Marks’ın sorunlara ve çözümlere fazlasıyla ekonominin yasaları üzerinden baktığını gösterir. Marks’ın bütün derdi, devrimin nasıl olacağını bilimsel bir biçimde gösterebilmekti. Ve bunun da kapitalizmin iç ilişkileri açığa çıkarılabildiği ölçüde gerçekleşeceğini düşündüğü için, kapitalizmi, ekonominin yasalarına indirgeyerek çözümlemeye çalıştı. Marks’ın hem politik anlamda sömürgeleri bir özne olarak görmemesi hem de kapitalist birikimi, dışarlıklı ilişkiden bağımsız sadece içsel iktisadi yasalarla izah etmesi sorunludur. Bu sorun, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğun devrimi doğuracağını öngören teorinin zayıflamasına neden oldu.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uyum yasasını tek bir ülkedeki devrimin nasıl gerçekleşeceğini irdeleyen bir yasa gibi değerlendirmekten ziyade, bunu, Dünya çapında bir sistem olarak, bir üretim tarzından diğerine (örneğin feodalizmden kapitalizme) geçişi izah eden yasa gibi görmek kimi sorunları ortadan kaldıracaktır.
Bolşeviklerin, üretici güçlerin olgunlaşıp üretim ilişkileriyle çelişki içine düşmesini beklemeden sürece müdahale ettiğini ve bunun ardından Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği biliniyor. Bolşevikler ve Lenin’de simgeleşen bu iradi müdahale, “nasıl oldu da ortaya çıktı?” meselenin cevabı, Rusya’nın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumla ilgilidir. Sosyalizm bir sistem olarak ortaya çıktıktan sonra, kapitalizme henüz geçmiş ya da önceki ilişkileri yaşayan ülkeler için, Avrupa’nın yaşadığı evrimin takipçisi olmak gerekli değildir. Bu durum Rusya için de geçerlidir. Aydınlar, Rusya’nın ortak köy toplulukları üzerinden, Avrupa’da kapitalizmin gelişme döneminde insanların yaşadığı acıları yaşamaksızın, kendine özgü bir yol tutturarak yürüyebileceği iddiasındaydılar. Kuşkusuz evrimci tarzda ilerlemeyi savunan Kadetler veya Menşevikler böyle düşünmüyordu. Onlar köy toplulukları dağıtılmadan kapitalizme geçilemeyeceğini ya da Menşeviklerde olduğu türden kapitalizm yaşanmadan sosyalizmin imkânsız olduğunu düşünmektedirler. Lenin’in de içinde bulunduğu “çoğunluk”, sürece devrimci tarzda müdahaleden yanadır. Lenin’in böyle düşünmesini sağlayan, Narodnik Hareket ve Herzen, Çernişevski gibi düşünürlerin Rusya’daki varlığı ve nesnel koşulları değiştirmeyi sürekli zorlayan tarihsel bir geçmişe sahip olmasıdır. Lenin’in, üretici güçlerin yeterince olgunlaşmadığı koşullarda, toplumsal devrimi mümkün görmeyen Marks’tan farklı olarak, devrimin iradi bir müdahale ile gerçekleşebileceğini öngörmesi Marksizm’e yaptığı büyük bir katkıdır. Kuşkusuz Avrupa’da benzeri mücadele deneyleri yaşandı. Blanqistler bunun bir örneği. Fakat bu hareketlerin varlığı Rusya’daki kadar güçlü bir gelenek yaratmadı. Çünkü; birincisi, Marksizm bu görüşlerle çok mücadele etti. İkincisi, kapitalist sistem Avrupa’da oturmuş bir yapıya sahipti. Birçok ayaklanma bastırılmış ve dolayısıyla sistemin kolaylıkla yıkılmayacağı anlaşılmıştı. Rusya’da ise güçten düşmüş bir Çarlık rejimi ve zayıf bir kapitalizm yaşanmaktaydı. Bu da sistemin her an yıkılabileceğine olan inancı kuvvetlendiriyordu.
II. Enternasyonal’deki üretici güçlerci evrimci bakışın ve teorideki üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uyum yasasının sorunlu yanlarını gösterdikten sonra bunun III. Enternasyonal’deki yansımaları üzerinde durmak gerekir. Ekim Devrimi pratiği ve III. Enternasyonal’in kuruluş düşüncesi, II. Enternasyonal’in zihinsel anlamda reddedilmesi anlamına gelmektedir. Ekim Devrimi’nin bizzat kendisi üretici güçlerin gelişmesini yani kapitalizmin olgunlaşmasını salık veren, evrimci-ilerlemeci anlayışı reddederek, gerçekleşti. Fakat devrimden kısa bir süre sonra bu zihniyetten köklü biçimde kopulamadığı açığa çıktı. Her ne kadar devrim Rusya’da gerçekleşmiş olsa bile, ancak Batı’da gelişebilecek bir devrim sayesinde ayakta kalınabileceği düşünülüyordu. Yani devrim teoride öngörülenin tersine üretici güçlerin geliştiği Batı’da değil, gelişmediği Rusya’da gerçekleşmiş olduğu halde, Lenin, sonraki devrimlerin Rusya benzeri ülkelerde gerçekleşmesini beklemekten ziyade, teoride öngörüldüğü şekliyle Batı ülkelerinden devrim beklentisi içine girdi. Bu gerçekleşmeyince, tıpkı çokça eleştirilen II. Enternasyonal mantığında olduğu gibi, sosyalizm, esas olarak yeni bir bilinç durumunun yaratılması olarak tariflenmekten çok, üretici güçlerdeki gelişmenin derecesine göre tanımlandı. Üretici güçlerdeki gelişmenin kendiliğinden sosyalist insanı yaratacağı varsayıldı. Sonrasında bütün çaba üretici güçlerin geliştirilmesi için harcandı. Sosyalizm, üretimde bolluğu gerektirir ama buna indirgenemez. Asıl hedef, insanların karnını daha çok doyurmak değil, bütüncül insanı yaratmaktır. Fakat reel sosyalizm üretici güçleri çok hızlı biçimde geliştirmesine rağmen bunu beceremedi. Bu da onun sonunu hazırladı. ‘89’da koca sistem çökerken, kitlelerdeki yabancılaşmanın boyutu o denli derinleşmiştir ki, hiç kimse yıkımı durdurma çabası içine girmedi. Böylece tek ülkede sosyalizmin zafer kazandığını açıklayan 17. Kongre (1934) kararları ve SSCB’nin komünizme geçiş aşamasına vardığını ilan eden 1936 Anayasası, anlamsız hale gelmiştir. Bu yıkım, aynı zamanda II. ve III. Enternasyonal’e hâkim olan zihinsel düşünüşün çöküşü demektir.
Bütün bunların ardından şu söylenebilir: Sosyalizmi yeniden tarif etmek zorunludur. İnsanlığın yeniden, eskisini aşamayacak bir sosyalizme ihtiyacı yok. Bundan dolayı reel sosyalizmin ve onun teorik arka planına temel teşkil eden teorik görüşlerin çok derinlikli biçimde eleştirilmesi gerekir. Yeniden yapılanma tam da bunun için gereklidir ve asıl yapılması gereken iş, teoriyi ve pratiği yeniden kurmak-yeni bir sosyalizm kurgusu oluşturmaktır. Kuracağımız sosyalizm asıl olarak bütüncül insanı-sosyalist bireyi yaratmalıdır. Hep daha fazla üreten, sosyalizmi bollukla tarifleyen ve bu üretim düzeyine ulaşmak için insana hiçbir biçimde boş zaman bırakmayan, üretim üzerinden tanımlanmış bir sosyalizm değil, insan merkezli bir sosyalizm istiyoruz. Gelişkin sosyalist demokrasiye ve doğrudan demokrasinin araçlarına sahip, çok partili, parti ile devlet aygıtının ayrıştığı, ideolojinin resmi devlet ideolojisine dönüşüp donuklaşmadığı, devleti küçülten, ulusalcı ve kendi içine kapalı olmayan bir sosyalizm… Marksizmi Doğu’dan üretilecek tartışmalarla yerelleştiren, Komüntern’in üretici güçlerci yanını eleştiren, bölge devrimi perspektifli, aşırı üretimi yanlışlayan, bilim ve felsefe arasında açılan makası kapatmayı hedefleyen bir perspektif geliştirmelidir.
Yeniden yapılanmanın en temel ayağını teorinin yeniden inşa edilmesi oluşturacaktır. Bundan dolayı reel sosyalizmin ve ona temel teşkil eden teorik açılımların eleştirisi üzerinde durduk. Yeniden yapılanmayı sağlayacak bütün teorik tartışmalar bundan ibaret değil. “İnsanlığın nasıl bir sosyalizme ihtiyacı var?” sorusuna verilen cevapların her biri yeniden yapılanmayı inşa edecek teorik açılımlardır.
Kuşkusuz bütün bu tartışmaların cevabını bulmayı başarmak, yaşanan pratiklerin ardından teoriye yeni bir perspektifle bakabilmek ve 21. yy sosyalizmini tarifleyebilmek tek başına Türkiye’den yapılacak tartışmalarla sonuçlandırılamaz. Teorinin ve pratiğin yeniden inşa edilmesi sadece Türkiye Solu’nun değil, Dünya çapında sol’un bir sorunudur. Üstelik sadece Türkiye’den verilecek yanıtların sınırlı olacağı da biliniyor. Marksizm, Dünya çapında yeniden, aynı zamanda yereller üzerinden üretilecektir. Avrupa’da geliştirilen Marksizm, Güney Amerika’daki ve Asya’daki toplumsal hareketlerle dünyalılaşacaktır. Marks’ın dönemine göre dünyanın daha da bilinebilir hale gelmesinin ve antropoloji, arkeoloji, psikoloji, özcesi bütün bilimlerin bir bütün olarak gelişmesinin sonuçları Marksizm’e içerilmelidir. Marksizm, kuruluş aşamasında bile tek bir ülkenin sınırları içinde ve sadece bir bilim alanına yaslanarak kurulmadı. İngiliz ekonomi politiğinin, Alman felsefesinin ve Fransız ütopik sosyalizminin kurucu öğeler olarak tariflendiği biliniyor. Buna 18. yy Fransız materyalizmini de eklemek gerekir. Bugün dünden farklı olmayacak. Teori yeniden Dünya çapında kurulacak. Kuşkusuz bunu yaparken, Marks ve Engels sonrasında Marksizm’e yapılan katkıların yeniden değerlendirilmesi gerekir.
En genel anlamda, Batılı Marksistlerin gelişme çizgileri incelendiğinde şu tür sonuçlar ortaya çıkmakta: Kautksy, Bernstein ve bazı görüşleriyle R. Lüksemburg, üretici güçlerdeki gelişmeyi esas alarak, evrimci-ekonomist bir çizgiyi savundular. Özellikle Bernstein ve Kautksy ortodoks biçimde Marksizm’e bağlı kaldılar. Fakat sonrasında Batılı Marksistler (Althusser hariç, Lukacs, Korsch, Gramsci, Frankfurt Okulu düşünürleri, Sartre…) ters bir çizgide ilerlediler. Marks’ın ekonomik-politik üzerindeki değerlendirmelerinden çok, “Genç Marks”ın yabancılaşma, ideoloji, hümanizm analizlerini tartışmaya yöneldiler. Bilince, öznel öğelere ve kültürel çoğulculuğa ağırlık verdiler. Marksizm’in özneyi ihmal eden, nesnel zorunlulukların yön verdiği katı determinist bir çizgide yorumlanmasına karşı çıktılar. Reel sosyalizm, onlar için bir hayal kırıklığı oldu. 1935-37 mahkemeler dönemi, sosyalist bireyin geliştirilmesine önem verilmemesi, Kafka’da anlatılan yabancılaşmanın benzerinin Sovyetler’de yaşanması eleştiri konusu haline getirildi. Batı Marksizmi’nin başlangıçta savunduğu görüşlerin ardından böylesi bir çizgiye gelmesinin nedenleri iyi değerlendirilmelidir. Birincisi; Batı Marksizmi’nin, işçi hareketlerinin yenilgisi ve sonrasında uzlaşması, faşizmin yükselişi ve iki dünya savaşının yarattığı moralsizlik ortamında şekillendiği biliniyor. Sınıfa karşı güvensizlik vardır. İnsanların ideolojik etkilenmenin etkisiyle gerçeklerden koptuğu düşünülmekte ve bundan dolayı ideoloji başta olmak üzere üst yapı kurumlarına olan vurgu artmaktadır. İkincisi; üretici güçlerdeki gelişmenin, hiç de beklendiği gibi Batı’da sosyalist devrime neden olmadığı, üstelik bu gelişmenin insanın kendisiyle ve doğayla olan yabancılaşmasını artırdığı, reel sosyalizmde de üretici güçler gelişmesine rağmen benzer yabancılaşmanın yaşandığı eleştirisiyle, Batı Marksistleri, iktisadi süreçlere ve Rusya Marksizmi’ne tepki olarak üst yapıya ilişkin süreçlere ağırlık verdiler.
Avrupa’da gelişen Marksizm, Rus ve Çin devrimleriyle birlikte zenginleşti ve biraz daha dünyalılaştı. Lenin ve Mao, Marksizmi Doğu’dan ürettiler. Lenin’in Marksizm’e katkılarının olmazsa olmaz önemi biliniyor. Marksizm, Lenin’in öncülüğündeki Ekim Devrimi’yle kendini gerçekleştirdi. Hem pratik hem de teorik katkılarıyla Marksizm daha da bütünlüklü bir ideoloji haline geldi. Fakat Marksizm’in gelişme süreci tamamlanmış değildir. Yerellerdeki hareketlerden beslenerek yeniden zenginleştirilmesi zorunludur.
Marksizm hala çok yönlü biçimde çağımızı açıklayan ve geleceği öngörmemizi sağlayan bütünlüklü bir bilimsel ideolojidir. Temel doğruları yanlışlanmadığı gibi her bilimsel gelişme onu doğrulamaktadır. Fakat yaşayan bir varlık olarak “Marksizm’in güncelleştirilmesi”ne ve yaşanan onca pratiğin ardından “Marksizm’in eleştirilmesi”ne ihtiyaç var. Marksizm’in Aydınlanma’dan getirdiği izler (Hegel’in ilerlemeci bakışı, Bacon’la başlayan “doğanın fethedilmesi” anlayışı…), üretici güçlerdeki gelişkinliği her şeyin ölçüsü haline getiren vurgu, yer yer özneyi önemsizleştiren iktisadi yasaların tek belirleyici olarak tariflenmesi, Avrupa-merkezci bakışın kimi izleri, sömürgeciliğe yeterince önem vermeyen bakışı… eleştirel bir gözle Marksizm’den ayıklanmalıdır. Ayrıca üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uyum yasasında, alt yapı-üst yapı ilişkisinde bir üretim tarzından diğerine nasıl geçildiğinde ve sosyalizmin nasıl kurulacağına ilişkin sorunlarda kendini gösteren kimi çelişkili açıklamalar da yeniden değerlendirilmelidir.
Son 100 yılda dünyada meydana gelen gelişmelerin ve ortaya çıkan yeni sorunların Marksizm’e içerilmesi için güncelleştirilmesi gerekir. Güncelleştirme, meydana gelen “değişim”in sonuçlarını açığa çıkarmamızı sağlayacaktır. Kuantum fiziğinin/mekaniğinin, genetiğin, uzaya açılmanın, yapay zekânın, iletişimin ve bilişimin ortaya çıkardığı sonuçlar hızla insan yaşamına giriyor ve yeni bir bilinç durumu yaratıyor. Bunlar kuşkusuz sadece bilinçlerde değişiklik yapmıyor, aynı zamanda üretici güçleri geliştiriyor. Marks’ın dönemini düşünelim. Marks, buhar gücünün bulunmasından çok etkileniyor ve bunun üretimde ve günlük yaşamda kullanılmasının yaratacağı değişimin sonuçlarını çok önemsiyor. Dolayısıyla buhar gücünü defalarca aşan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yarattığı sonuçların açığa çıkarılması, kesinlikle üstünden atlanacak bir değişim değildir. Değişim sadece bu biçimde açığa çıkmıyor. Teknolojik gelişmenin doğada ve insan üzerinde yarattığı yıkıcı etkiler biliniyor. Teknolojideki ilerleme insanın yabancılaşmasını artırıyor, doğayı kendini yenileyemeyecek düzeyde yıkıma uğratıyor. Bunun yarattığı sorunlar-olanaklar ve ortaya çıkardığı bilinç durumu da Marksizm’e içerilmek zorunda. Ulusal sorunun artık kurucu bir ideoloji olup olamayacağı, emperyalizmin değişip değişmediği, ulus devletin ne olduğu, üretici güçlerde meydana gelen değişim, sınıfın genişleyen bileşimi, kapitalizmin krizlerle ilişkisi, örgüt sorunu… konularında Marksizm’in güncelleştirilmeye ihtiyacı var. Bu ihtiyaç en fazla sosyalizmin -gelecek toplumun yeniden nasıl kurulacağı meselesinin tarifi için gereklidir. Çünkü sosyalizm, sadece mülkiyet ilişkilerinde bir dönüşüm değil, aynı zamanda sanayi uygarlığını aşan yeni bir uygarlık anlamına geldiğinden dolayı bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktadır.
e) yeniden yapılanma kendini nasıl gerçekleştirecek?
Bugün solda yaşanan tıkanmanın sadece örgütsel-taktiksel-politik açılımlarla aşılayamayacağını, ancak dünya çapında yaşanan sorunlarla bağlantılandırıldığı ölçüde kavranıp çözülebileceğini belirtik. Bu durum teorinin ve pratiğin yeniden yapılandırılması anlamına gelir. Çok yönlü ve derinlik biçimde kendini yenileyemeyen sol’un kalıcı başarılar elde etmesinin imkânı yoktur.
Yeniden yapılanma bir zorunluluktur. Çünkü bir dönemin sosyalizm anlayışı, teorinin kavranışı ve ona dayanarak kurulan reel sosyalizm pratiği çökmüştür. Bu durumda, yaşanan sosyalizmleri referans alarak kurulan grupların hiç bir şey olmamış gibi yürümelerinin imkânı yoktur. Yeni ve köklü bir değerlendirme zorunludur. Zaten mevcut halleriyle siyasal örgütler büyük bir boşluk içindedir. Dayandıkları eski dünyalar yıkılmış, yerine yeni bir şey koyamamışlardır. İdeolojik anlamda bir boşluk yaşandığı gibi pratik anlamda da gruplar, siyasette bir özne olmaktan çıkmış ve eski dünyalarıyla gereksizleşmiştir. Bir boşluğu doldurmuyorlar. Tam tersine, bu hallerini sürdürdükleri müddetçe yeni bir çıkışın önündeki engel haline gelmektedir.
Yenilenme ve değişim zorunluluğu, bugünün bir sorunu değil. 1989 yıkımı ardından bu tartışmalar bütün dünyanın gündemine girdi. Fakat Türkiye Solu dünyadaki yıkımın farkına varamadı. Kürt hareketinin yarattığı siyasal iklimi kendi mücadelesinin bir sonucu gibi gördü ve rutin yürüyüşüne devam etti. Kürt yükselişi, sol’un sorunları görmesini engelledi. Ne zaman ki, (1999’da) Kürt hareketi geri çekildi/çizgi değiştirdi, ancak o durumda sol kendi gerçekliğiyle baş başa kaldı ve sorunların kısmen farkına varabildi.
Yeniden yapılanmanın en önemli ayağı teorik yenilenme olacaktır. Fakat bu tek başına bütün ‘külliyat’ın yeniden okunması ile değil, bununla birlikte, pratik mücadelenin geliştirilmesiyle sağlanacaktır. Teoriyi sadece teoriden üretmenin imkânı yoktur, pratik şarttır (“Feuerbach Üzerine Tezler”). Teorik ve pratik ayağın bu zorunlu ilişkisi, yeniden yapılanmanın hem aşağıdan yukarıya hem de yukarıdan aşağıya kurulması anlamına gelir.
Yeniden yapılanma eski dünyaların yıkılması, eskimeyen ileri yanların içerip aşılmasıdır. Doğrusal ilerleyen yumuşak bir geçiş değil, geçmişle hesaplaşan sıçramalı bir değişimdir. Bir yandan eskiye ait kurum ve ideolojiler yıkılırken yerine yenisi kurulacak, diğer yandan ise yenisi kuruldukça eskisi yıkılacaktır. Kurarken yıkılacak, yıkılırken kurulacak diyalektik bir ilişkidir bu.
Sol’un kendini yenilemesi veya yeniden yapılanması ancak grupların bugünkü duruşlarını, varlıklarına temel teşkil eden, ’89 öncesinin referanslarına dayalı teorik ve politik zeminleri inkâr etmesi ardından gerçekleşir. Gruplar bugünkü ben’lerini oluşturan benlikleri’ni yıkmadan yeni bir dünya kuramazlar. Ancak kendileri olmaktan çıkarak, yeni bir hareket yaratabilirler. Zaten mevcut haliyle gruplar kendiliğinden bir tasfiye süreci yaşıyor. Bunu bilinçli bir sürece evriltmek gerekir. Eski dünyalar yıkılarak yerine yenisi kurulmalıdır. İkili bir süreç işlemeli. Bir yandan yenilenmenin gerekleri yapılarak yeni bir yapılanmanın -hareketin taşları adım adım oluşturulmalı; öte yandan da içerip aşılması gereken yanları dışında, eskimiş yapılar yıkılmalı-gruplar kendini öldürmelidir. Bu süreci her grubun kendi başına mı yoksa kimi grupların ortaklaşa mı geliştireceği belirsizdir.
Yeniden yapılanma süreci sol’un bir bütün olarak kendine yeni bir varoluş alanı tanımlaması demektir. Bu becerilebildiği takdirde, sol’daki bu değişimin sonuçları, mevcut dizilişinden –konumlanışından farklı sonuçlar ortaya çıkaracaktır. En azından bu düzeyde, gereksiz bir dağınıklığın olmayacağı kesindir. Öte yandan her hangi bir grubun, sol’un bütün tarihsel birikimini kucaklama imkânı çok zayıftır. Bundan dolayı bütün birikimi kucaklayıp güçlü bir eleştirel değerlendirme yapılamadığı takdirde teorinin yeniden kurulması büyük ölçüde sorunlu olacaktır.
En ileri fikirlerin bile yeni bir hayatı kurmak için tek başına yeterli olamayacağı ve illah ki örgütlü bir gücü gerektirdiği biliniyor. Arkasında örgütlü bir faaliyet olmazsa, en doğru görüşler bile kendini pratikleştirme imkânını elde edemez. Bundan dolayı bir yandan “örgütlü bir faaliyeti örgütlemeyi” diğer yandan da “yeniden yapılanma”nın görevlerini yerine getirmek gerekir. Pratik faaliyeti örgütlemenin ve yeniden yapılanmanın görevleri birbiriyle çelişmiyor.
Yeniden yapılanma, değişim, yenilenme arayışları yeni dönemi belirleyecek ve sürecin hâkim retoriği olacak. Bildik, eski biçimlerde, kendini tekrar eden tarzda yürünmeyecek. Uzun vadede devrimci kalabilmek eskinin dünyasına bağlı kalarak değil, yenilenerek gerçekleşecek. Fakat yeniden yapılanmanın görevlerini, atomize olmuş bireyler değil süreci örgütlü olarak karşılayanlar yerine getirecektir. Kendini dağıtarak, tek tek bireylerle yeniden yapılanma sürecinin örülebileceğini düşünmek oldukça riskli bir alana kapı aralamak anlamına gelir. Süreci örgütlü karşılamak esastır. Biriktirerek ilerlemek gerekir ve bu ancak örgütlü bir faaliyet varsa gerçekleşir. En ileri görüşler bile arkasındaki örgütlü faaliyetle kitlelerin ilgisini çeker. “Kendini örgütlemek” ve “yeniden yapılanma” arasında böylesine kopmaz ve zorunlu bir ilişki vardır. Birini ihmal edenin diğerinin de hakkını veremeyeceği bilinmelidir.