arama

Yeraltı İnsanı’nın Estetik Eylemi ve Gabriel De Tarde

Arif ARSLAN
Artık toplum “hizmetlerin değişimine değil, hayranlıkların ya da eleştirilerin, lehte ve aleyhte yargıların değişimine” dayanmaktadır. Bu sayede coğrafik tesadüflere değil, insan doğasındaki sosyal yeteneklerin çeşitliliğine uyumlu uluslar ortaya çıkmış oldu. Burada kişi, gerçekte kendi dengi insanlar tarafından ve çalışmalarına göre değerlendirilir, yetersiz kişilerce ya da seçim başarılarına göre değerlendirilmezdi.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

 

Kurmaca bir yapıttan söz edeceğiz ama yazarı bir hukukçu ve sosyolog. Gabriel De Tarde felsefe ve sosyal bilim ilişkisi açısından önemli bir isim. Sosyolojide Durkheim ile yaptığı tartışmayla anılmış biri; Durkheim’ı yöntemsel olarak geliştirdiği ayrımı ontoloji alanına taşımakla eleştirmiş. Haklı görünüyor: Durkheim toplumdan ayrı bireyler, bireysel ilişkilerden soyutlanmış bir toplum fikrine varıyor. Tarde ise Leibniz ve Spinoza’dan besleniyor felsefi olarak (yakın zamanlarda Tarde’ın yeniden öne çıkmasında bu felsefi hattın önemli olduğu ortada. Leibniz-Spinoza izleyicisi olduğu kadar Bergson tarafından izlenen yakın zamanda da Deleuze tarafından anılan bir isim). Leibniz felsefesinden türettiği “bireyselleştirme ilkesi”ni, sosyal psikolojinin temel yöntemsel ölçütü olarak ortaya koyuyor. Leibniz’in monadlar ilişkisini modelleyerek “Toplum-birey ilişkisi gibi bir problem yerine bireyin içindeki toplumları, toplumlar içindeki bireylikleri keşfe çıkmak…”[1] hedefinde. Ayrıca ekonomi ile bilgi arasında kurduğu hat, prekarya kavramının ortaya çıkışıyla Tarde’ı anmayı getiriyor; bu bakımdan Ekonomik Psikoloji (1902) kitabı başlı başına önemli. Bu ilgiyle adından çok zaman söz ettirecek biri. Tarde yaratma olgusuna özel bir önem vermiştir; yaratımı tam anlamıyla bireysel bir olgu olarak görür, teknikleri ve kurumları bireysel yaratımın ürünü olarak kabul eder. Entelektüel üretim süreciyle yaratılan ürünler de öykünme ile topluma yayılır; Deleuze de işte buradan bir ateş alır: Entelektüel üretimin gelişmesi “bilme isteği”ni de artırır, bilgiye ve sanata yönelik ilgi ve sevgi de artacak arzular düzlemini hareketlendirecektir. Leibniz metafiziğinden Deleuze uzanan metafizik bu çizgidedir.

Çok detaylı olmamakla birlikte bu bilgileri ve ilgileri vermek ele alacağımız Yeraltı İnsanı[2] (1904) kitabının anlaşılması açısından elzemdi. Ömrünün son yılında yazdığı bu ütopya, Tarde’ın sosyoloji anlayışıyla örtüşür. Tarde yaşadığı yüzyıldan, birkaç yüz yıllık geleceğin tarihini yazar. Yüz elli yıl süren bir savaştan sonra bir dinginlik ve ilerleme dönemi söz konusu olmuş; uluslar ortadan kalkmış, Asya-Amerika-Avrupa birliğinin eyaletlerine dönüşmüştür. Evrensel ve dokunulmaz barış ilan edilmiş, tüm hastalıkların nedeni ve çaresi bulunmuş, evrensel dil birliği sağlanmış, büyük bir ilerleme kaydedilmiştir. Britanya imparatorluğunun çöküşünden sonra Greko-Rus imparatorluğu kurulmuş, başkenti de İstanbul olmuştur. İngilizce, Fransızca gibi diller ortadan kalkmış, eski Yunanca evrensel dil olmuştur. Öylesine gelişkin bir ortam oluşmuştur ki yazarlar arasındaki yüksek rekabet yaratıcılığı arttırmış; Shakespeare, Geothe, Hugo gibi büyük yazarlar unutulmuş; buna mukabil evrensel dil sayesinde Homeros, Sophokles, Euripidies geri dönmüş, yazarlarca taklit edilir olmuştur.

Bu toplum doğanın istenildiği gibi kontrol edildiği, makinelerin gelişkin olduğu, el emeği elektrik sayesinde neredeyse gereksizleşmiştir, yalnızca çalışmaya istekli işçiler günde üç saat kooperatif usulü çalışmayı sürdürmektedir. Üretim gücü çok yüksek olduğundan zenginlik herkesin olmuştur, gelişkin insanlar ürediği için çirkinlik de ortadan kalkmıştır, Evrensel Devletin Efendisi de bir filozof-kral olduğu için insan arzusu bir sosyalist merkezileşmeye yönlenmiştir. Tarde burada açıkça Platon’un Devlet’ine gönderme yapmıştır.

Burada fazla da uzatmamak kaydıyla birkaç parantez açmakta yarar var: Bir ütopya yüzyılı olan 19. Yüzyıl bitmiş, neredeyse son ütopyalar yazılmaktadır. W.Morris’in Hiçbir Yerden Haberler, E.Ballamy’nin Geçmişe Bakış, Emile Zola’nın Emek’inin dönemidir. Bir tarafta üst sınıfın sosyalizme ilgisi söz konusudur, özellikle de Fabianlar başı çeker. Bilim ve teknolojiye büyük bir iman vardır, insanlığa huzur ve refah getireceği umulmaktadır. Bu ilerlemeci iyimserliğin Avrupa’yı izleyen dünyanın farklı yerlerinde yansımaları da vardır. A. Bogdanov’un sosyalist ütopyası Kızıl Yıldız’ı Rusya için, Molla Davudzade Nazım’ın Rüyada Terakki’sini de İslam birliğini sağlamış Osmanlı ütopyası olarak örnekleyebiliriz. Bu dönemde H.G. Wells gibi yazarların distopik kurguları da yazılmaya başlanmıştı. Engels 1895 yılında yazdığı bir mektupta gelmekte olan büyük savaşı görebilmiş, bir iki milyon kişinin ölebileceğini öngörmüştü. Tarde’ın 150 yıllık bir savaş dehşeti bu anlamda dönem açından güncel ve gerçekçi bir tahmindir.

Yararcı işlerin azalması, estetik işlere bolca zaman kazandırmış, estetik eylem büyümüştür. Üreticinin tüketiciyle ilişkisinin yerini sanatçının sanatseverle ilişkisi almıştır.

İkinci parantezi ise bilim ile edebiyat arasındaki ilişkinin üst düzeyde olduğu bir dönemden söz etmenin gereği için açalım. Edgar Allen Poe, Conan Doyle, Jules Verne, H.G.Wells önemli isimler olarak anılmalı. Yeraltı İnsanı, Jules Verne’in Dünya’nın Merkezine Seyahat ile kurgusal bir benzerlik taşır. Diğer tarafta Tarde, bir kriminoloji uzmanıydı; yargıçlık görevi dolayısıyla devlet arşivlerine ulaşabiliyordu ve bu imkanı kullanarak “Karşılaştırmalı Kriminoloji” başlıklı bir araştırma yayınlamıştır. Burada sosyo-psikolojik bilgisini, dönemin ünlü kriminologu Lambroso’nun psiko-biyolojik tiplemelere dayalı “suçluluk” anlayışına karşı, tarihsel toplumsal düzlemi öne çıkarmayı amaçlamıştır. Sherlock Holmes ciltlerinin yayınlandığı yıllarda Tarde da Taklidin Yasaları (1890), Toplumsal Mantık (1895), Evrensel Karşıtlık (1897) adlarıyla kriminoloji ufkunun önemli yapıtlarını yayımladı. Biz dönelim ütopyamıza.

Refah adını verdiği ilk bölümün ardından ikinci bölüm Felaket başlığını taşıyor. 25. yüzyıla gelindiğinde Güneş birdenbire zayıflar ve 2489 kışında bir gecede Norveç, Rusya ve Sibirya bölgesinde insanlar donarak ölür. Artık Güneş aksamaya başlamış, yeterince enerji gönderemez olmuştur; yeryüzünü buzullar kaplamaya başlar. İnsanlar yaşayacak yer bulamaz sadece Arabistan eyaletinin Petra kentine ve Sahra çölüne yerleşerek kent kurarlar ama buralar da yavaş yavaş buzulla kaplanacaktır; sahneye bir yiğit çıkar. Miltia adlı bu yiğit aslında önceki Bizans Rönesansı döneminde bir muhalif başkaldırıcıdır ama şimdi uygarlığın kurtarıcısı olur. Miltia, “artık insanlığın Güneş’e bel bağlamaması gerektiğini Empedokles, Odyseus, Aeneas ve Dante gibi yerin altına doğru gidip Dünya’nın merkezindeki ısıdan yararlanmayı öğrenmeleri gerektiğini” topluma anlatır ve izleyiciler bulur.

…uygun ortamda insan her şeyi yapabilir hatta kendi biyolojik doğasını da dönüştürebilir.

Tüm ellerin işe koyulması ve makinelerin yardımıyla yerin derinliklerine doğru tüneller açılır, kentler inşa edilir; yeryüzündeki değerli olan bütün kültür ürünleri yer altındaki kentlere taşınır; el birliğiyle müthiş işler başarılır ve yeraltı madenleri, suları enerjiye çevrilerek ışıl ışıl kentler kurulur. Her bilim ve sanat dalı için ayrı kentler inşa edilmiştir, belli bir dönem merkeziyetçi ve federalci devletler savaşsa da sanatkarların federalci anlayışı galip gelmiştir. Ressamlar, müzisyenler, heykeltıraşlar, fizikçiler, şairler, geometriciler, kimyacılar, psikologlar için her tür bilimsel ve estetik uzman için şehir (“İnsanoğlunun en az sosyal üyeleri olan sosyologlar kabilesinin neden olduğu sorunlar yüzünden felsefeciler için herhangi bir şehir yoktu.” s.47).  Endüstri ve sanatçı kentleri en iyi tasarımları ortaya çıkarmaya başlamıştır insanlık için. Yararcı işlerin azalması, estetik işlere bolca zaman kazandırmış, estetik eylem büyümüştür. Üreticinin tüketiciyle ilişkisinin yerini sanatçının sanatseverle ilişkisi almıştır. Devrin ideali “kişinin kendine hizmet etmesi ve karşılıklı olarak birbirini hoşnut etmek”tir (s.45).  Artık toplum “hizmetlerin değişimine değil, hayranlıkların ya da eleştirilerin, lehte ve aleyhte yargıların değişimine” (s.45) dayanmaktadır. Bu sayede coğrafik tesadüflere değil, insan doğasındaki sosyal yeteneklerin çeşitliliğine uyumlu uluslar ortaya çıkmış oldu. Burada kişi, gerçekte kendi dengi insanlar tarafından ve çalışmalarına göre değerlendirilir, yetersiz kişilerce ya da seçim başarılarına göre değerlendirilmezdi (s.48). Bu ülkede birlik duygusu, vatanseverliği ortadan kaldırmış; sevilen kadından başka vatan yoktu artık (s.54).

Bütün olumlulukları yanında Tarde’nin kimi muhafazakar yanları, dönemin kimi dar bakışı yeraltı ütopyasının kısıtlarını oluşturuyor; oy hakkının baba tarafından kullanılması, bilinçlerin hiyerarşisi, Çinlilerin (Doğu olarak algılayalım) pis ve kaba oluşları, gelişmeye kapalı vahşiler olması, kadının ikincil konumu, dehaların dışındakilerin çocuk yapamayışı ve bunun “insan ırkını yukarıya taşıma” amaçlı olması önemli gerilimler olarak ortada duruyor. Yukarıda değindiğim gibi ütopyalar çağının sonunda, bilimlere iman etmiş bir dönemin felsefi düşünüşünü özet olarak bu kurgu eserde bulabiliyoruz. Kurgudan çıkaracağımız alt metin insanlığın yaratacağı güzelliklerin ancak felaketlerle karşılaşıldığında ortaya çıkacağı da söylüyor bize; şu halde günümüz insanlığının apaçık bir felaketin içinden geçmekte olduğunu kabul edersek bu yıkımı bertaraf edeceklerini de ummamız gerekiyor. Tarde’ın mesajı, uygun ortamda insan her şeyi yapabilir hatta kendi biyolojik doğasını da dönüştürebilir.


[1] Ulus Baker (2007). “Tarde Sosyolojisi”, Monadoloji ve Sosyoloji içinde Giriş yazısı, s.7-8.

[2] Tarde, Gabriel De (2018). Yeraltı İnsanı, Çev. Özgür Umut Hoşafcı, Altıkırkbeş Yayın, İstanbul.