“ Yazıyorr…Yazıyorr.. Gazeteler, haydi günlük gazeteler…Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Cumhuriyet, Yeniortam!..
“Bitti mi gazeteler?”
“Sinema parası çıktı.”
“Ya Buzbağ?” (*)
“Boşver, sonra bakarız çaresine…”
“Ama Orhan gile söz verdik ya…”
“Bakarız dedik ya oğlum, merak etme. Ama bir şeyler yap sen de. Daha fazla gazete okuyan yok ki kazancımız artsın. Babandan, abinden ne bileyim işte annenden falan bul işte bir şeyler. Yoksa forsumuz kalmaz alimallah …”
“ Kaç gazete satman lazım bir Buzbağ için ?”
“Bilmem ki…Satabileceğim kadar satacağım.Bana destek çıkacak üç beş kapik bulman lazım.“
Erol, verdiği yanıtın hem yanıt hem de soru olabileceğini düşünerek gülümsedi Tekin’e. Sorular ve yanıtlar kardeşti aslında. Aynı yumurta ikizi kardeşler gibi. Sorunun olduğu yerde yanıt; yanıtın olduğu yerde de mutlaka bir soru vardı. Tekin’in yüzüne içten ve sevecenlikle baktı. Kendisinin soru olduğu yerde Tekin yanıt olabilir miydi? Pek emin değildi. Peki yanıt olsaydı Tekin soru olabilir miydi? Ondan da emin değildi…Ama Tekin’i sevdiğinden emindi. İnsan hayatta soruları mı daha çok severdi yoksa yanıtları mı? Madem kardeştiler her ikisini de sevmeli diye düşündü.
Sabahçıydı Erol. Liseye bu sonbaharda başlamıştı. Sol koltuğunda kucakladığı gazetelerin bitmesine az kalmıştı. Her gün okuldan çıktıktan sonra gazete bayiine uğrar taşıyabileceği kadar alır, gazeteleri sattıktan sonra yenileriyle tekrar çıkardı sokaklara. Bağırarak gazetelerin isimlerini tek tek sayar, sağ eliyle tuttuğu gazetenin birini sallayarak bir an önce satıp bitirmek isterdi. Kağıt paraları pantolonunun sol cebine, bozuklukları ise sağ cebine koyardı. Böylesi daha pratikti. Sağ cebinden rahatlıkla para üstünü çıkarır müşteriye verirdi. Son üç beş gazete kalınca tenha bir sokağa çekilir gazetelere şöyle bir göz gezdirirdi. Tekin genellikle Erol’un elindeki gazeteleri satıp bitirme saatini doğru tahmin eder ve Erol’u gazete sattığı sokaklarda çabucak bularak, bazen kalan gazetelere göz gezdirirlerdi beraberce. Spor sayfalarını okumayı severlerdi ama diğer sayfalara da bakmayı ihmal etmezlerdi. Özellikle güzel havalarda Dar Sokak’ta dondurmacı Dursun emminin bakkalından gazoz alıp içerken gazete okumanın keyfine diyecek yoktu. Böyle zamanlarda hem gazozlarını içer gazetelere bakarlardı, hem de sinemadan, gösterimde olan filmden veya haftaya gösterime girecek olan filmden konuşurlardı.
Sinemaya gitmeyi çok seviyordu Erol. Ama her zaman parası olmayabiliyordu. Gerçi bazen Erol, Tekin’e, bazen de Tekin, Erol’a para bulur; böylece, hemen hemen bütün filmleri izlerlerdi. Zaten bir tek Özer sineması vardı şehirde: Kışlık Özer Sineması ve yazlık Özer Sineması. Yakında gösterime girecek olan filmlerin afişleri tahtaya bir levhaya yapıştırılır ve sokak sokak elinde megafonla filmin tanıtımını yapan Ahmet abi ya da Bekir abinin eşliğinde iki yeni yetme delikanlı tarafından taşınırdı. Bağırarak gazete satan çocuklar gibi yüksek sesle; filmin adı, oyuncuların kimler olduğu, kadınlar matinesinin saatleri ve filmin ne kadar meşhur olduğu vurgulanarak çevreye duyurulurdu.
Yıl 1972 baharı ve yer Tunceli’ydi. O zaman on binin biraz üzerinde nüfusu olan bir kasaba büyüklüğündeydi Tunceli. Aslında büyüklerinden dinlemişti; Tunceli’nin eski adının Dersim olduğunu, hatta kent merkezine Kalan ya da Mameki dendiğini. Örneğin okudukları lisenin adı hala Kalan Lisesi; Munzur’un karşı tarafında bulunan mahallenin adı da halk arasında Mameki mahallesiydi. Ama bir türlü anlam veremiyordu… Bir insanın eski adı ve yeni adı olmazdı da neden kentlerin ya da köylerin hem eski adı vardı hem de yeni adı?
Erol, kolunu Tekin’in omzuna atarak koltuğundaki son beş gazeteyi de satmak için kalktı ahşap iskemleden. Birlikte Kışla caddesinden Tepe Başı’na doğru yürüdüler. Tepe Başı’ndaki lokale genellikle memurlar, öğretmenler ve kentin okumuş yazmışları uğrar; iskambil oyunları oynar, yemek yer ve içki içerlerdi. Gündüzün bu saatinde (O yıllarda gazete öğle saatlerinde ancak gelir ve dolayısıyla akşama kadar gazete satışları sürerdi) pek kimse olmasa da belki gazete satacakları birilerini bulabileceklerini düşünerek Munzur Mahallesi’ne giden yolun dönemecine kadar yürürlerken; kentin biricik sineması olan Özer Sineması’nın neredeyse her işini gören (icabında hem bilet satan, hem kapıda biletleri kontrol eden, hem de gösterimdeki filmlerin afişleriyle mahalle mahalle dolaşıp duyuruda bulunan) Ahmet abiyle karşılaştılar.
“Ne o bacaksızlar, bitirmediniz mi malları?”
“Üç-beş tane kaldı abi”
“Ooooo !..Akşam, Hürriyet, Tercüman, Yeni Ortam…Her maldan var yani. Ver bakalım bir Yeni Ortam da Ekmekçi’yi okuyalım.”
“Valla Abi en iyi malı seçtin”
“Nasıl yani?”
“Hem en pahalı gazete hem de bu gazeteyi Özkan abi de okuyor”
“Hangi Özkan Abi ?”
“ Töb-Der var ya, onun başkanı”
“Ne varmış yani O okuyorsa?”
“Tunceli’nin en bilinçli adamı oymuş diyorlar.”
“Yani bilinçli olduğuna göre malın iyisinden de anlar değil mi?”
“Valla abi en bilinçliymiş işte…”
“Hadi bakalım öyle olsun. Yarın gündüz matinesinde hangi film var biliyor musunuz?”
“Ağıt !.. Yılmaz Güney.”
“Aferin !. O zaman yarın geliyorsunuz. Biletleriniz benden.”
Sinemacı Ahmet, 25-30 yaşlarında, orta boylu, hafif tıknaz, düz siyah saçları hep sağa doğru taralı, sürekli sol eli cebinde dolaşan, Tuncelili çocukların Ahmet abisiydi. Kente 20 km uzaklıkta olan bir köydendi. Orta okulu bitirmiş, daha sonra okula devam edemeyerek çeşitli işlerde çalışmış ve epeyden beri de Özer Sineması’nın bir çalışanıydı. Çocuklar ondan hem korkar hem de severlerdi. Severlerdi, çünkü; Ahmet abi gündüz matinelerinde bazen biletsiz çocuklara göz yumar, sinemaya girmelerine izin verirdi. Bazen biletsiz çocukların ceplerini kontrol eder, ay çekirdeği, elma, portakal ne bulursa birazını alır, “Hadi bakalım geç, herkes oturduktan sonra boş koltuklardan birine otur.” derdi sevecenlikle. Korkarlardı, çünkü; bazen gözü hiç sevecen bakmaz, kaşlarını çatar “Biletsiz girilmez !..” diye hışımla bağırarak sinemanın girişine kadar gelen çocukları geldiklerine pişman ederdi. O yıllarda gündüz saatlerinde kadınlar matinesi de vardı. İlkokul çağındaki çocuklar, annelerinin veya kadın akrabalarının yanında ücretsiz sinemaya girebiliyorlardı. Bunu fırsat bilen bazı çocuklar hiç tanımadıkları kadınların yanında, onun çocuğuymuş gibi davranır, sinemaya girişte yakınında durur, eteğine ya da giysisinin bir kenarından tutunarak sinemaya girmeye çalışırlardı. İşte Ahmet abi en çok bu çocukları izlerdi. Eğer ceplerinde elma, portakal gibi yiyecekler de yoksa sinemaya girmek olanaksız gibi bir şeydi. Bazen elma ya da portakalın olmasının da bir yararı yoktu. Çünkü, Ahmet abi asabi bir yüzle kaşlarını çatar ”Biletsiz girilmez !” diye bağırırdı.
Özer Sineması’nın kışlık binası, Belediye Başkanlığı binasının karşısındaydı. 1937 -1938 Dersim hareketi yıllarında yapılan iki büyük Askeri Kışla’dan biri olan; o zaman içinde Valilik ve diğer devlet kurumlarının bulunduğu ve hükümet konağı olarak hizmet veren binanın kuzeyinde yer alıyordu. (Diğer askeri kışla ise, kentte görevli memurlar için lojman haline getirilmişti.) Üç-dört basamak merdiven çıkılarak giriş kapısından girildiğinde, karşıda ‘Bilet Gişesi’ yazan yerden bilet alınır ve bilet kontrolünün yapıldığı sağ kapıdan içeri salona girilirdi. Salon, beyaz perde önüne kadar ahşap sandalyelerle doluydu. Sandalyelerin aralarındaki boşluklardan zemini süsleyen renkli mozaikler görülüyordu. Locaları yoktu. 20-30 seyircinin ancak oturabildiği bir balkonu ve balkonun altında karanlıkta, özellikle sessiz sahneler izlenirken film makinesinden çıkan, hırıltılı seslerin geldiği makinist dairesi vardı.
Yazlık Özer Sineması ise muhteşem bir yerdeydi. Kent merkezini derin bir vadiyle ikiye ayıran Munzur Çayı’nın kıyısından bakıldığında; adeta kayanın başına oturtulmuş bir kartal yuvasını andırıyordu. Lojman olarak kullanılan eski askeri kışlanın hemen yanı başında, Tepe Başı’ndaki memur lokaline sırtını dayamış, altındaki derin vadiyi ve karşıdaki mor dağları seyreder bir konumdaydı. Havalar ısınmaya başlayınca, hummalı bir çalışma başlar; badana ve boyalar yapılır, ahşap sandalyeler elden geçirilirdi. Beyaz perdeden, döşemeye, bilet satış gişesinden, makinist dairesine kadar sinemanın tüm bölümleri yapılan bakımdan memnun seyirciyi beklerdi.
İşte burada; yaz geceleri, yıldızların altında film izlemenin tadı hiçbir yerde yoktu. Gürültülü olmayan sahnelerde, aşağıda gürül gürül akan Munzur’un sesi kulakları tatlı tatlı okşar; bazen oyuncuların diyaloglarına doğal bir fon müziği olurdu. Bu ses, bazen filmin sahneleri ile öyle çakışırdı ki; sanki filmdeki esas oğlanın sevgilisine olan aşkını dillendirir, kötülerin cezasını bulmasını çabuklaştırır; bazen de oyuncuların gözyaşlarına eşlik ederdi.
Erol, Ahmet abiden bedava sinemaya gitme sözünü almanın sevinciyle Tekin’in sırtına bir şaplak vurarak “ Hadi hallettik sayılır! Buzbağ da tamam artık. “ dedi ve kalan son gazeteleri satmak için memur lokalinin yolunu tuttular.
Ertesi gün Erol ve Tekin, kışlık Özer sinemasının gündüz matinesinden yeni çıkmış; Şavak Bakkaliye’den alışveriş yapıyorlardı. Ağıt filminden hayli etkilenmişlerdi. Eşkiya Çobanoğlu karakteri, doktor kız, jandarma, komisyoncu… Bütün oyuncular birer birer geçiyordu gözlerinin önünden. Uzanıp raftan aldıkları Buzbağ şarabı, tarttırdıkları tulum peyniri, zeytin, sade helva…Sanki birazdan bunları alıp yuvarlanıp duran kayalıklara o viran köye götürecek; “beyaz şalvarlı” eşkiyalarla orta yere bir sofra kuracak; “Sivaslının” yanık sesi eşliğinde paylaşacaklardı…
“Başka bir şey istiyor musunuz?”
“Yüzelli kuruşluk da sarı leblebi” dedi Erol Şavak Bakkaliye’nin yaşlı sahibi Rıza amcaya ve ekmek parası dışında kalan son paralarını da leblebiye harcadıktan sonra Orhanlar’a “sürpriz” yapmak için çıktılar bakkaldan. O zamanlar bakkallarda ekmek satılmazdı.
Mayıs ayının ilk günleriydi; güneşi bütün canlılığı ve parlaklığıyla tepelerinde hissediyorlardı… Ilık ve tatlı bir sıcaklıkla bedenleri gevşemiş, rahatlamış bir durumda güneşe ve Munzur’a bakıp filmdeki kavurucu sıcaklığı anımsayarak taze somun ve tırnaklı açık ekmek almak için Dar Sokağı geçip sebze halinin bitişiğindeki fırına uğradılar. Taş fırının meşe odunu ateşinde pişen sımsıcak somun ve açık ekmeklerinden gazeteye sarıp sol koltuğunun altına alan Tekin;
“Asayiş berkemal!..” dedi Erol’a dönerek ve keyifle gülümsedi. Babasının, işlerin yolunda gittiğini belirtmek için sık sık kullandığı bu deyimi, anlamını pek bilmeden kullanıyordu o da.
“Orhan gile tam bir sürpriz olur” dedi Erol.
“Bütün film olduğu gibi aklımda. Baştan sona anlatabilirim…” diyen ve hala filmin etkisinde olan Tekin, sıcaklığı, sarılı gazeteden taşarak elini yakan ekmekleri sağ koltuğuna alıp:
“Jandarmalar ‘Sivaslı’yı’ öldürmeden de yakalayabilirlerdi aslında. Yazık!. Çocuklarını çok özlediği için onları bir kez olsun görmek için ayrılmıştı halbuki arkadaşlarının saklandığı kayalıklardan…” dedi.
“Film icabı işte… İlerde film çevirirsen jandarmalara öldürtmeden yakalatırsın Sivaslı’yı .”
“Ben film çevirirsem içinde ölüm olmayacak…”
“Öyle mi ?.. Çok sevdiğin Yılmaz Güney’in filmlerde öldürdüğü adamları toplasan Tunceli’ye sığmaz aslanım !.. Kavga, dövüş, ölüm olmazsa kim para verip seyreder filmleri?”
“Ama o haksızlıklara karşı çıktığı için mecbur kalıyor,”
“İyi be !.. Sen de serçelerle ve güvercinlerle film çevirirsin. Kimse kimseyi öldürmeye mecbur kalmaz o zaman, bütün çöplüklere ve viran yerlere barış gelir hemencecik. Artık dünyada ne kötülük kalır ne de haksızlıklar!.. Ya da Çirkin Kral’a bir mektup yaz, belki senin derin fikirlerinden etkilenebilir, ne bileyim…” diyerek gülümsedi Erol ve Tekin’in iyimser, aynı zamanda üzgün bakışlarıyla buluştu gözleri.
Şehirden Ovacık’a giden yolun parke taşlarla döşeli kısmın bittiği dönemeçten sola dönerek Orhanlar’ın evine giden sokağa, daha doğrusu arsa mı bahçe mi olduğu tam belli olmayan boşluktan geçerek sık ağaçlı düzensiz bahçeye girdiler. Kavakların arasından geçip kocaman dut ağacının altından basık, toprak damlı evin pencerelerine baktılar. Saat öğleden sonra üç suları olmasına, havanın sıcak olmasına rağmen hiçbir pencere açık değildi ve perdeler kapalıydı. Eskimiş, yer yer küçük çatlakların olduğu ahşap kapı ise kapalıydı. Hiç bir ses ya da gürültü yoktu. Aynı anda anlamlı bir suskunlukla bakıştılar…
“Kimse yok mu acaba evde,” dedi Tekin, belli belirsiz…
“Ama nerede olabilirler ki… Çarşı’da olsaydılar rastlardık.” diye fısıldadı Erol. Dut ile elma ağacının arasındaki tahta masaya baktılar. Üstünde eski bir çakı ve kabuğu sanki yeni soyulmuş, pürüzleri yontulmuş ince bir kavak dalı vardı. Masanın çevresinde birinin tek ayağı kırık üç eski ahşap sandalye duruyordu. Dördüncü sandalyenin olması gereken yerde ise kocaman bir taşın üzerine ters oturtulmuş bir ahşap sebze kasası vardı.
Erol önde Tekin arkada dış kapıya doğru gittiler. Tekin, kulağını kapıya dayayarak içerisini dinlemeye çalıştı. Ama hiç bir ses duymadı. Kapıyı hafifçe içeriye doğru itince kapının kilitli olmadığını anladı. Açılan kapıdan sessizce dar bir salona geçtiler. Soldaki açık olan mutfak kapısından içeriye baktıklarında; yerde bulunan piknik tüp, eviye içinde yıkanmamış birkaç bulaşık, mutfak tezgahının üzerinde bulunan çaydanlıklar, kaşık ve çatallar, boş konserve kutuları ve yarıya kadar dolu yeşil renkli plastik su bidonunu gördüler. Erol zihninde kuşkularla, birden, dün Terzi İsmail amcanın dükkanında konuşulanları anımsadı. Her gün aldığı bir Yeni Ortam ve bir Akşam gazetesini dükkana bırakırken, istemeden kulak misafiri olmuştu konuşulanlara. Bazı olaylardan bahsediyorlardı. İsmini bilmediği ama kentte sıkça rastladığı orta yaşlı bir adam; sıkıyönetimin yaptığı tutuklamalardan, işkenceden, bazı lise öğretmen ve öğrencilerinin Deniz Gezmişler’in arkadaşı olduğu için tutuklandıklarını heyecanla ve telaşla anlattığını anımsadı. Acaba Orhanlar’a bir şey mi olmuştu!.. Erol gazetelerde yer alan haberleri anımsadı… Anlamını bilmediği muhtıra, 12 Mart, sıkıyönetim, anarşist gibi birçok sözcüğü sık sık gazetelerde görmüş, radyo haberlerinde ve insanlar konuşurken duymuştu… Bütün bu sözcüklerin anlamlarını, büyüklerin anladığı kadar anlamadığı için kızıyordu kendisine ve keşke büyük olsaydım diye hayıflanıyordu… Böyle durumlarda, eğer evdeyse aynanın karşısına geçip, avucunun içiyle yüzüne, yanaklarına, üst dudağıyla burnu arasındaki boşluğa dokunup sakal ve bıyıklarının çıkıp çıkmadığını kontrol ediyor ve bir an önce büyümek istiyordu. Büyümek ve her şeyi anlamak ne güzel olurdu!.. Ama tanıdığı koca koca adamlar pek çok şeyi bilmiyordu. O zaman Okumak lazımdı… Şimdiden bol bol okursa büyüdüğünde her şeyi anlardı. Her şeyi anlamanın ne yararı olacağını ya da neyi değiştireceğini pek kestirmese de merakını gidereceğini ve mutlu olacağını düşünüyordu ki içerden gelen bir öksürük sesinin ardından sessizce bakıştılar. Tekin;
“ Buradalar…Galiba hasta olan var sanırım ” dedi fısıldayarak.
“Aman başka bir şey olmasın da… Hastalık gelir geçer” dedi Erol tıslayarak ve üç lise öğrencisinin kaldığı evin, tek odasının kapısını açarken, kalbi göğsünden dışarı çıkacakmış gibi vuruyordu… Beyaz kireç badanası, neredeyse sarı renge dönüşmüş bu odada; önce yere serili üç yer yatağını fark etti. Loş ışığa gözleri alışınca, yorganlardan başlarını çıkarıp kapıya doğru bakan arkadaşlarının solgun yüzlerini gördü.
“ Yav bu ne hal, hasta mı oldunuz üçünüz de?” diye bağırdı Erol.
“ Bu saatte uyuduklarına göre …” dedi Tekin ve bağırdı:
“Zehirli mantar mı yediniz yoksa?”
Bahar aylarında mantardan zehirlenenlerle ilgili söylentiler duyardı sıklıkla. Günün bu saatinde üçünün birden yatakta olması, Tekin’in aklına öncelikle bu olasılığı getirmişti. Mantardan zehirlenenlerle ilgili epeyce olay dinlemişti çevresindekilerden. Aslında çok da severdi doğal mantarı. Okulların tatil olmasına az bir zaman kala, köyde yaşayan nenesine gider; haziranda köydeki çocuklarla birlikte meşeliklerde topladıkları mantarları, köylülerin “rojun “ dedikleri basit taş ocaklarda, yine meşe odununun közünde, üzerine tuz ekip bir güzel mantar kebabı yaparlardı. Nenesi sütlü mantar çorbası da yapardı ama taze meşe mantarı kebabının tadı bir başka olurdu… Meşeliklerde mantar aramanın heyecanı hiçbir oyunda yoktu. Henüz yeni çıkmakta olan mantarlar, toprağı yüzeye doğru kabartırdı. Özgün bir kabarmaydı bu. Tekin, her toprak kabartısını, altında mantar var beklentisiyle kazırdı ama çoğunlukla ya köstebek izleri olurdu ya da doğal toprak çatlakları çıkardı karşılarına. Ama köydeki arkadaşları toprak kabartılarının hangisinin mantarlara, hangisinin tarla faresi izi ya da doğal toprak çatlakları olduğunu bir bakışta anlarlardı.
Orhan, Kenan ve Ali Rıza Lise öğrencisi üç ev arkadaşıydılar. Komşu köylerden kente okumaya gelmişlerdi. Kentte büyüklerinin kiraladıkları bahçe içindeki sık ağaçlardan neredeyse görünmeyen, tek katlı, toprak damlı bir evde kalıyorlardı. Çatısı olmayan, basık, kireçten badanası yer yer sararmış ve dökülmüş olan bu toprak damlı ev; aynı zamanda Erol’un, Tekin’in ve diğer başka bazı arkadaşlarının da katıldığı buluşma yeriydi. Sıcak havalarda, bahçedeki kocaman dut, kavak ve elma ağaçlarının koyu gölgelerinde oturur, sohbet eder ve bazı basit oyunlar oynayarak keyifli zamanlar geçirirlerdi. Erol ve Tekin’den daha büyüktüler. Bu eve, sonbahar ve kış aylarında zaman zaman köyden çökelek, peynir, kavurma, dut kurusu, kak ve çeşitli kurutulmuş sebze gelirdi. Böyle zamanlarda Tekin ve Erol’a da haber salınır; onların getirdikleri Elazığ yöresinin üzümlerinden Tekel’in ürettiği Buzbağ şarabıyla şarkılar türküler söylenerek eğlenilir, fıkralar anlatılır; sinema, spor, güncel konular ya da o günlerde kentin etkilendiği olaylardan konuşulurdu.
Mayıs ayının altısıydı, doğa bütün canlılığını, coşkusunu her yerde gösteriyordu. Ağaçlar, yapraklar ve çiçeklerle donanıyor, toprağın bakır rengi tümüyle yeşile dönüyordu. Kuşlar, bütün sokaklarda beraber ve solo şarkılar söylüyor, bembeyaz bulut kümeleri şehrin üstünü kocaman bir tente gibi kaplıyor, ardından parlak bir güneş bulutların arasından sıyrılıp gülümsüyordu. Ama Munzur’da taş oltayla, sırık oltayla balık avlamaya giden gençler; çayın kıyısında piknik yapanlar ve çay boyunca yürüyenler, asma köprüden geçenler, şehrin sokaklarında işsiz güçsüz dolananlar, işine gücüne gidenler, esnaf ve müşteriler, kahvehanelerde domino, oşkin ve okey oynayanlar, aklı eren lise öğrencileri, ev kadınları, ihtiyaçlarını gidermek için katırlarıyla alışverişe gelen kente yakın köylülerin baharın bu coşkusuna katıldıkları pek söylenemezdi.
Dündül Tepesi’nin eteğinde, Munzur’un yarıp geçerek ve Pülümür’den gelen Harçik ile kucaklaşarak akıp giden bu derin vadinin sağına soluna yerleşen Tunceli’de yerli bir hüzün vardı. Bu hüzün fısıltılarla çoğalıyordu ve bazen Türkçe, bazen Kürtçe ve bazen de Zazaca ulaşacağı yere, kimseye ulaşıyordu.
“Asılmışlardı…”
Tekin ve Erol’un haberi olmamıştı henüz. Sabaha karşı asılmışlardı. Gazetelerde yoktu haberler çünkü Anadolu’ya erken baskılar gönderilirdi. Paraları bittiği için kentte oturan bir akrabasının evine borç para almaya giden Ali Rıza, akrabasının üzüntüyle “kıymışlar çocuklara” dediğini, sonra da radyoyu açıp haberi Ali Rıza’ya da dinlettiğini, Ali Rıza’nın da üzüntüden para istemeyi unuttuğunu ve eve geri geldiğini dinlemişlerdi Orhan’dan. Sonra Orhan eklemişti:
”Ali Rıza olayı anlatınca açlığımızı unuttuk. Daha önce gazetelerden kesip sakladığımız fotoğrafları getirip baktık ve ağladık. Sonra da içimizden bir şey yapmak gelmedi. Yatağa girdik ve uyumaya çalıştık.”
Tekin saatine baktı. 15:30’u geçiyordu. Erol’a göz kırptı ve kalktılar.
“Yarım saatte döneriz, siz biraz oyalanın biz dönünceye kadar.” dedi Tekin çıkarken.
Tekin eve uğrayıp durumu anlatınca; annesi, kavurma, tulum peyniri, sac ekmeği ve turşudan oluşan yiyecekleri temiz bir örtüye sarıp fileye koydu. Erol’un da yanında getirdiği bir şeylerle bir saate kalmadan döndüklerinde hala yataktaydılar ve bitkin görünüyorlardı. Biraz sonra hepsi yer sofrasındaydılar. Lokmaları ağır ağır atıştırıyorlardı. Zor iniyordu lokmalar boğazdan aşağı. Getirdikleri şarabı açmamışlardı. Mutfakta duruyordu. Keyif günü değildi. Şarap içmemeyi konuşmamışlardı ama herkes içinden bugün şarap içilmeyeceğini biliyordu. Kentin üzerine çöken hüzün, beş arkadaşın sofrasındaydı şimdi. Hiç kimse konuşmuyordu. Arada bir yutkunma sesleri geliyor ve ağır ağır tulum peynirine, turşuya ve kavurmaya uzanan ellerin devinimleri fark ediliyordu. Kenan, mutfağa çay koyma gidip döndükten sonra, yatağına bağdaş kurup otururken Erol’a dönerek:
“Peki yarın nasıl bağırarak gazete satacaksınız Denizler’i asmışlar diye…”
Oradaki herkes dönüp Erol’a baktı. Erol yer sofrasının kıyısında bağdaş kurup oturmuştu. Erol’un ne diyeceğini merak ediyorlardı. En çok da Tekin merak içindeydi. Gerçekten “Denizleri astılar” diye sokak sokak bağırıp gazete satmayı içine sindiremiyordu Tekin. Ama Erol’un paraya ihtiyacı olduğunu biliyordu. Babası köyde yoksul bir çiftçiydi. O burada halasının yanında kalıyordu okumak için ve gazete satarak kendi okuma giderlerine de katkıda bulunuyordu. Bütün bunları aklından geçiren Tekin gözünü Erol’a dikmiş ne diyeceğini bekliyordu. Tam bir sessizlik vardı şimdi. Açık pencereden bir serçenin uzun uzun ötüşü duyuldu ve kesildi.
“ Satmayacağım” dedi boğuk, derinden bir sesle gözlerini kısarak.
“Ucunda ölüm yok ya. Ne yani Tunceli halkına Denizler’in asıldığını ben mi müjdeleyeceğim? Satmayacağım. Yarın işe gitmiyorum.”
Herkes birbirine baktı. Aynı anda herkesin gözleri parıldıyordu. Önce Tekin kucakladı Erol’u, sonra sırayla diğerleri.
Orhan, yatağının başındaki yastığa uzanıp altından bir kitap çıkardı. Bir şiir kitabıydı.
“Çay demlenmiş midir acaba, kim bardakları dolduracak?.. Şimdi sırayla şiir okuyacağız. İlk şiiri ben okuyacağım. Şiir çay kokar; çay da şiir”
Orhan, kitabı avuçlarına almış; sayfalarını çevirip okuyacağı şiiri ararken, Tekin çabucak kitabın kapağını okumuştu o arada.
”Ahmet Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim”
Sonraki yıllar çok sevdiler o kitabı, çok okudular, çok ezberlediler o şiirleri, hiç unutmadılar Denizleri.
(*)Elazığ Yöresi üzümlerinden yapılan şarap markası.
japon porno