Yetişkin bir insan bir daha çocuk olamaz –olsa olsa çocuksu olur. Buna karşılık çocuğun naivete’si [saflık] insana yine de bir sevinç kaynağı değil midir; daha yüksek bir düzeyde onun yapmacıksız gerçeğini yeniden üretmeye çalışması gerekmez mi?
(K.Marx)[1]
Doğa Tarihi, kapitalist toplumun metalar dünyasında insanların öznel metalara dönüşmesine dair bir roman. Meta, kapitalist toplumun hücresidir; bu hücre bütün üretim-dolaşım-tüketim döngüsünün de merkezindedir. Bu üretim-dolaşım-tüketim süreci, öncelikli olarak toplumsaldır ve bu toplumsallıkta üretim tüketimle, tüketim de üretimle belirlenmektedir. Dolayısıyla kapitalist toplumda üretenler ve tüketenler, toplumsal olanın etkisiyle şekillenmektedir. İnsanlar kendi geçinme araçlarını üretirlerken bir yandan da onların etkin eylemi kendilerini de şekillendirir. Fiziksel ve ruhsal nitelikleri yapılan etkinliklerin, girilen ilişkilerin etkisiyle şekillenir, koşullanır. İster geçime yönelik, ister keyfe yönelik olsun insan etkinlikleri, onun yetilerini, sınırlarını, bilincini; kısaca onun ne olduğunu ortaya koyar. İnsanın neliğini onun maddi etkinlikleriyle ilişkilendiren Karl Marx, “bireylerin ne oldukları, onların maddi üretim koşullarına bağlıdır” der.[2] Üretim, bölüşüm, mübadele ve tüketim aynı şey olmasa da aynı toplumsal bütünlüğün parçalarıdır: “Belirli bir üretim o halde belirli bir tüketim, bölüşüm ve mübadeleyi ve bu farklı ögeler arasında belirli birtakım ilişkileri belirler.”[3] İnsan da kapitalist üretim-dolaşım-tüketim sürecinde, kendileri öyle olsun istenmese de bütün öteki metalar gibi bir nesneye, metaya dönüşüverir. Metalar mübadele sürecinde nasıl kendi “kişiliklerini” kazanarak ilişkiye giriyorsa, bireyler de kişiliklerini kaybederek metalaşırlar. Bireylerin varoluşu ile aynı koşullara girer ve “Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir.”[4]
Doğa 35 yaşında, “kendine başkalarının gözleriyle bakan” (s. 19) bir plaza çalışanı, bir site sakini ve “dikey medeniyet”in (s. 55) merkezi sayılan AVM’lerin düşkünü bir kadındı. Doğa, “aynalar” arasında kalmış, kariyer sahibi bir kadındır: Roman “Eski Ayna”, “Yeni Ayna” ve “İki Ayna Arasında” adlı üç bölümden oluşuyor. Doğa’nın hayatı site-plaza-alışveriş merkezi üçgeninde ve facebookta geçmektedir. Her fırsatta aynaya bakarak, bir kahve daha içerek, telefonundan e-postalarını kontrol ederek, iş toplantılara girip çıkarak, her daim beni beğeniyorlar mı diye düşünerek yaşayan “420 aylık bir bebekti Doğa.” (s. 31). Farklı olmak, beğenilmek, ilgi odağı olmak, takdir edilmek bütün çağdaşları gibi Doğa için de çok önemlidir. “Doğa, kariyerini Londra’ya borçluydu. Mesleki kariyerini değil; hayatını bir kariyer planı gibi yaşamasını…” (s. 17). Yeni zamanlar için kariyer çok önemlidir ve iyi bir kariyer için “iyi” bir eğitim şarttır. Daha lisedeyken “iyi bir üniversite ve bölüm okuyarak hayat boyu sürecek bir kariyer planına sahip olma”ya yönelik olarak planlanır hayatlar. Eğitimin kendisi de kar sağlayacak bir alan olduğundan beri, bireyi kariyer basamaklarına tırmandıracak yetilerle donatacak kurumlar, şirketler her köşe başında bulunmaktadır. Bu kurumların vazgeçilmez sloganı: “Kariyer tasarımı, yaşam tasarımıdır.” Nasıl ki kapitalist toplumda metalar, süslenerek yenileniyorsa insanlar da metaların, piyasada dolaşırken yaptığı gibi kendilerini sürekli yenilemek zorunda kalırlar. İnsanın hayatı artık bir nesne olmuştur ve bu nesne, kendisiyle ilişkisi düzeyinde değil; egemen ilişkilerin gölgesinde biçimlenecektir.
Kapitalist kent toplumunun baş döndürücü hızında ve sürekli tüketim ilişkisi içinde kalan bilinç, kendini tüketimle tesviye eder ve kurar. Çünkü “toplumsal onay lunaparkında” (s. 54) ancak bu şekilde ilgi görebilmektedir. Böyle bir toplumun tam merkezinde yaşayan Doğa’nın bilinci de merkezin çekiminden kurtulamaz: “Bir reklam filmindeki ‘Ânı yaşayanlara’ sloganı Doğa’yı can simidi gibi sardı.” (s. 135). Her yerde rastlayabileceğimiz reklamlar sürekli şöyle der: “Bi Nescafe iç kendine gel”, “Mutlu et kendini” (Eti Browni), “Gençlik ışıltınızı ortaya çıkarır.” (Nivea), “Çünkü daha iyisine layıksın” (Papia), “Milyonların özgüveni” (Head&Shoulders”… Bu atmosfer müthiş bir baskıdır aynı zamanda: “Böyle olmazsan geride kalırsın”, “şunu yapmazsan bir hiçsin”, “bundan sende yoksa mutsuzsun”… Şirketin reklamı için hazırlanan ve üzerinde Doğa’nın fotoğrafı olan dev posterlerde “Sıradanlıktan kurtulun” (s.153) yazıyordu ve sıradanlıktan kurtulmak isteyen insanlar alışveriş yaparak bundan kurtulmak istiyorlardı: “Ucuz penye kokan uyduruk mağazalar kalabalıktı. İnsanlar ellerinde kredi kartlarıyla kasaların önünde bekliyorlardı. Olmayan ihtiyacı, olmayan parayla alma kuyruğu…” (s.136). Doğa da “mağaza devrinin ideal insanıydı.” (s. 92). Kendini yenilemek, farklılaştırmak için gereken harcamayı yapacak parası olmayanlar ne yapacak? Paraya sahip olamayanlara da bankalar kredi vermeye hazırdır: Doğa, jipine binip plazadan çıkarken radyoda banka reklamı kredilerden söz ediyordu. Kapitalist sistemin Türkiye’deki son otuz yılındaki dönüşümü özetleyen terim, finansallaşmadır. Finansallaşma sadece bankacılıkla ilgili faaliyetleri dönüştüren bir terim olmayıp bireylerin günlük yaşamında da önemli dönüşümler ortaya çıkarmıştır. Konut edinme, eğitim, sağlık, emeklilik gibi birçok alanda insanlar kredilerle borçlanmışlardır. Her tür borçlanmada olduğu gibi, kredi borçlanmaları da maddi ve psikolojik yükler bindirmiştir insanların üzerine. Onların yaşama katılım alanları sınırlanmış, yönetilmeleri kolaylaşmış, talepleri kısıtlanmıştır. Basında sık sık borçlarını ödeyemeyenlerin sayısının milyonları aştığı haberleri yapılmaktadır.[5]
Gerçek anlamda bir özgünlük, biriciklik yerine; Doğa, hayatın merkezinde olduğu sanısı ve hiyerarşik bir “biricik”lik duygusu içindedir. Bu yüzden sürekli bir gerilim içindedir: “Dünyanın kendi etrafından dönmediğini hissettiği an paniğe kapılıveriyordu Doğa. İçinde bulunduğu iş ortamı da bu paniği acımasızca köpürtüyordu. Hep merkezde olmalıydı. Hep farklı olmalıydı. Farkı fark edilmeliydi. Kalitesi gözle görülmeliydi. Kesintisiz olarak arzulanmalıydı. İştah, takdir ve kıskançlık dolu gözler hep onun üzerinde olmalıydı. Yıllar sonra sağda solda küçük adamların belirmeye başlaması da bu takıntının eseri olacaktı.” (s. 19). Romanın daha başlarından alınan bu bölümün son cümlesinde işaretlendiği gibi “sağda solda küçük adamların belirmesi” (halüsinasyonlar) Doğa’nın yıkıma giden kaderini (Doğa Tarihi) de çizmektedir.
High Project adında bir PR ajansında -Halkla İlişkiler’i özellikle kullanmıyorlar- çalışan Doğa, çalışma saatleri dışında, iş yerinin bulunduğu plazada, orman dekorasyonlu olduğu için “rahatlatıcı” olduğunu düşündüğü Cafe Jungle adlı bir kafede zamanını geçirmektedir. Tüketim toplumunda metaların ve insanların söz konusu olduğu gibi ticari mekanların da çeşitli süslemelerle özgünleştirilmesi, farklılaştırılması çok önemlidir: “Alışveriş merkezinin üstü kozmik Rus mimarisi, altı İtalyan faşist mimarisi tarzındaydı. Birbirine düşman bu iki uç akım, bir ulus gibi bağrına bastığı tüketicilerin hatırına barış imzalamıştı.” (s. 91). Bu kolaj barışına karşın alışveriş merkezinin ziyaretçilerinin kendileriyle pek barışık olduğu da söylenemez.
Doğa’nın insansal ilişkileri, kendini iyi hissetme üzerine kuruludur. Rekabet içinde olduğu iş arkadaşı Aysel ya da şişman arkadaşı Burcu gibi arkadaşlarıyla sadece kendi “üstün” niteliklerini gösterebilme amacıyla bir araya gelmekte, herhangi bir fiziksel niteliği kendisinden daha iyi olan biriyle ise bir daha da görüşmemektedir. Hayattan sürekli bir şeyler atılır, yerine yenisi edinilir. Aletler, insanlar, kıyafetler, kilolar, duyarlılıklar… “Akşamdan hazırlamış olduğu kıyafeti ayakucundaki dilsiz uşakta asılıydı. Giyindi. Elektronik sigarasını şarjdan çıkarıp çantasına attı. Tablet bilgisayarını şarjdan çıkarıp çantasına attı. Akıllı telefonunu şarjdan çıkarıp çantasına attı.” (s. 12). Bir vakit sonra çantaya atılanlarla birlikte çanta da atılacaktır.
Bireyleri kendi varlığıyla ilişki içinde tutan ve geliştiren çalışma, kapitalist toplumda “bireyler için öz-faaliyet görünüşünü tamamen kaybetmiş ve bireylerin yaşamına, ancak onu dumura uğratarak varlık hakkı tanımıştır.”[6] Çalışma, insanların kendilerini gerçekleştirdiği bir etkinlik olmaktan çıkmış, araç durumuna dönmüştür. Kapitalist toplumda yaptığı işle bütünleşemeyen bireyin kendisi de çalışmanın kendisi gibi araç durumunda görünmektedir. Bunun doğal sonucu olarak da insanın kendine “yabancılaşması” söz konusu olmaktadır: “Başkaları tarafından belirlenmiş amaçları gerçekleştirmek üzere tasarlanmış bir makineye dönmüştü(r)” (s. 19). Doğa’nın çalışma ortamı da insanların hem kendilerine hem de etrafındakilere yabancılaştığı bir dünyadır: “Ancak kimsenin kendisine uzaktan baktığı yoktu.” (s. 16). “High Project bir toplu bahane mezarlığıydı. Herkes kendi can sıkıntısının faturasını mesai arkadaşlarından birine ödetmeye hazırdı. Ortamdaki her ikili ilişkinin kendine has ayrı bir sağlıksızlığı vardı. Bu kadar hastalık çeşidi Hindistan Devlet Hastanesi’nde bile yoktu.” (s. 34-35).
“İşyerinin en şuursuz ve ilgi budalası kızı Doğa…” (s. 66) Sartre, Camus, Kafka, Proust okusa da (s. 214) bu entelektüellerden pek de pay almaz. Okuduklarından ziyade Burcu’yla beraber gittiği Taksim’deki falcıdan daha fazla etkilenir; falcı kadının, “Senin içinde iki kadın var.” sözleri bir türlü aklından çıkmaz Doğa’nın. Yaşadığı her duygusal çatışmada bu ikinci kişinin kim olduğunu düşünür. Annesiyle babası uzun zamandır ayrıdır ve annesinin kısıtı nedeniyle babasıyla da uzun zamandır görüşmemiştir. Babasının doğum gününü kutlaması vesilesiyle görüşmeye başladıktan bir zaman sonra babası ölür ancak bu ölüm Doğa’nın duygu dünyasında sarsıcı bir sekte yaratmaz.
Doğa etrafıyla ilgilenen biri değildir; o daha çok etrafın kendisiyle ilgilenmesini ister. Çünkü kendisi de sadece kendisiyle ilgileniyordur: “Karşısındaki aynaya bakıp saçıyla yüzleşen Doğa” (s.185), “televizyondaki savaş haberlerini aynada ters görüyordu.” (s.184). Yani görmüyordu, kendi dünyasının dışındaki dünyada olan biteni görmüyordu Doğa. İnsanlar arası ilişkileri savaşa döndüren kapitalizmin yıkıcılığını ve çıkardığı gerçek savaşlarla nice yaşamları söndürdüğünü göremiyordu Doğa. İngilizce isimli taksi durağında çalışıp Ankaralı Turgut dinleyen taksiciden, “ayaktakımından ayrılmak için aynı beyaz ırkın mirasçılarıyla solaryum ve plajları keşfedip bronzlaşıyordu.” (s. 68) Doğa. “Kendi ülkesinde heykelleri yakıp yıkan politikacılara işleri yolunda gidiyor diye oy verip, yurtdışı gezilerinde heykellere sokulup otuz iki dişini göstererek gururla poz veren” (s. 221) inşaatçı sevgilisi Onur’u bile görmüyordu gözü. Bu “gör(e)meme” hali, siyasal literatürde “ideoloji” kavramıyla açıklanır. İdeoloji kavramıyla ilgili olarak en bilinir düşünür olan Louis Althusser, insanların ideolojide gerçek varoluş koşullarını, gerçek dünyalarını değil, her şeyden önce sözü edilen gerçek var oluş koşullarıyla olan ilişkilerini tasarımladıklarını” belirtir.[7] Bu durumda gerçek dünyanın ideolojik tasarımında, imgesel bir çarpıtma söz konusudur. Bu imgesel çarpıtma her şeyden önce, üretim ilişkileri ve bu ilişkilerden türeyen ilişkilerde yoruma dayalı tasarımlar söz konusudur: “Bireylerin var oluşunu yöneten gerçek ilişkiler sistemi değil, bu bireylerin boyun eğerek yaşadıkları gerçek ilişkilerle kurdukları imgesel ilişkidir.”[8] Bu imgesel ilişkinin kökenini düşünsel analiz içinse Marx’ın Kapital adlı kitabında ele aldığı “metanın fetiş karakteri” analizine gitmek gerekir. Ancak bu konuyu burada daha fazla derinleştirmeden çok kısaca şunu belirtelim: Meta, temelde bir kullanım değerine ve piyasada bulunduğu haliyle de bir değişim değerine sahiptir. Kullanım değeri olduğu sürece anlaşılmayacak herhangi bir yanı bulunmayan meta, değişim değeri söz konusu olduğunda düşünüldüğünde gizemli bir şey haline gelir. Marx, emek ürünleri olan metaların toplumsal şeyler haline gelmesiyle birlikte ortaya çıkan hayal ürünü ilişkiye fetişizm adını verir. Fetişizmde “insan kafasının ürünleri, kendilerine özgü hayatları olan, kendi aralarında ve insanlarla ilişki halindeki bağımsız biçimler gibi görünür.”[9]
Her ne kadar facebooktaki profil resmini değiştirmek Doğa’ya iyi gelse de (s. 78) sürekli olarak 5-6 kilo fazlası olduğunu düşündüğü için sürekli rejim yaptığından aşırı zayıflamıştır. Sevgilisi Onur ile dizi oyuncularının ilgisiyle son zamanlarda çok konuşulan balık restoranına gitse de yaşadığı stres, halüsinasyonlar görecek kadar ileri düzeyde bir rahatsızlığın ortaya çıkmasına neden olur. Üstelik doktorun verdiği ilaçları da kilo almaya sebep olabilecek yan etkisi dolayısıyla kullanmaz ve rahatsızlığı gitgide ilerler. Doğa’nın içinde bulunduğu dünyanın bir savaş olup olmadığı konusunda fikir sahibi olmayan doktoru, Doğa’yı uyarır: “Yaşadıkların epey şiddetli Doğa ve daha da şiddetlenebilir. Savaşa katılan askerlerde gözlemlediğimiz stres bozukluğunu andırıyor neredeyse. Bu durumu yaratan ortamdan veya kişilerden uzak durmalısın.” (s. 197-198). Ancak uyarıları dikkate almayan Doğa, rahatsızlığının çok ileri vardığı bir noktada ilaçların hepsini içmek zorunda kalır.
Hakan Bıçakçı bu romanında, kurduğu Doğa karakteri üzerinden günümüz tüketim toplumunun yarattığı saplantılı bireylerin yaşamsız yaşamlarını ve kaçınılmaz olarak yıkıma giden yüzeysellikleri ortaya sermiştir. Roman her ne kadar kozmik bir zamanda geçse de karakterlerin maddi yaşamı içinde bulunduğumuz dönemin tarihselliğini imlemektedir. Bu tarihselliğin en belirleyici görüntüsü ise kapitalizmdir. Kapitalizm, romanda öne çıktığı gibi, sadece tüketim ilişkileri üzerinden yürümez; kapitalizmde asıl birikim kaynağı üretimdir. Tüketimcilik üzerinden yapılan bütün analizler, kişilerin seçimleri ve bilinçleri üzerine odaklanarak toplumsallığın ve üretim sürecinin zorunluluklarını, baskılarını ihmal etmektedir. Elbette, toplumsallığı konu edinen her sanat eserinden bu yönlü bir ele alma beklenemez. Doğa Tarihi romanının karikatürize edilmiş ya da gerçekçi olup olmadığı önemli değildir; önemli olan dikkat çekmek istediği meseleyi okuyucusuna duyurabilmesidir. Doğa Tarihi meselesini, okuyucusuna hissettirebilmiş bir romandır.
* Bıçakçı, Hakan (2014), Doğa Tarihi, İletişim Yayınları, 1. Basım, İstanbul. (Alıntılarda belirtilen sayfa bu basıma aittir.)
[1] Marx, Karl (2008), Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, 1. Basım, İstanbul, s.158.
[2] Marx, K. ve Engels, F. (2013), Alman İdeolojisi, Çev. Tonguç Ok ve Oktay Geridönmez, 1. Basım, Evrensel Basım Yayın, s. 30.
[3] Marx (2008), s.142.
[4] Marx (2003), 1844 Elyazmaları, Çev. Murat Belge, Birikim Yayınları, s.75.
[5] http://www.dha.com.tr/banka-borcunu-odemeyenler-1-milyonu-asti_765048.html
[6] Marx-Engels (2013), s.69.
[7] Althusser, Louis (2010), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, İstanbul, s. 90-91.
[8] Althusser, s.92.
[9] Marx, K. (2011), Kapital, Çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Yayınları, İstanbul, s.82-83.