Her kitap öncelikle bir diyalogdur; Bülent Parmaksız’ın Hayatı Yeniden Kurmak[1] kitabı da teori ve pratiği harmanlayan bir sol öznenin sol ile diyalogu desek yanlış olmaz. Bülent’in sesi hep “içeriden” olmakla birlikte kendini ve ufkunu daraltmış bir konuşma değil, aklın dışarıdan bakabilme kapasitesinin genişliğini gösteriyor. Ele aldığı meseleleri hiç de çetrefilli bir dille ortaya koymuyor, çok akıcı ve anlaşılır bir dille başta söylediğim gibi bir diyalog olarak sürdürüyor. Kitabın tartışma genişliğini bir yazıyla özetlemek zor olsa da burada solun sorunları, solun İslam’la ilişkisi, solun milliyetçilikle ilişkisi, solun tarih ilgisi(zliği), solun modernleşmeyle bir türlü hesaplaşamayışı yanında yeni bir politik aklı inşa etmeye yönelik önerileri özetleyerek yazıyı tamamlayacağım.
Solun Sorunları
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada 1980’lerden sonra solun çok boyutlu bir kriz yaşadığı kabul görüyor. Ancak tıkanmanın boyutları kavranamıyor, kavrayanlar açısından bunun köklü nedenlerini açığa çıkartacak güçlü sorular sorulamıyor veya bu düzeyde birikmiş sorunlara derinlikli cevaplar verilemediği (s.14) gözleniyor. Bülent, soldaki her türden geriliği, dogmatizmi, kendini yenileyememeyi tarihsel birikimsizliğin çıktısı sayıyor. Solda ciddi bir felsefe ve düşünme geleneğinin eksikliği, hastalıklı yanların görülüp aşılmasını da engellemiştir üstelik. Sol[1], kitlelerle bağını yitirmiş ve daralmış, adeta günü kurtarmanın ötesinde adım atacak hali yok. Gelişmeler karşısında, gideni ve geleni algılayıp yorumlayacak teorik kapasitesi zayıf. Yazıp çizme dahil her faaliyet güncel politikanın alanına sıkışmış ve yeni yollar, yeni araçlar yaratamıyor. Bütün yaptığı geçmişten gelen birikimle ve onu tekrar ederek yola devam etmek. Artık eski biçimiyle yürümenin imkanı kalmadığını düşünen Bülent Parmaksız’ın bu kitabı yazma gerekçesi de buna dayandırılabilir.
Peki tıkanıklığın temel nedeni ne? Tıkanıklığın kabaca iki nedeni olduğu iddiası var; ilki reel sosyalist ülkeler blokunun 1989’da çözülüşünün Marksist teoriye güveni sarsması; ikincisi de kapitalist sistem ve devlet aygıtının sınıf hareketinde ve toplumda yarattığı değişim. Bu gelişim ve değişime uygun şekilde uyarlanamayan sol, iç dinamizme daha az bakarak dış güçlerin politik mücadele deneylerini esas alarak örgütlendiği için başta zaaf demekti. Birikim ve sürekliliğin eksikliğinden kaynaklı bu durum, bir özgünlüğü değil diğerlerine benzeme isteğini doğurmuştur. Sol, teoriyi tarih bilgisinin eksikliğini dert edinmeden okumuştur, bu yüzden de çok farklı Marksizm yorumları çıkmıştır. Bu elbette kötü bir şey olarak anlaşılmayabilir ancak sahada işleri kolaylaştırdığı da söylenemez. Bu benzemez çıktılar, içinde bulunulan toplumun ve koşulların kavranmasında da farklar ortaya çıkarmıştır. Kadim Anadolu ve Türk tarihi yeterince kavranamamıştır; üstelik bunun eksikliği hissedilmemiştir bile. İki sınıfın varlığına indirgenmiş bilgiyle yetinilerek meşhur “beşli üretim tarzı” şemasını nasıl yaşadığını, köleci üretim biçimini niçin yaşamadığını ve bunun ne tür sonuçlar yarattığı üzerine düşünülmemiştir. Yaşadığı coğrafyanın tarihiyle barışık olmayan bir anlayıştır bu (s.36).
1960’larda solun içinde “Milli Demokratik Devrim” (MDD) tezleri ile Kemalizm yeniden üretilmiştir. Bu tez, işçi sınıfının rolünü görmezden geldiği gibi yukarıdan bir modernleşme projesi olan Kemalizm’in mantalitesiyle örtüşen tepeden inmeci yanlara sahiptir. Kemalizm, burjuva ideolojisi değil, ilerici dinamiklere sahip, emperyalizm karşıtı, halkçı bir ideoloji olarak görülür bu anlayıştı. Böylece, resmi ideolojiden kopamama söz konusu olur. Solda bugün yaşanan teorik kısırlığın önemli bir nedeni, bu tezlerin yarattığı siyasal iklim; bir diğeri ise dışarıdaki sosyalist hareketlerin aralarındaki ayrışmalara göre şekillenen bölünmedir (s.33). ‘71 devrimciliği kimi eksikliklerine rağmen geçmişten bir kopuştur. Fakat bu kopuş daha çok politikalarda, taktiklerde ve mücadele biçimlerinde oldu. Sovyetler’in çöküşü, iktidarı almanın ve mülkiyeti kamusallaştırmanın yetmediğini göstermiştir. Sovyetlerin çöküşünün altında yatan nedenlerden biri mülkiyetin toplumsallaştırılamaması; devlet mülkiyeti olarak kalmasıydı. Bir başkası da kitlelerin etkin biçimde yönetime katılmasını sağlayacak araçların yaratılamaması. Genelleştirilerek söylenirse, “insan faktörünün göz ardı edilmesi” olarak tanımlanabilir. Fakat bunların ötesinde teorik düzeyde nedenleri derinleştirmek gerekir. Buna ihtiyaç var. Çöküşün ardından ortaya çıkan sonuçlar bunu zorunlu kılıyor. İnsanlığın 20. yy’da karşılaştığı ve çözümsüz kalan sorunların hepsinin Sovyetler Birliği’nde de yaşanmış olması bu ihtiyacı ortaya çıkarmıştır (s.46).
Mustafa Suphi TKP’sinden farklı zihinsel kodlarla 1925’te yeniden kurulan Şefik Hüsnü TKP’sinden başlayarak 1970’lerin ortalarına dek, sol hareketin Kemalizmle ilişkisi problemlidir. Bütün süreç boyunca Kemalizm “küçük burjuva ideolojisi” olarak görülür. Hatta sol hareket yer yer kendini “İkinci Kuvay-ı Milliye Hareketi” olarak tanımladığı bile olur. Ancak 12 Mart darbesinin etkisiyle ve Kürt hareketlerinin ortaya çıkışı ardından, yani 70’lerin ortalarından itibaren solun önemli bir kısmında Kemalizme dair algı değişmeye başlar. Solun, Kemalizm’in “uydusu olmak” ile onu kabaca reddeden salınımı dışında bir yol tutmak gereklidir.
Sınıf siyaseti, “sınıfa karşı sınıf” perspektifidir; egemenlere karşı işçi sınıfı başta olmak üzere ezilenlerin yürüttükleri mücadele hattının çizgisidir. Sınıf siyasetini ve sınıf bakışlı perspektifi, özellikle “kimlik siyaseti” eksenli bir hat öneren postmodern çizgiye karşı ve sınıf mücadelelerinin üzerini örtecek şekilde etnik-dini-mezhepsel farklılıkları bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekir. Halkçı, milliyetçi, vahiyci ve kimlik siyaseti yapan siyasal perspektifle ayrışmak esastır. Şayet bu becerilemezse mücadele hattında dalgalanma, zihinsel bulanıklık, yönsüz kalmak ve bir emperyal güce eklemlenmek türünden sonuçlar ortaya çıkar (s.127). Türkiye Solunda bir problem de boyutu daha az olmakla birlikte esas olarak kendi yerelliğinin bilince çıkarılamamasıdır. Sol, ülke gerçeğini sadece iki sınıf arasındaki artı değer sömürüsüne indirgeyerek, onun dışındaki tüm çelişkileri görmezden geldi veya yeterince derinleştirmedi. Yüzyıllardır üst üste yığılmış sorunların yeterince farkında değil. Kendi topraklarının rengini ne programına ne de mücadele araçlarına yedirebildi. Tarih bilinci zayıflığı, insanına, tarihine, kültürel değerlerine ciddi biçimde yabancı kalmasına neden oldu. 1970’lerdeki mücadeleye kitlesel katılımlar söz konusu olduysa da bu durum, gerçeği değiştirmez; söz konusu zafiyet, kitlelere yapılan baskı ile açıklanamaz.
Sol ve İslam
Solun, toplumla arasında yaşanan yabancılaşmanın en temel nedeni İslam meselesine yaklaşımdan kaynaklanır (s.132) diyor Bülent Parmaksız. Genel anlamda din, özelde İslam, indirgenerek söylenirse, herhangi bir politik çizgi; hayatı basit anlamda kuran bir sistem; egemenlerin “araçsallaştırdığı” sıradan bir aygıt ve gündelik hayatı belirleyen kurallar toplamı değildir. Bunların çok daha fazlasıdır. İslam; varoluşun anlamıdır/amacıdır, yaşam biçimidir, ideolojidir, felsefedir, siyasettir, kurucudur, sistemdir, kültürdür, hafızadır, direniş ideolojisidir, vicdandır, “ruhsuz dünyanın ruhudur”, ahlaktır, disiplindir, “afyon”dur. İnsanın hayatını binlerce yıldır, neredeyse etkisi hiç azalmaksızın, kuşatan bir olgudur din. Ali Şeriati dinin kapsayıcılığı şöyle dile getirir: “Bütün geçmiş toplumlar, her ırktan ve her çağda, sürekli ve istisnasız, bir dini olan toplumlardır. Diğer bir deyişle, her toplumun düşünce kültürünün geçmişteki dayanağı din olmuştur. Öyle ki, tarihçi, kültür ve uygarlıklar tarihini yazmak istediğinde (…) kültür ve uygarlık incelemelerine başlayınca çalışma alanının o toplumun dininin incelenmesine kaydığını görür.” Böylesi bir etkiye sahip olan gerçeklikle onu görmezden gelerek bir ilişki kurmak büyük bir zaaftır. Türkiye Solunun yaşadığı pratik bu bilgiyi defalarca doğrulamıştır (s.133). Şunu da söylemek lazım ki “İslam’la ilişkilenmek” başka bir şeydir; “İslami siyasetle/İslami siyasetin pratik görünümleri”yle ilişkilenmek başka bir şey. İslam’ı sadece egemenlerin araçsallaştırdığı bir din olarak görmek ve egemenlerin İslam’ı ile ezilenlerin İslam’ı arasındaki farkı silikleştirmek kesinlikle yanlıştır. Sınıfsal bakış bu farkı açığa çıkarmak babında vazgeçilmezdir (s.140).
Önemli olan, İslam’ın kendisiyle nasıl ilişki kurulacağı meselesidir. İslam’ı “araçsallaştırıcı” bir yaklaşım içine girilerek kurulacak ilişki problemlidir. Ayrıca “özcü” bir yaklaşımla İslam’la ilişkilenme, hem “şeyler”in bir “tarihselliği” olduğunu ortadan kaldırır hem de İslam’ı sosyalizmle eşitler. Ortak referansları çok olmakla birlikte özcü anlamda “eşitleme” veya birbirine indirgemek doğru değildir. Hayatın örgütlenişine dair bir sistem olarak sosyalizm ile sistem olmanın ötesinde “varoluşun anlamı”na dair bir “bilinç” ve “inanç” olan din, bir ve aynı değildir (s.134). Şunu da eklemek gerekir ki İslam’la kurulacak ilişki düzeyi ile “devletli İslam” ve İslamcılarla-pratik politik İslami akımlarla kurulacak ilişkinin biçimi farklıdır. Emeviler’den başlayarak İslam’ın felsefi, iktisadi ve ahlaki önermelerini boşa düşüren “hile-i şer’iye”nin yazılı hukuk haline getirilmesi ve devletleşen İslam’ın, ezilen sınıflar üzerinde bir hegemonya aracına dönüşmesi kabul edilemez. Devletli İslam, egemenlerin İslam’ıdır çünkü.
Sol, Milliyetçilik ve Tarih
Solun tarih bilgisi çok sınırlıdır. Tarih bilmediği, okumadığı ve bunun eksikliğini hissetmediği bile söylenebilir. Tarih bilinci adına dağarcığında var olan sadece 19. yy’daki toplumsal mücadeleler ve Bolşevik Parti tarihidir. Halbuki ne Marksist teori ne de sosyalizmin öğretisi, 19. yy’da birden bire gökten inmedi. Tarihsel sürecin ürünüdür her ikisi de. Ve bunların derinlemesine kavranması illa ki insanlık tarihi bilgisini zorunlu kılar. Çünkü teori, tarihsel sürecin ortak bölenlerinin soyutlanarak netleşmiş bilgiye ulaşılması ve tarihsel yasaların açığa çıkarılmasından başka bir şey değil. Bu soyutlamalar doğru algılanmaz veya onun hangi tarihsel tecrübenin ürünü olduğu bilinmezse, teori, hangi niyetle yutulursa ona hizmet edecek bir hap haline gelir. Zaman ve mekân gibi kendi bağlamından kopartılan teori anlamsızlaşır. Teorinin geçerliliği ancak bu bağlam içinde bir anlam ifade eder, yani her teori tarihsellikle ve mekanla sınırlıdır (s.35). Türkiye solunun tarih okumasındaki zaaf, asıl olarak Kemalizm’den etkilenmenin bir sonucudur diye bakıyor Parmaksız. Bu etkilenme zihinlerdeki en büyük tahribatlardan biri olarak görülmeli. 1923’te yeni Türk düzeni Osmanlı’nın inkârı üzerine, bir kırılma biçiminde kurulmuştur ve yakın geçmiş yok sayılarak tarihsel devamlılık hafızalardan silinmiştir (s.36).
Türkiye’de en güçlü ideoloji “milliyetçilik”tir ve İslamcısından devletçi sol’a, liberallerden muhafazakârlara dek bütün ideolojilerin içine milliyetçilik sinmiştir. İslami siyaset milliyetçiliği “bölücü” olarak görür. Bundan dolayı, kapsayıcı olduğu iddiasıyla İslami referanslara dayanan bir siyaset önerir. Liberalizm, özgürlükçü bir çizgiye sahip olduğu gerekçesiyle milliyetçiliği militarist bularak reddeder. Muhafazakârların milliyetçilikle ilişkisi daha az sorunludur. Eğer varsa, sadece radikal çizgisi onu rahatsız eder. CHP türünden burjuva sol akımlar ise eşitlik, adalet, paylaşım ve özgürlüğü referans aldığı iddiasındadır. Görüntüde siyasal gruplar arasında böylesi çizgisel farklar vardır. Her biri kendini farklı siyasi referanslarla tarif eder. Fakat gerçekte bütün bu siyasi eğilimler bir noktada birleşir. Hepsinin ortak böleni milliyetçiliktir. Hepsi, derece farklılıkları olmakla birlikte, Kürtler başta olmak üzere, bir başka halk gerçeğini ve onların sahip olması gereken “kolektif hakları”nı reddeder. Siyasal hedeflerine ulaşmayı esas alarak değil, devletin bekası kaygısıyla, milliyetçi eğilimlerle siyaset yapar. Farklılıkları var gibi gözükse de bütün bu eğilimlere örtük veya açık biçimde milliyetçilik sinmiştir. Bu anlamda kendini açıktan milliyetçi ilan eden siyasi gruplarla diğer gruplar arasındaki hat çok incelmiş durumda (s.219). Özellikle orta Anadolu, bu topraklara ana rengini veren Türk ve Sünni topluluğun en fazla kümelendiği bölgedir ve solun bu bölgede esamesi bile okunmaz. Normal koşullarda Türkiyeli sol bir hareketin buralarda güçlü ilişkilere sahip olması beklenir. Ama bölgede sol değil esas olarak İslamcılar ve MHP hakim durumda. Gerçekliğin tersyüz olduğu bir durumun söz konusu (s.28) olduğunu söylüyor Bülent.
Sol ve Kemalist Modernleşme
Esas olarak Tanzimat Fermanı’yla başlayan modernleşme veya aynı anlama gelmek üzere Batılılaşma hamleleri, çöküşü durduramadı ama devletin tarihsel bir yönelimi olarak çizgisini hep sürdürdü. Devamlılığını sağlayan bu çizginin neredeyse zorunlu ve mantıksal bir sonucudur Kemalizm. İdeolojik olarak böyle olduğu gibi, Tanzimat dönemi dahil, sonraki süreçlerde halk hareketinin kendisini örgütleyebilme koşulları olmadığından, bağımsızlık savaşına da, İttihat Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın var olan kısmi örgütlü gücüne sahip, Osmanlı asker-sivil elitlerinin damgasını vurması anlaşılabilir bir sonuçtur (s.29). Türkiye’de bir Aydınlanma dönemi yaşanmadığından; modernleşme, bir sonuç olarak değil “devleti kurtarma” adına Avrupa’yı taklit etme isteğinin çabası olarak ortaya çıkmıştır. Halbuki Avrupa’da yeniden şekillenen devlet de sınıflar mücadelesinin yani “toplumsal sözleşme”nin bir ürünüydü. Osmanlı’da ise devlet toplumsal bir “sözleşme”yle kendini yenilemedi. Çünkü bu sözleşmeyi yapmayı zorunlu kılacak, “Sened-i İttifak” (1808) türünden devletli sınıfların kendi aralarındaki iktidar mücadeleleri dışında, esas olarak ezilen sınıflarla egemen sınıflar arasında sürekliliği olan bir sınıf çatışması yoktu. Tam tersine Osmanlı’da ne yapıldıysa devletteki statükoyu koruma/devletin çöküşünü engelleme adına yapılmıştı (s.22). Osmanlı’dan TC’ye geçiş ve Cumhuriyet modernleşmesi de sınıflar uzlaşmasının bir ürünü olarak değil üretim ilişkilerinin yukarıdan aşağıya dönüştürülmesi ile gerçekleşti. Bir yandan böylesi bir eksiklik diğer yandan merkezi otoritenin baskısı, Kemalist modernleşmenin sonuçlarını daha fazlasıyla simgesel kıldı. Düşünsel zenginlik ve onun yeşerebileceği bir zemin ortaya çıkmadı. Bu durum günümüze kadar sürdü. Hâlâ kadınların nasıl giyineceği şeklindeki simgesel sorunlarla uğraşılması bir düşünsel birikimin yaratılamadığının göstergesi olarak algılanmalı (s.24).
Sürekliliğin sağlanamamasının olumsuz iki önemli sonucu olmuştur. İlk olarak resmi ideolojinin dışındaki her türden fikir akımı, içinde kendini geliştirebileceği maddi zemini yitirince kısırlaşmıştır. İkincisi de muhalif her kalkışma, kendinden önceki tecrübelere sahip olmadığından, benzeri hataları tekrar ederek yenilgiyle karşı karşıya geldi. Osmanlı ve TC dönemlerinde kendiliğinden veya örgütlü kalkışmaların zayıf olmasının bir nedeni de bu birikimsizlikte aranmalıdır (s.25). Düşüncede ve eylemde süreksizlik ve birikimsizlik, evrensel veya yerel düzeyde düşünce geliştirmenin önündeki en büyük iki engel. Ama söz konusu zaaf sadece sol ile ilgili de değil; ülkenin her alanını ilgilendiren temel bir problem bu. Felsefe, edebiyat, resim, sinema vs.de aynı kısırlık var. Roman, Avrupa romanını taklit ederek; pop müzik, yabancı şarkıların üzerine Türkçe söz yazarak; resim, İslam’da yasaklı olması nedeniyle zaten hepten bir taklit olarak ortaya çıktı (s.26). Kemalist modernleşmenin bu biçimiyle Osmanlı’nın bir devamı olması, ondaki tüm hastalıkların benzeri biçimde içerilmesine neden oldu. Çarpıklık ve güdükleşme derinleşerek devam etti. Kuşkusuz bu durum var olan problemleri de arttırdı (s.30). Kemalist modernleşmenin etkisindeki sol, ne yazık ki kitlelere yabancılaşmaktan kurtulamadı. Bunun temel nedeni solun, Kemalizmi burjuva ideolojisi olarak görmeyişiydi. Onu, sınıfsal temellerinden kopartarak sadece bağımsızlıkçı küçük burjuva bir çizgi gibi değerlendirdi. Dolayısıyla onunla kurulan bu bulaşık ilişki, kitleler nezdinde halkçı yanının zedelenmesine neden oldu. Sol, tepeden inmeci modernleşme projelerine eleştirel yaklaşmadı; tam tersine uyum içinde davrandı. Aslında Kemalizm toplumda hiçbir zaman bir karşılık bulmuş değildi; ama, 1950-60 yılları arasında iktidardaki Menderes hükümetine karşı ortaya çıkan tepkiler, Kemalizme bir yönelim bahşetmiş oldu. Ardından gelen 1961 Anayasası’nın görece özgürlükçü yanları, Kemalizmin, hak ve özgürlüklerin teminatı olarak algılanmasına da neden olmuştur. “1968 gençliği”, “tam bağımsızlık” vurgusunu da referans alarak, bu saiklerle kendini Kemalizm’in devamcısı saydı. Solda, Kemalizm tartışması ancak 1970’lerin ikinci yarısında başlamıştı. Günümüzdeki durumu değerlendirirsek Kemalizmin, geniş halk kesimleri nezdinde ikinci kez yeniden ayağa kalkması, AKP hükümetlerine duyulan tepkinin ardından gelmişe benziyor (s.31).
“Yeni” Nasıl Kurulacak?
Yaşadığımız çağ öncekilerden farklı olarak şimdiye dek görülmemiş iki yeni sorunla karşı karşıya: İnsan, kendisiyle birlikte doğayı da çözüyor ve doğayla uyum içinde olmayan bir yaşam sürüyor. Doğa-insan ilişkisinde geçmişe göre yeni olan durum şu: Dünya tarihinde meteor çarpması, küresel soğuma, buzullarla kaplanma vs. nedenlerle doğadaki canlı türlerinin % 95’lere varan oranlarda yok olduğu biliniyor. Dolayısıyla önümüzde potansiyel olarak duran bu tehlike, karşılaşılabilecek bir ilk durum değil. Benzerleri yaşandı. Ama ilk kez insan eliyle böylesi bir çöküş yaşanabilir. Bunun nasıl bir sonuç yaratacağı ise meçhul. Önceki yok oluşların ardından doğa kendini yenileyebilmişti fakat insanın yaratacağı tahribatın ardından böylesi bir imkan olacak mı? Hadi bir yenilenme oldu diyelim, insanın içinde yaşayabileceği koşullar yenilenebilecek mi? Şimdiye dek bir tür olarak var olduğu birkaç milyonluk yıl içinde, insan, böylesi bir risk altına sokmadı Dünya’mızı. Ama son 200-300 yılda böylesi bir tehlike adım adım geldi ve bunun önü alınmazsa 100-200 yıl içerisinde yaşanabilir bir dünya kalır mı belli değil. Başta küresel ısınmanın beraberinde getireceği sorunlar; deniz seviyesinin yükselmesi ve kimi yerleşim yerlerinin sular altında kalması, iklim değişiklikleri, yeni bir buzul çağı, türlerin yok oluşu, insan eliyle evrime müdahale, açlık, hastalıklar, kitlesel yok oluşlar vb. Bu durum, doğa-insan ilişkisinde bir ilk. Çağımızın görmezden gelemeyeceği bir sorun. İnsanlık tarihinde yine ilk kez karşılaşılan ikinci sorunsa, bir tür olarak insan neslinin geleceğinin belirsiz, risk altında olmasıdır.
Peki hayatı yeniden kurmak için neler yapmalı? Bülent’in çıkarımlarını madde madde sıralayalım: (1) Kapitalist üretimin örgütlenmesinden hayatın yaşayış biçimine, sürekli büyüme çabasından enerjinin artan tüketimine, insan ilişkilerinden kentleşmenin kontrolsüzce şişkinleşmesine, hayatın her alanında karşımıza çıkan tempo yani “hız”, hayatın hızı, kesilmeli. Hızdan; sanayi uygarlığının mantalitesi ve ihtiyaçlarına göre inşâ edilmiş yaşamın maddi üretimi, o eksende şekillenen yaşam temposu ve akışı anlaşılmalı. Bugün, dünden çok daha fazlasıyla yaşam öylesine örgütlenmiş, standardize edilmiş ve bir tempoya kavuşturulmuş ki hiçbir insanın “artık zaman”ı kalmıyor geriye. Maddi-manevi anlamda hayatın ritmi, insanları sürekli bir koşturmacaya zorluyor(s.62). Demek ki hızı durdurmalıyız. (2) Ortaçağda insanlık “Tanrı merkezli” bir düşüncenin hakimiyeti söz konusuydu; Rönesansın ardından ise “insan merkezli” düşünüş öne çıktı. Bu önemli bir gelişimdir kuşkusuz ama insan merkezli düşünüş, kendi içinde kimi tutarsızlık ve yanlışları içeriyor. Tutarsızlığı; insanı merkezine almakla birlikte, mülk sahibi bir grup insanın diğer insanlar üzerinde kurduğu şiddetli tahakkümle malul. (3) Sanayi uygarlığının var olma biçimi olan “ilerleme” algısı değiştirilmeli. İlerleme, sadece üretici güçlerin gelişmişliğiyle değil, aynı zamanda insanı boğan her türden (kendine, öteki insana, doğaya ve topluma olan) yabancılaşmanın aşıldığı ve sınırlılıkların kaldırıldığı büyük bir özgürleşmeyle örtüşmeli. (4) Dünyadaki mevcut üretim miktarı düşürülmeli. Bugünkü fazla üretimin nedeni ihtiyaçlar değil, kâr güdüsü, yanlış planlama ve yarıştır. Daha az ama akılcı bir üretimle insanlığın ihtiyaçları karşılanabilir. Fazla üretim, insanı ve doğayı tüketmekten başka bir işe yaramıyor. (5) Bilim ve felsefe arasında büyük bir makas var; bu açılan makasın felsefe yönünden kapatılmasına gayret etmeli. Hatta bu zorunludur çünkü bilimde ve üretici güçlerde meydana gelen gelişmelerin ardından yeniden şekillenen dünyayı algılama ve yorumlama becerisini kazanmak insan için çok önemlidir. Yoksa insan için yaşamın anlamı problemi ortaya çıkmaktadır. (6) 19. Yüzyılın sonuna doğru Paris Komünü, iktidar olmanın gereklerini yerine getiremediğinden dolayı erkenden yıkılmıştı. 20. yüzyılda Sovyet düzeninde bu eksikli durumun, aşırı tahkimat ve merkezileşme ile kapatılabileceğine inanıldı ama bu şekilde de bir duvara toslamaktan sakınılamadı. (7) Sosyalizm, salt zihinsel anlamda yeni bir uygarlık projesi değil, aynı zamanda kendine özgü yeni bir kültür ve yaşam tarzı anlamına da gelmeli. Büyük yerleşim birimlerinin ortadan küçültülmesi bunun bir örneği olarak görülebilir. Sanayi uygarlığının üretimi artırmanın bir parçası olarak örgütlediği büyük kentler, hem doğayı tahrip eden hem de insanı boğan yerleşkeler haline geldi. Reel sosyalizmin pratiği bu konuda farklı olmadı. Önümüzdeki dönemde bu anlayış, insanın doğayla uyumlu ilişkisini bozmayacak küçük yerleşim birimlerinde yaşamasını örgütleyecek biçimde değişmek zorunda (s.64). (8) sınıf eksenine ve sosyalizm hedefine kilitlenmeyen her hareket, düzen içi hale gelir. Bu bilinç kaybedilmeksizin yeni toplumsal dinamiklerle ilişki geliştirilmeli. Çünkü karşımıza yeni sorunlar çıktıkça bu türden dinamikler de çıkacak. Fakat önemli olan, onların, özgün durumunu göz önünde bulundurarak ilişkilenmek; sorunların kökeni ve temelli çözümünü göstererek, sınıf hareketiyle bütünleşmesini becerebilmektir.
Bu saptamalara, Türkiyeli sol bir hareketi yeniden örgütlemek için yerel düzeyde gerekli bazı eklemeler yapılmalı. Zaten sol hareketin tarihine ilişkin ilk kısımda yapılan eleştiriler tersten okunursa, ön açıcı olabilecek önermeleri de içinde taşıdığı görülür. Eklemeler bunun devamı olarak görülmeli. (1) Solda yeni bir çıkışın çerçevesini sadece devrimci siyasetin dayattığı ihtiyaçlar doğrultusunda belirleyemeyiz. Bu toprakların ve insanların gereksinimi bunun daha ötesinde bir arayıştır çünkü. Bundan dolayı sol, yeni bir “aydınlanma hareketi” olarak ortaya çıkmak zorunda. Yaşadığı çağla ilişki içinde, her türden geriliğe meydan okumalı ve felsefe, siyaset, tarih, bilim, edebiyat, müzik vs. yaşamın her alanında ön açıcı fikirleri olmalı. Kuşkusuz bu tek başına zihinsel bir faaliyetin sonucu olmayacak. Aynı zamanda pratik mücadelenin yol açıcılığıyla gelişecek. (2) Sol, ikili bir yol geliştirmek durumunda. Bir yanıyla bu toprakların rengini alan yerel bir damar diğer yanıyla da uluslararası hareketin ve sorunlara çözüm üretecek sürecin, kopmaz bir parçası olmalı. (3) Sol, çağdaşlığı Batılı olmayla birebir örtüştüren sınırlandırıcı bakışı aşarak, bu topraklara özgü bir modernleşme projesi yaratmalı. Bu proje, tarihsel geçmişimizle barışık ve kendi kültürel birikiminden beslenmeli (s.66). (4) Aydınlanmacı bir projeye sahip olması gereken solda yeni bir çıkışın en temel argümanı, özgürlük felsefesiyle derinleştirilmiş bir program olmalıdır. (5) Sol ile İslam ve İslami kültür arasında geçmişten bugüne devam eden yabancılaşma aşılmak zorunda. (6) “Tek ülkede sosyalizm” çağından, birbirini tetikleyecek “bölgesel devrimler” çağına geçişi hayat zorluyor. Dolayısıyla sol artık daha fazla “bölge merkezli” düşünmek zorunda (s.69).
Sol düşüncenin iyice sesinin kısıldığı bir zamanda Bülent Parmaksız, sola dair umudu kurmanın düşünsel planını çıkarmış oldu bu kitapla.
[1]Bülent Parmaksız (2021). Hayatı Yeniden Kurmak, İstanbul: Piya Art Yayınları.
[2] Metin boyunca kullanılacak “sol” vurgusu, devrimci hareketi kastetmektedir; yoksa Türkiye sağının, kendi karşısına aldığı CHP benzeri kendini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan bir “sol” değil.