arama

Tutunma İsteği: Kentlerden Kurmaca Kentlere

Ahmet Bülent ERİŞTİ
Calvino’yu da başka pek çok yazarı da ütopik bir yer, zaman ve insan çizmeye götüren ana neden, somut durumun insanda yarattığı açmazlar, sıkıntılar. Yaşanan hayatı olduğu gibi anlatmanın insanı anlatmaya yetmediği durumda başka bir anlatı evreni kuruluyor.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Ahmet Bülent Erişti Ahmet Bülent Erişti
  • 1 Star
    Loading...

“Orada hiçbir şey bulamayacaksınız. Patagonya’da hiçbir şey yok. Hudson işte bu yüzden seviyor orasını. Onun kitaplarında insan olmadığını fark edeceksiniz.”[1]

Jorge Luis Borges

 

Edebiyat ile yan yana getirdiğimiz ne varsa kesişim kümesinin insan olması kaçınılmaz. Söz konusu kesişim kent ile edebiyat olduğunda bu bağlam daha da önemli çünkü günümüzün edebiyatı neredeyse yeni kent yaşamının ürettiği kültürel kod ve değerlerden besleniyor. Zamana yayılan tanım ve adlandırılmalar düşünüldüğünde kent; iç içe geçmiş bir tarih, din, coğrafya, mitoloji ve pek çok başka kültür haritasının ürettiği, kolay da tanımlanamayacak bir yaşam merkezi olarak salt edebiyatın değil yaşama ve onun uzantılarıyla çoğalan hemen her üretim alanının temel ögesi durumunda. Calvino’nun insanı bir varoluş içinde anlatabildiği en iyi yer olarak görüp “Geometrik ussallık ile insan yaşamlarının oluşturduğu kördüğüm arasındaki gerilimi dile getirmek açısından(…)geniş olanaklar sunan”[1] bir simge diye söz etmesi boşuna değil kentten. Borges de İngiliz doğa bilimci, ornitolog William Henry Hudson’u bahane ederek aslında herhangi bir kültürel alanın insan dışında tanımlanamayacağına işaret ediyor. Yeryüzünde olup biten her şeyin insan merkezli tanımlanması düşüncesine karşı geliştirilen eleştirileri askıya alarak diyebiliriz ki günümüzde kentin ne olduğunu, neyi ifade ettiğini konuşmak, insanı ve onun geldiği noktayı konuşmakla neredeyse eşdeğerdir. Sözlüklerin“ ilçe ve ilçeden büyük yerleşim yeri” ya da “ nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı” olarak tanımlaması, Calvino’nun edebi ruhla yaptığı tanım yanında yetersiz çünkü kentin “yaşayan” ve insanın varoluşunu, yönsemelerini belirleyen akışkan haline dair bir ipucu taşımıyor bu tanımlamalar.

Kentler, yerleşim tarihi açısından parçalı bir manifesto niteliğinde gelişip büyümüştür. İhtiyaç olgusunun hem yaratılma hem de doyurulma çabasının sonucuna bakılarak gündelik hayatı her yönden kolaylaştırdığı düşünülen ama günümüzde iyiden iyiye ondan korkulan, uzaklaşılan bu merkez, Lefevbre’den ödünç alarak söylersek “toplumsal bir metindir”[2] ve günümüzde deneysel ütopyalar için kaynaktır. Öyleyse edebiyatın, sosyal bilimlerin söyleminin dışına çıkıp kendi kentini kur(gula)ması olağandır. Bu açıdan bakıldığında kent somut bir varoluştan çok varlığının tanımlandığı ilk günden beri orada yaşayanın onunla kurduğu soyut bir imge, bükülmelere açık bir metafordur. “Medine” ile medeniyet; “Uygur” ile uygar kavramlarının birinci dereceden akraba olmaları, bu metafora dâhildir.

Kent Neresi?

Görünmez Kentler[3]  biz okurlara toplumsal koşulların basıncı altında yaşayan insan için kentte karşılaşılan sorunları aşmak adına tasarlanacak ideal bir kent nedir, sorusuna yanıt aramaktan çok öte, bir masal kent yaratabilseydik orada neler olmasını isterdik sorusuna verilen kurmaca yanıt olduğu için sınırsız zenginlik taşıyor. Calvino’nun yaptığı, masalsı mekânlar aracılığıyla zaman dışı, koşul dışı insanı bulmaya çalışmak çünkü çok söylendiği üzere her tür arayış, derinde insanın kendisini bulma. Bu nokta bizi kent kurgusunun çeşitliliği ve bu arayışın eskiliğine götürüyor. Arayışın çeşitliliği ve geçmişine gitmeden önce Calvino’nun hikâyesine bakmakta fayda var: Bir arayış için her şeyden önce bir kaçış isteği gerekir, kaçış isteği içinse gerçekliğin doğurduğu çıkışsızlık hissinde boğulmak. Calvino “zaman ve mekânın tutsaklığından kurtulmak için” masalı seçtiğini, “savaş sonrası İtalyan Yeni gerçekçiliği’nin sıkıcılığından kurtulup (…) yeni bir biçim ve dil arayışına “ girdiğini, böylece öz yaşam öyküsüne dayalı gerçekçi ama edebiyatın büyüsünden yoksun ve yeni bir dünya hayali kurgusundan uzak edebiyattan kaçmayı istediğini söylüyor.  Dönüp dolaşıp basit ama o büyük gerçeğe çarpıyoruz: Ne yaşarsak yaşayalım, ne yazarsak yazalım orada insana dair bir hayali var yazarın. Calvino’yu da başka pek çok yazarı da ütopik bir yer, zaman ve insan çizmeye götüren ana neden, somut durumun insanda yarattığı açmazlar, sıkıntılar. Yaşanan hayatı olduğu gibi anlatmanın insanı anlatmaya yetmediği durumda başka bir anlatı evreni kuruluyor:

 

Bir referans noktası saptamanın hiçbir yolu yoktu artık, Galaksi çılgınca

dönüyordu, ama ben bu dönüşleri sayamaz olmuştum, herhangi

bir yer ilk hareket noktası olabilirdi, diğerlerini örten herhangi

bir işaret benimki olabilirdi, kendi işaretimi bulmanın bir anlamı da

olmayacaktı, zira işaretler olsa da olmasa da uzay yoktu, belki de hiç var olmamıştı.   [4]

Gerçeklikten kaçış, yeni bir gerçekliğe götürebilir ancak. Bu nedenle yaratılan alienlar, onca fantastik görüntüye rağmen bu dünyanın insanını resmedebiliyor. İnsanın yeni bir dünya arayışında kent, insan için varlığını sürdürmekten öte yeni bir hayat hayal edebilmenin ön koşulu olarak görünür. Bu nedenle de edebiyat için yapıtın odağındaki her kent “kurmaca” bir kenttir çünkü modern zamanda Baudelaire’in kalabalıklarda kaybolan insanlarını da Marco Polo’nun Çin Seyahati’nden[5] esinlenerek yazılmış Görünmez Kentler’ in insanlarını da büyüleyen bir merkezdir kent.

Modern edebiyatta Calvino dışında ütopik kentlerle kristalize edilmiş bir dünya kurma düşüncesi taşımış hatta onu etkilemiş Borges, yeni bir dünya hayalini Calvino’nun yaşadığımız bir Venedik’ten esinlenilen ideal elli beş kent çizgisinin çok ötesinde kurmuştur. Borges’in sıkça kullandığı ve öykülerine konu ettiği labirent olgusu, boğulma ve bundan kurtulma arayışının temel metaforu gibidir. Metafizik evrenin bilinemezliği üzerinden üretilen kodlamalarla örülü hikâye evreninde, yüzeysel okumanın ötesine geçtiğimiz anda labirent, insanı çepeçevre saran bir düzenin simgesidir. Borges, labirenti insanın kendisini dünyevi nedenlerle hapsettiği ama burada ebedi kurtuluşun şifrelerinin de bulunduğu bir kurmaca evren olarak kurgulamıştır. Düşsel ama kutsal ve mitolojik metinlerle derinden bağ kurularak örülmüş labirent, Borges’in dünya görüşüne[6] uygun biçimde çıkılamayacak bir yerdir. Gelecek olgusunun şifrelerini ağırlıkla dinsel ve mitolojik hikâyelerden yaptığı kazılarda arayan Borges’ten farklı olarak Calvino gelecek adına umutludur.  Borges’in idealizmle bezeli labirenti iyimserlikten uzak; karamsar varoluşa yaslanmıştır ve son(uç)suzluk duygusu aşılar. Calvino kendisinin de çeşitli kereler belirttiği üzere Borges’in labirent kavramından çok etkilenmiş, labirentin çıkışsızlığı ile kentin boğuculuğu arasında kurduğu paralellik onu kentin çokyüzlülüğü üzerinde daha yoğun düşünmeye yöneltmiştir. Calvino, Borges’in Hıristiyan kültüründen derin izler taşıyan idealizmine karşılık dünyevidir. İnsana dair umutvar duyguyla, labirenti[kentleri] insanı boyunduruk altına aldığı döngüselliği kırmak adına önemsedi ve bunu dile getirdi:

“Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir… Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent, o aynı kişiye, yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan labirenti yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.[7]

Kurmaca bir kentin potansiyel olanaklılığını anlatan paralel evren, labirent kavramıyla sınırlı değildir hatta kent arayışı, Borges’in labirentine esin kaynağı olduğunu düşünebileceğimiz, var olan dünyayı anlamlandırma, metafizik bir evren[kent]arayışıyla başlamıştır, denilebilir. Tanrı fikrinin kapsayıcılığına denk düşen, olandaki esrarı çözme ve adlandırma çabası ile edebiyat ilişkisine örnek gösterilebilecek yapıtların başında kuşkusuz semavi dinlerin metinleri gelir. Diyebiliriz ki cennet ve cehennem imgesi insanın iyi yaşam sürme idealinin soyut bir evrene tahvil edilerek kurulmuş edebi muhayyilesidir.

“İyi” yaşam fikrini bu dünya ile sınırlayarak devam edersek uhrevi anlayışın yansıması olarak “ölüm” sonrası hayat üzerine düşünürken de kent kavramı önemli bir odaktır.

Dante’nin İlahi Komedya’sındaki cehennem ve cennet, Hıristiyan inancının evren betimlemesinden doğrudan izler taşısa da edebi açıdan bu dünyayı cennet kılma fikrini Komedya’yı dikkatlice okuduğumuzda görebiliriz. Dante’nin uzun uzadıya anlattığı dokuz kat cehennem dünyanın merkezine daralarak iner ve böylece bizden uzaklaşır. Oysa cennet, gök ve arşıâlâda olma yanında, okyanuslar ortasındaki dünyanın en yüksek yeri araf’ın tepesinde de yer alır. Dante, cehennemi uzak bir yerde tarif ederken cennete bu dünyada da yer vermekle kurmaca ideale bu dünyaya ait bir benlik duygusunun örüntüsünü yerleştirmiştir. Kendisinin fanatik bir hayranı olan Borges’in  “Dante’nin amacı öteki dünyanın gerçek ve inanılır topografyasını saptamak değildi.”[8] Cümlesi ile Dante’nin “Bütün dinler bu dünyaya yönelik söyler.” cümlesi, yukarıdaki “aşırı yorum” olarak görülebilecek cümleleri, edebi mecrada kabul edilebilecek bir düzeye çekiyor.

Günümüzde mimarinin kente dair sorunsallaştırdığı “yaşanabilirlik” ve “sürdürülebilirlik” kavramlarını aslında kent-devlet olgusu içinde daha ilk örneklerinden başlayarak edebiyatın sorunsallaştırdığını söyleyebiliriz. Gılgamış’ın Uruk kentini surlarla çevirme isteği, “yaşanabilirlik” çabasının tanrılar katında tartışılması isteğinin yansımasıdır. Ölümsüzlüğün sırrına erme peşindeki Gılgamış’ın Uruk’u düşmanlardan kurtarma düşüncesi ile suçlu ve kötücüllerin gönderildiği yer altı kenti Kur ve bu kentin karanlıklar kraliçesi Ereşkigal’ den kaçma çabası, insanın hem ölümden kurtulma hem de bu çaresizliğinin izlerini silebilmek derdiyle yeryüzünü sahte bir cennete çevirme edebiyatıdır. Dante’nin Araf’ının en üst katında resmettiği cennet, Uruk aracılığıyla daha dünyevi bir formdur. Örneklere ve kurulan ortak dil Gustav Jung’un ortak bilinçdışı ve onun kalıtsal aktarımındaki içeriği oluşturan arketipler, günümüz edebiyatında yaşanabilir ve sürdürülebilir bir kent arayışının ipuçlarını veriyor. Daha sonra Tevrat ve Kuran’da karşımıza çıkan kent ve insan içerikli Babil KulesiSodom ve Gomorrah anlatılarında da bu ortak bilinçdışı önemli yer tutacaktır. Tanrıya ulaşabilmek düşüncesi kurmaca kentler düşüncesinin arketipidir ama tersi de doğrudur: Kirleten insan yeniyi arar.

Burada bir noktaya dikkat çekelim: Yer altı edebiyatı, günümüzde yer üstünün bıktırıcılığı ve yok edişinden kaçışın simgesel mekânı. Oysa geçmişin kutsal, mitik metinlerinde yok oluşun, kayboluşun sembolüydü. İnsan için postkent diyebileceğimiz algı, yer altından(cehennem) yer üstüne(cennet) çıkmakla eşdeğerdir.

İmgesel Çoğalmalar

Dilsel evrenle ilgili temel metinler ortaya koymuş Roland Barthes, kentle doğrudan bağ kuramayacakmışız gibi görünen bir yerde, insanın kaçış ve sığınış tedirginliğine bağlı düşlediği her yerin(mekân, uzam)bir anlamda “kent” olduğunu düşündüren, geniş yorumlamayı not düşer:

“Gemi sevgisi her zaman kusursuz bir biçimde kapanma, el altında olabildiğince çok sayıda nesne bulundurma, kesinlikle sınırlı bir uzam kullanma sevincidir: Gemileri sevmek sonu belli olmayan büyük yolculukları değil dönülmez biçimde kapalılığıyla aşırı evi sevmektir her şeyden önce. Gemi bir ulaşım aracı olmaktan önce bir yerleşim olgusudur.”[9]

Kent kavramının zemini ve algısı bozulmuş olur böylece. Gemi kent, yeni hayat arayışı çerçevesinde kurmaca kent olgusunun zihinsel genişliğini işaret ediyor. Edebiyatın gösterilen öge olarak dilsel bir varlığa dönüştürdüğü kent imgesi, taşıdığı her bir niteliksel imgenin parçalanmasıyla sonsuz bir kurmaca tasavvuru haline gelebiliyor. Şunu söyleyebiliriz sanırım: Kent, evden kaçma ve kaybolmanın anlatıldığı bir hikâyenin başkahramanıdır. Yaşanan travmayı aşma çabası içinde, tamamlanamayacak bir eksiklik duygusunu tamamlayabilmek hissiyle hep yanımızda taşırız kenti.

Northrop Frye kenti “bireylerin ‘canlı taşlar’ gibi yaşadığı ‘çok bölümlü ev” olarak tanımladığında bu kez hem bütün ile parça yer değiştirmiş hem de gemideki dışa dönük insan içine çekilmiştir. Arayıcının düşü, uzaklara bakan bir gemicide değil geminin kendisinde saklıdır. Kent çeşitliliğin, çoklu kültürün ortak alanı olarak “canlı taş” olan insanın “güzel bir yere bir taşın sabitliğiyle bağlanma arzusunu” doyuracağı yer(ev) simgesine dönüştürülmüştür.

İnsan, kıskaç altına alındığını düşündüğü kentten kaçarken bütün bütüne kentlilik imgesini değil kentin kendisinde yarattığı olumsuz imgeyi yok etme isteğindedir. Bu nedenledir ki tüketilmişlik duygusu, durmaksızın yaratılan yeni kent imgesinin daha doğmadan öleceğini söyletmiştir Kavafis’e.[10] Kavafis, var olanı kaybetme korkusunun yansıması olarak okuduğumuz mitolojik İthaka’yı arayış duygusunun kentine dönüştürmüştür. İthaka bir arayışın kentidir; kurmaca bir kent. Oysa Odysseus için İthaka bir sıla ülkedir, yüceleştirilmeyle çoğaltılan kaybetme imgesinin gölgesinde yaşanır hikâye. Odysseus’un doğduğu kent İthaka’ya dönmek için uzun süren zorlu mücadelesinin arkasında bir başka yerde yeni bir hayat kur(a)mama vardır. Kent kavramı ve olgusunun tarih ve edebiyatta sıla olarak kodlandığı bir dönemden söz ediyoruz. Bir tersinlemeyle şunu söyleyebiliriz: Özlem duyulan bir mekân durumundaki kent, zamanla insanın tükettiği bir mekâna ve arayışın simgesine dönüşmüştür. Odysseus’ta bağımlılıkla dönülmeye konu olan kent, Kavafis’te kaçamayacak kadar güzel çizilmiş bir arayış kentidir.

Kutsal metinlerden başlayarak edebiyatın sıkça konusu olan Kudüs, Mekke gibi kentlerin de sonuçta bir ideal kent çerçevesinde kurgu olduğunu söyleyebiliriz. Sayısız menkıbeyle süslenmiş bu kentler anonimleşmiş, epizotlarla zenginleşmiş bir inanç edebiyatının ürününe dönüşmüşlerdir. Tevrat, İncil, Kuran ve tüm diğer kutsal metinler yeryüzünü Allah’ın ideal kenti olarak kurgulama amacındadır. Her kutsal kendi hâlesini de yaratır. Bunun yansıması olarak  kutsal topraklar olgusu doğmuştur. Kutsal kentler insanın öteki dünya ile buradan bağ kurabileceği mekânlar olarak kurmacadır. Bu kurmaca, kutsalın dışında kalan için de işlemiştir. İnancın kutsadığı düşünceleri benimsemeyip “kötü” yollara sapmış insanların yok oluşu da gazap kentleri albümünde idealleştirilmiştir. Sodom ve Gomorrah, üzerine pek çok hikâye yazılmış kentlerdir.

Kapitalizm ve Kent

Sermaye birikimi, hız, emek gücü, kârlılık yatırımları… Kapitalizmin sildiği dayanışmacı mahalle ruhunun yerini paranın çözücü niteliğinin aldığı gündelik hayat genişlemiş, sonsuz parçalara ayrılmıştır. Yeni üretim ilişkileri ağı içinde sermaye-emek ilişkisi kenti bir karşıtlıklar ve potansiyel çatışma alanı haline getirir. 1831 yılında Parisli bir burjuva şöyle demektedir: “ Her fabrikatör fabrikasında, kölelerinin arasında bir çiftlik sahibi gibi yaşamaktadır.”[11] Edebiyat o güne kadar olmadığı kadar kentle iç içe olacaktır artık çünkü kent, kendisine yabancılaşan, şeyleşen, makineleşen bireyin değişen hayatını anlatacak romanın çekim merkezidir. Kente kaçış ile kentten kaçışın hikâyesi bundan sonra başlayacaktır. Birey kapitalizm ile modernizmin ürünüdür ama bunların kurduğu yeni kent, varlığı ile bireyi kuşatan hatta yutan; bilinmezlikleriyle büyüleyici bir merkezdir. Artı değer ve para, tarihte o güne kadar yaşanan kent ve yerleşim olgusunun çok üstünde bir ilişkiler ve değerler ortamı yaratmıştır. Sınıfların, üretim ilişkileri ağının, kültürel dokunun, barınma ve beslenme alışkanlıklarına kadar her şeyin yeni olduğu bir karmaşa ve çekicilik, bireyi şaşkına çevirmiştir. Epik çağ ve onun kalıplarıyla kurulu anlatı, anlatıya konu olan insan, yavaş dönen hayat; hepsi, Marx’ın kapitalizmin doğuş aşamasına dair belirlediği para-meta-para döngüsünün rüzgârında tarih olurken modern kent geçmişi hapseden, bilinmezlikleri ile kuşku üreten bir hayat inşa eder insana. Şaşkın birey karmaşayı anlamaya çalışan dışbükey bir yaşam izler ama aynı zamanda kenti anlamaya yabancıdır:

Kentin binalardan oluşma labirenti, gündüzleri bilince benzer; pasajlar (yani geçmiş yaşamlarını sürdürmekte olan galeriler), gündüzleri kimseye belli etmeksizin caddelere açılır. Geceleri ise bunların daha karmaşık nitelik taşıyan karanlıkları, bina kitlelerinin altında korkutucu bir netlikle belirginleşir; evine geç kalan yaya, onu bu dar geçitte bir yolculuk yapması için yüreklendirmediğimiz sürece, pasajların önünden hızla geçip gider.[12]

19. yy. için roman demek neredeyse kent hayatı ve oradaki bireyin maceraları demektir, aynı zamanda kente kaçış. Hugo, Balzac, Dickens, Flaubert , Stendhal… aristokrasinin çöküşünü ve yeni sınıfın, burjuvanın yükselişiyle birlikte kentin çekim merkezi oluşunu yansıtmışlardır. Kapitalizmin yeni kenti birey için kurmacayı aratmayacak kadar çarpıcıdır, o nedenle Calvino’nun ideal kurmaca kentine henüz ihtiyaç duyulacak kadar boğulma ve tükeniş söz konusu değildir. Ne zaman ki sermayecinin birikim ve sınırsız kâr arzusu kentin yoksullarını yaşayamaz hale getirir o zaman bir Paris Komünü ve mevcut kentin tükenişine sıra gelmiştir. Mesela Kropotkin 1871 yazında, Komün yenilgisinin hemen sonrasında coğrafik araştırmalar için görevli olarak çıktığı Finlandiya gezisinde Rus ve Avrupa’nın uçsuz bucaksız düzlüklerine bakıp Finlandiya köylüsünün onca yoksulluğuna karşın neden Paris ya da diğer Avrupa halkları kadar mutsuz olmadığı sorusunu sorar. Cevabını ise onun biyografisini yazan yazarlardan alırız: “Kropotkin’e göre, feodalizmin Finlandiya’ya uzanmamış olması Finlileri mesela Ruslar kadar köle ruhlu olmaktan kurtarmıştı.”[13] Tüketim zinciri “tutku” doğuruyor, tüketim tutkusu. Kropotkin edebi açıdan olmasa da Komün yenilgisi üzerine çok düşünüp yazıyla yaratılacak bir hayali kent yerine anarşizan, somut, canlı bir toplum- kurmaca kent nihayetinde bir kurmaca toplum hayali değil midir – hayali kurar. “Paris’in iki milyon yurttaşı artık Rus prenslerinin, Romen asilzadelerinin ve Berlinli finansörlerin karılarının lüks kapris ve eğlence taleplerini karşılamakla uğraşmadıklarında dikkatlerini neye yönelteceklerdir, dedikten sonra bizi bugün biraz gülümsetecek ilginç bir çözüm geliştirir: Çare,  Sein ve Sein-et-Oise çevresindeki mahallelerde yoğun bahçeciliktir. Kentin yenilgisinin nedeni işçileri aylarca açlığa mahkûm eden köylülerdir çünkü. Marx’ın devletin yanında yer almalarına öfkelendiği köylü ile kentin böyle barışacağını ve yeni kentin burjuvanın hâkimiyetinden böyle çıkacağını düşünür:

“Kent kadın tuvaletlerini süsleyecek ıvır zıvır üretmeyi bırakıp hemen köylünün gereksinim duyduğu şeylerin üretimine geçmelidir. Paris’in dikiş makineleri  çeyiz dikmenin yanı sıra köylü için iş günleri ve bayram günleri giyebileceği giysiler dikmelidir. Fabrikalar hemen tarım makineleri üretimine başlamalıdır.”[14]

Buraya kadar izlediğimiz metinsel izlekte tarihselliğin ve toplumbilimin izdüşümleriyle edebiyatın izdüşümünü yan yana gördük ama artık şunu belirtmeliyiz: Kurmaca bir kentten söz ediyorsak modern kentin çekiciliği yerini bireyin tükenişine bıraktığında toplumbilim de edebiyat da çıkış arayışına başlar ama yollar farklıdır. Toplumbilim bir gerçekliğin birbirine bağlı hikâyeleriyle yürür ve bütün ütopyası buna bağlıdır oysa edebiyat hiçbir hikâyeyi bir başlangıç saymaz; her hikâye yeni bir başlangıçtır ve her şey kendisiyle başlayıp başka hikâyeler için umut bırakır. Bu hal edebiyatın öznesine hiçbir toplumbilimsel veriye bağlanmadan sınırsız özgürlük tanıdığı için kurmaca metinler tarihselliği olmayan ama olacak hayatlar için öngörüler üretiyor. Kurmacayı gerçeklik haline getirebilme hülyası değil kesintisiz bir deformasyonla neden –sonuç ilişkisinin düzeneğini reddetme esastır kurmacanın kendisinde. Tam da bu vesileyle Ranciere toplumbilimin bakışı ile edebiyatın bakış farkını göstermek için öznelere vurgu yapar:

“Sürekli gelişen bir hikâyenin genel gerçekliğinde devinen birey ile en yoğun ve en karmaşık duygulara kapılabilen birey aynı özne değildir. Toplumbilimi, zamansallıkların hiyerarşisini ve paradoksal neden-sonuç mantığını farklı biçimde yeniden düzenlemek pahasına birinci bireyi benimsemiştir. Edebiyat ise ikincisine bağlanmıştır.”[15]

Kurmaca kent kavramı, bağlamı gereği herhangi bir romanın kurmaca bilgisinin dışında daha baştan fantastik, rüyasal bir anlam barındırıyor. Peki “en yoğun ve en karmaşık duygulara kapılabilen” özne, kurmaca kentlerin de öznesi, hayatın gerçekliğinden kopuk; dolayısıyla sadece fantazma ürünü bir varlık mıdır? Tam tersine, bir roman kişisi de roman da hayatın sıradan akışı içinde göremeyebileceğimiz ilişkileri, karakterleri yaratırken hiç karşılaşmayacağımız ama karşılaşılabilecek durumları da yansıtır. Kurmaca hayat orada bir yerde duruyordur. Biz okura can veren su buradadır. Calvino’nun ya da gizemli kentleri de Borges’in labirentleri de Uruk’un kurtuluşu da hakikiliği aşılar bize çünkü bütün bütüne rüya olan bir kurmaca bile “olabilirlik” duygusuyla yaşayabilir. Burada “hakiki yaratıcı” ya ihtiyaç vardır zira “Hakiki yaratıcı yaratmaz. Birtakım duygular ve maceralar yüklediği karakterleri aklından uyduruyor değildir. Aksine, etkin bir durumla, şaşırtıcı bir sahneyle, görünüp kaybolan bir siluetle, ağızdan kaçırılmış bir sırla, kazara kulak misafiri olunan ya da sahaf tezgâhında bulunmuş bir kitapta geçen anekdotla aktarılan hikâyenin imkânlarını geliştirir.”[16]

Geldiğimiz noktada şunu söyleyebiliriz: Kurmaca kent nihayetinde dildir, dildedir. Ortak bir yaşama imkânını arayıştır. Bir başımıza olmamanın işareti olarak dil sayesinde kurduğumuz bir toplanma sesidir. Başkalarına muhtaç olduğumuzun dil aracılığıyla ilanıdır çünkü Alberto Manguel’in ağzından söylersem, yemek yemek için, nefes almak için başkalarına ihtiyaç duymayız ama söylediklerimizin bile bize aksettirilmesi için dile muhtacız. Ve dil bizim için, insan için yaratmanın kutsal kimyasıdır, onu okuyoruz; “ateş odunu nasıl okursa ben de öyle okuyorum.”[17] diyerek.

 

Dipnotlar:

[1] İtalo Calvino, Amerika Dersleri, çev. Kemal Atakay, Can Yay. s. 91-92

[2] Henri Lefevbre, Kent Hakkı makalesi, çev. Gizem Aksümer-Julia Strutz, Eğitim, Bilim, Toplum dergisi.

[3] İtalo Calvino, Görünmez Kentler, çev, Işıl Saatçıoğlu, YKY’de 7. baskı.

[4] İtalo Calvino, Kozmokomik Öyküler,çev. Eren Cendey, YKY, s. 54.

[5] Marco Polo’nun Çin Seyahatini ve Kubilay Han ile yaşanan sohbetlerini anlatan kitap. Özgün adı Milione.

[6] Borgesi’in anlatıcı rolü için için şu yazıya da bakılabilir: Ahmet Bülent Erişti, Bir Anlatıcı Olarak Borges, YKY Kitap-lık dergisi, sayı 26, Mart-Nisan 1997.

[7] Işıl Saatçıoğlu, Görünmez Kentler kitabı için giriş ,s.38.

[8] Jorge Luis Borges, Dantevari Denemeler, İletişim Yay., Çev. Peral Bayaz Charum, İst., s.15.

[9] Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, çev., Tahsin Yücel, Hürriyet Vakfı Yayınları, s. 62

[10] Konstantinos Kavafis, “Şehir” şiiri.

[11] Walter Benjamin, Pasajlar, YKY., Çev., Ahmet Cemal, 2004, s.105

[12] Age., s. 259.

[13] Kristin Ross, Ortak Lüks, Metis Yay., Çev. Tuncay Birkan, İst. 2016, s. 84

[14] Pyotr Kropotkin, Ekmeğin Fethi, Öteki Yay. çev. Mazlum Beyhan, Ankara, s.129

[15] Jacques Ranciere, Kurmacanın Kıyıları, Metis Yay. çev. Yunua Çetin, İst. 2019, s. 15

[16] Age. s.104

[17] Alfred Döblin.

 

[1] Bruce Chatwin-Paul Theroux, Yeniden Patagon’ya ‘da, YKY., Çev. Gül Atmaca, İst., 2006, s. 15.