arama

Öğreten Edebî Zenginlik: Stefan Zweıg[*]

Sibel ÖZBUDUN - Temel DEMİRER
Zweig, Avusturya’da yaşadığı dönem boyunca Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung, insan ve toplum kavramlarına farklı bir bakış açısı kazandırmıştı. Bu bağlamda insan karakterine dair kimi yorumlar yenilenmişti.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Sibel Özbudun Sibel Özbudun
  • 1 Star
    Loading...

“Dünyada bir şeyi yarım söylemek
ya da yarım bırakmak kadar
kötü bir şey yoktur.”[1]

Neredeyse tüm dünyayı kaygılarıyla dolaşarak, “Hayat bizim kurduğumuz, tasarladığımız bir oyun değildir; orada sahne alan kim olursa olsun, ona ne kadar yakın olursak olalım her şey bizim istediğimiz gibi gelişmeyebilir. Hayata dair her kurgumuz, her gelecek planımız başka başka hayatların, başka ruhların, kişiliklerin beklentileri ve hayatlarıyla ölçülür, orada her beklenti hayal kırıklıklarına gebedir; beklentilerini birer inanca dönüştüren yürekler içinse hayattan derin bir çöküş beklemektedir. ‘Bu inancın söndüğü yerde yeni bir hayata açılacak bir kapı yoktur’,”[2] diyen O eklerdi:
“Belki de bizim gerçek kaderimiz ebedi olarak yolda olmaktır, hiç durmadan nostaljiyle pişman olan ve arzulayan, dinlenmeye susamış ve hiç durmadan başıboş yola koyulan. Kutsal olan bir şey varsa o da nereye vardığını bilmediğimiz fakat inatla izlediğimiz yoldur, tıpkı karanlık ve tehlikeler arasında bizi neyin beklediğini bilmediğimiz şu andaki yürüyüşümüz gibi…”
‘Yeryüzünde hiçbir şey hiçlik kadar insan ruhuna baskı yapamaz,” muhteşem cümlesinin yazarı; ‘Amok Koşucusu’nda kendisini anlatan; ‘Bir Kadının 24 Saati’, ‘Yıldızın Parladığı Anlar’, ‘Üç Usta’ (Balzac, Dickens, Dostoyevski), ‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’ (Stendhal, Tolstoy, Kazanova), ‘Kendileriyle Savaşanlar’ (Kleist, Nietzsche, Holderlin), ‘Yarının Tarihi’nde Erasmus, Arthur Rimbaud, Paul Verlaine, Marcel Proust’un yaşamlarını anlatan Stefan Zweig, edebiyat tarihinin parlayan yıldızlarından Neri(man) Çelik’in de ilgisini çeken yazarlardandır…[3]

Neri(man) Çelik’in Zweig çalışmasını adadığı Cengiz (Gündoğdu) Hoca, “Stefan Zweig’ı anlamak demek insanı anlamaktır,” (s.vıı) saptamasıyla söylenmesi gerekenin altını özenle çiziyor.
Olağanüstü fırtınalı bir dönemde yaşayan yazarımızın fantastik bir hayatı (s.1) oldu. Denilebilir ki, ‘Amok Koşucusu’nu (s.94) andıran hayatını betimleyen, iyi bir yazar olması yanında anti-militarist ve hümanist niteliğiydi. Kaldı ki Neri(man) Çelik’in de buna, “Hümanist algı ve düşünüş biçimi onun tüm yapıtlarında ve ustalıkla yazdığı otobiyografilerinin kurucu bir öğesidir,” (s.28) saptamasıyla dikkat çekiyor.
Özellikle savaş karşıtlığıyla müsemma, ant-militarist Alman şair Rainer Maria Rilke ile Fransız şair Romain Rolland’ın arkadaşı Zweig için “Yeryüzünde kötülerin rahatı yerindeyken iyiler zarar görmeye, hak yemeyenler gülünç duruma düşmeye devam ediyor”ken[4], yazmak bir sorumluluktu.
Bu onun kişiliğiyle de örtüşen bir pozisyondu.
Çok iyi ruh tahlili yapan, her eserinde karakterlerin hislerini büyük bir ustalıkla ve harikulade psikolojik betimlemelerle okura yansıtan Zweig, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan bunca öfkeye seyirci kalmaya dayanamıyordu. Bu hissiyatıyla ilgili yakın dostu Joseph Roth, Ona şöyle yazmıştı: “çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak”.
Böylesi sarsıntıların ortasında naif bir insandı (s.39) ve her şeye karşın müthiş bir insan gözlemcisi; hüzünlü sonları ve intiharlarıyla, hayata dair ümidi kalmamış insanların gözlemleri özellikle de…
Kolay mı? “Zweig’in hemen hemen bütün yapıtlarındaki bir ortak nokta da, ölümün işlenmesi ve karakterlerinin bir kısmının intiharıdır.” (s.29)
Evet Onu okurken, “Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiç bir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. Duracak, görecek, hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla,”[5] notu düşülen yaşananları da bilmek gerekirken; II. Dünya Savaşı’nda o kadar insanın Hitler’in arkasından “Nasıl” ve “Neden” gittiğini anlamak için ‘Dünün Dünyası’ndaki şu satırların okunması elzemdir:
“Eve dönerken, önümden giden gölgemi gördüm. Bu yeni savaşın ardında öteki savaşın gölgesini gördüğüm gibi. Gölgem benden hiç ayrılmadı artık. Bu gölge, gece gündüz düşüncelerimi kaplıyor. Belki bu kitabın sayfalarında da o gölgenin karanlık çizgileri vardır. Ama her gölge, eninde sonunda yine ışığın çocuğudur. Ve ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır.”[6]

İnsan(lık) tahlilleri ve betimleme konusunda son derece başarılı olan yazarın; yapıtlarındaki başkahramanlarını birbirine bağlayan ortak bir nokta vardı ki, o da buhran, kaygıydı.
Zweig, Avusturya’da yaşadığı dönem boyunca Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung, insan ve toplum kavramlarına farklı bir bakış açısı kazandırmıştı. Bu bağlamda insan karakterine dair kimi yorumlar yenilenmişti.
Bu durum Zweig’ın çalışmalarını etkilerken; psikolojiye ilgisi onu biyografiye yöneltmiş, çalışmalarını genel olarak bu yönde sürdürmüştür ve biyografi dışında şiir, sahne oyunları, dram tarzında eserler de vermişti.
İnsanların büyük tutkularıyla ilgilenen Zweig, “İhanet edecek kimseyi bulamayınca, kendi kendisine ihanet edecek kadar yoldan çıkan biridir” tanımlamasıyla müsemma Joseph Fouché[7] gibi önemli tipleri analizini devreye sokar.
Söz konusu biyografik yapıtında, Fransız Devrimi’nin en kanlı günlerinde ‘Lyon Kasabı’ lakabıyla tarihe geçen Fouché’nin öyküsünü anlatırken; devrimden terör dönemine ve monarşiye, tek başına siyasetin yönünü belirleyen “her devrin adamı”nı ya da Balzac’ın deyişiyle, “psikolojik açıdan çağının en ilginç karakter”ini, günümüzde de sık sık rastladığımız bir politikacı tipini gözler önüne serer.
Aklını ve iradesini kontrol edebilen, Makyavelist, gözükara, her türlü etik ilkeden yoksun, değişen ideolojilere aynı hızla uyum gösteren, iktidar zevkini maskeleyebilen bir politikacı tipi olarak Fouché’nin şahsında sadece bir politikacıyı değil; çıkar ve amaçlarını her şeyin üstünde tutan; bu uğurda önündeki her şeyi ve herkesi ezip geçen; kendini, sadece kendini düşünen insanı anlatmaktadır aslında Zweig…
Tam da bu satırlarıyla günümüz Türk(iye) toplumuna ışık tutmaktadır sanki…

“Sevda”dan “İntihar”a tüm insan(lık) hâllerin kafa yoran Zweig[8] için “Gerçek sevgiyi tadanlar sıhhatleri yerinde, kendilerinden emin, gururlu, neşeli insanlar değildir; onların buna ihtiyaçları yoktur zaten; sevilmeyi kabul ediyorlarsa bunu, sanki herkes kendilerine saygı borçlu imiş gibi böbürlenerek, aldırmayarak yaparlar. Başka birinin kendilerine bağışladığı bu sevgi onlar için sadece bir süstür. Saçlarında bir ziynet, bileklerinde bir bileziktir, ama onların hayatlarının tek saadeti, tek manası değildir. Ancak kaderin sillesini yemiş olan acizler, biçareler, felaketzedelerdir ki sevgiden bir fayda görürler. Birisi ömrünü ona hasretti mi, böylelikle hayatın kendilerinden esirgediğini de bahsetmiş olur onlara. Ve ancak onlardır ki alçak gönülle, minnetle severler,”[9] biçiminde tanımlar sevdayı. ‘Yüreğin Ölümü’nü okurken Zweig’ın Freud ile aşık atabilecek bir psikanalist olduğunu, ya da ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’[10] başlıklı yapıtını okuduğunuzda bir kadının içsel dünyasını, bir kadından daha başarılı bir şekilde analiz edebildiğini, “Altmış yedi yaşındaki burjuva bir kadının yaşamında kimseye anlatamadığı ve unutamadığı 24 saatinin, ertelenmiş bir itirafın ve insana ait tutkuların ve saplantıların öyküsü”yle “ahlâk ve suç algısını, arzunun iyi ve kötüyle ilişkisini sorgu”layan (s.63) satırlardaki ustalığını görür, hayran kalırsınız…
Bunların yanında Zweig’ı okurken intihara meyilli, depresif bir karakter olduğu sonucuna varılabilir.
Ama intiharı seçişine benzer bir hayranlık duymak mümkün değildir!
“Şimdi elim kolum bağlıyken hiçbir şey yapamadan, insanlığın barbarlığa dönüştüğünü izlemek zorundayım” deyip; uygarlığın yok olduğuna, bu durumun artık düzelmeyeceğine inanan Zweig’ın (ve eşinin) 22 Şubat 1942’de kendilerini öldürmeleri “İsabetsiz bir davranıştı!”[11] (“Cesare Pavese de, ‘Yaşama Uğraşı’nı yazdıktan sonra intihar etmişti” veya Vladimir Mayakovski ya da Sergei Alexandrovich Yesenin, sonra da Nilgün Marmara gibi örnekler de meşrulaştıramaz bu davranışı!)
Malum: “Bir hiçliğin içerisinde yaşadığımızı bilmek, insan ruhuna vurulmuş en büyük darbedir,” notunu düştüğü ‘Satranç’ ölümü seçmeden önce yazdığı yapıtıydı; son satırı da aynı zamanda dünyaya veda cümlesi oldu Onun…

Toparlarsak: Gel-gitlerle özel biri, müthiş bir edebi yetenek olan Zweig konusunda kapsamlı ve çok yönlü çözümleyiciliğiyle Neri(man) Çelik çok değerli, elbette okunası öğretici bir çalışmaya imza atmış.
Onun bu yapıtını okumamak, kendisini kutlamamak haksızlık olur…

N O T L A R
[*] İnsancıl Dergisi, Yıl:31, No:369, Nisan 2021…
[1] Stefan Zweig.
[2] Stefan Zweig, Satranç, çev: Ahmet Cemal, İş Bankası Kültür Yay., 2012.
[3] Neriman Çelik, Bir Dünya Yazarı Stefan Zweig Yaşamı ve Yapıtları, İnsancıl Yay., 2020, 144 sahife.
[4] Stefan Zweig, Karmaşık Duygular, çev: Regaip Minareci, Can Yay., 2020, s.125.
[5] Stefan Zweig, Satranç, çev: Ahmet Cemal, İş Bankası Kültür Yay., 2012.
[6] Stefan Zweig, Dünün Dünyası-Bir Avrupalının Anıları, çev: Kasım Eğit-Yadigar Eğit, Can Yay., 2015.
[7] Stefan Zweig, Joseph Fouché-Bir Politikacının Portresi, çev: Gülperi Sert, Can Yay., 2007
[8] “Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa hafif de hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.” (Stefan Zweig, Korku, çev: İlknur İgan, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2019.)
[9] Stefan Zweig, Acımak, çev: Samih Tiryakioğlu, Tema Yay., 2017, s.32.
[10] Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, çev: Ahmet Arpad, Koridor Yay., 2018.
[11] Selçuk Erez, “Stefan Zweig’a Yazık Oldu!”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2018, s.12.