arama

Asıl Suçluyu Unutma!

Nevra AKDEMİR
Irkçılığın temel argümanları, bir ulusal sınır içinde yıldız kümeleri gibi tesadüfen bir araya gelmiş ve aynı tarihsel-yapısal çerçeve içinde yaşayan yurttaşların, bu çerçeve içinden çıkanlara “biz”, uymayanlara “öteki” demesi ile başlar.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Nevra Akdemir Nevra Akdemir
  • 1 Star
    Loading...

Türkiye’deki siyasetin her yelpazesinde, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı sosuna bulanmış bir ırkçılık rüzgarı estiriliyor. Neoliberal kentçilik uygulamaları ve çalışma rejiminin yarattığı büyük kayıpların öfkesi, bu kayıplardan kazanç sağlamak şöyle dursun daha büyük kayıplar içinde tutunmaya çalışanlara yönlendiriliyor. Kentlerde karşılaşma alanı sadece sokak ve üçüncü sayfa cinayet haberleri olan diplomalı işsizler, merdiven altı atölyelerde çalışan veya çöp toplayıcılığı yapan mülteciye, “Neden benim işimi aldın?” diye soruyor; kent içindeki nispeten düşük kiralar, kötü altyapı ve eski binalarla belirginleşen ve çöküntü olanı denilen yerde yaşayanlara dönüp, “Siz mülteciler yüzünden kiralar yükseliyor.” diyor.

Irkçılığın temel argümanları, bir ulusal sınır içinde yıldız kümeleri gibi tesadüfen bir araya gelmiş ve aynı tarihsel-yapısal çerçeve içinde yaşayan yurttaşların, bu çerçeve içinden çıkanlara “biz”, uymayanlara “öteki” demesi ile başlar. “Biz”in manevi ve ahlaki değerleri, politik süreçlere ve iktidar ilişkilerine göre değişse de her zaman bir “öteki”ye ihtiyaç duyar. Medyadaki ırkçı olmadığını iddia ederek ırkçılık yapanların hezeyanlarından toplayabildiğimiz argümanlara göre hep bizden farklı olduğu için ülkeden gitmesi gerekenler vardı. Şimdi mülteci nefretine dönüşen, geçmişte Kürt, Ermeni, Yahudi, fakir, köylü veya tuhaf (Queer) olanlar için iddia edilenler şey. Doğurganlık oranlarından, yemek-içme kültürüne kadar her şeyde bir biz, bir öteki kurulabilir. Bir araştırma esnasında, motosikletli kuryelerin çalışırken hizmet götürdükleri insanların apartman ve asansör kullanmalarına engel olmak için, kendilerine dair “pis olmak”, “leş gibi kokmak” gibi ithamlarda bulunduklarını söyleyerek, çalışırken en zorlandıkları durumu bu karşılaşma olduğunu söylemişlerdi. Şimdi mülteci ve daha genel olarak göçmenler üzerine geliyor bu ithamlar.

Irkçılık bir süredir bir bölgede yerleşik olanların yeni gelenlerden ne kadar farklı olduğunu ispat etmek üzere kurulu: Onların hayatının arkaik veya geleneksel olduklarını, farklı koktuklarını, pis olduklarını veya kentleri kirlettiklerini, halbuki kendilerinin modern (Avrupai) ve temiz olduğunu, kokmadıklarını savunmakla başlayan; uçsuz bucaksız noktalara savrularak giden pek çok cümle duyarsınız. Biz ne kadar homojense öteki de o kadar homojen aslında. Tüm argümanlar olmayan bir biz ve hayali bir öteki üzerine kurulu. Gerçek ise çok daha karmaşık. Kendi araştırmam için görüştüğüm bir alman sendikacı, çok sıcak bir şekilde beni karşıladıktan sonra konuşmanın bir yerinde, mülteci işçiler için entegrasyon eğitimlerine katıldığını anlatmıştı. Ne yapıyorsunuz diye sorduğumda, Almanların bir kadın odaya girdiğinde ayağa kalkarak selam verdiğini, bunun bir saygı olduğunu, bu kural gibi pek çok adabımuaşeret kuralı öğrettiklerini, bana aktarmıştı, sendikacılıkla ilgisini kurmadan. “Ben içeri girdiğimde neden ayağa kalkmadınız o zaman?” diye sordum ve sorumun yarattığı soğuk rüzgarları burada anlatmam mümkün değil. Aslında kafasındaki biz kurgusunu ile gerçekliği bile uyuşmayan karmaşık bir dünyada, sadece ırkçılığa bahaneler arıyoruz. Dahası da var; biz göçmenler de sürekli ne kadar onlarla aynı olduğumuzu anlatmaya çalışıyoruz. Entegrasyon politikaları tamamen buna dayanıyor hatta. Ama böyle homojen bir Avrupa, bir Almanya hatta bir Berlin var mı? Dahası “biz göçmenlerin” çeşitliliğini anlatmak yerine, yine kategoriler yaratıp yargılayan ve kendini ayrıştıran aynı cümleleri tekrarladığımızın farkında mıyız?

Taliban’ın Kabil’e girişini adım adım izledik, diğer felaketleri izlediğimiz gibi. Bir tanıdığım aklıma düştü. Bir Afgan genç bir kadınla aynı Almanca kursuna gidiyordum. Billur gibi güzel, naif karakterli, ressam bir genç kadındı. Afganistan’ın güvenli ülke olarak kabul edilmesinden dolayı deportasyon bekliyordu aslında. Bir ağabeyi vardı, hekim ve ağabeyinin eşi, yengesi savcıydı. Ablası ise öğretmen. Tipik “orta sınıf” ailesinden gelen refleksleri vardı, benim için çok tanıdık olan. Onlar ayrılmak istememişler. Almanya’da iş kuran babasıyla yaşıyordu. Kabil’e Taliban’ın girme görüntülerinin ardından adı bende gizli olan arkadaşımı düşündüm. Yengesinin ve ablasının ilk saldırılacaklar listesinde olduğunu, söylemeye gerek var mı veya yola düştüklerinde mesleklerinden olacaklarını, yeni daha güvenli bir hayat umuduyla yerleşecekleri yerlerde de her tür onur kırıcı saldırıya uğrayacaklarını hatırlatmaya. Tüm bunlara rağmen, çocuklarının bir hayatı bir çocukluğu olsun diye yine de göç edeceklerini de bilmek için sadece etrafınıza bakmanız yeterli.

Nereye gidiyoruz sorusu, Altındağ’daki pogromdan sonra hep aklımda. Her an her yerde karşılaştığımız şey sadece hayati risk değil elbette, ama bu felaketlerdeki bunca kader ortaklığına rağmen iktidarın başarıyla kurguladığı düşmanlık umudu elimizden çalıyor. Kayıplar da hayat da katmanlı. Fazlasıyla çeşitli ve karmaşık.

Ne mağduriyetlerin açtığı pozisyonlardan konuşmak ne de kayıpların hiyerarşisinde mücadele  yürütme, nefes alma imkanımızı mümkün kılacak. Bir film repliği tekrarlayacağım: Asıl düşmanını unutma!

Entegrasyon politikasının, son derece sorunlu ve tek taraflı bir eğitim süreci olarak kabul görmesi, kurgusal biz ve ötekilerin kurumsal yüzü. Entegrasyon, göç ettiği için yetişkinliği çalınan, bilmediği bir dil ve sosyal hayatta yeniden yaşamaya çalışan kişilere verilecek gündelik hayat bilgisi olduğu kadar, aynı zamanda bir süredir yerleşik topluma göçün uygarlık tarihinin bir parçası olduğu da anlatılmak zorunda. Biz diye bir şeyin de ötekinin de kurgudan ibaret olduğunu da içererek.

Dahası, göç nedeniyle artan nüfus karşısında yükselen kiralar, kötüleşen sağlık ve eğitim hizmetlerinin sorumlusunun vergi ve oy verdikleri hükümet ve emek açığı olan yerde göçmenlerin yerleşmesinin sağlayan ve böylece ücret pazarlığını daha kolay hale getiren sermayenin, bu sürecin asıl kazananı ve bizim kayıplarımızın sorumlusu olduğunu da unutmadan!