İtalyan yazar Leonardo Sciascia, mafyatik ilişkileri anlattığı Baykuşun Günü romanının sonuna bir not düşmek zorunda kalır. Yazarın notu şöyle: “Hayal gücümün devlet yasalarını uygulayanların alınganlık sınırlarını aştığımı fark ettiğim zaman romanımı hemen kırpmaya, budamaya başladım. İtalya’da mafya tipi insanlar hiç olmamıştır ve olmayacaktır. Doğal olarak romandaki kişilerin ve olayların gerçek kişiler ve olaylarla hiçbir ilgisi olmayıp benzerlikler tümüyle rastlantıdan ibarettir.”[1] Sciascia, can güvenliği tehdidi ve uğradığı hakaretler yüzünden romandan bir hayli bölümü çıkarmak zorunda kaldığını itiraf ediyor. Günümüz Türkiye’sinde de mafya her yerde ve her şeyde. Bir mafya reisi, itiraf videoları çekiyor ve “temizlikten” bahsediyor, eski “iş” arkadaşlarıyla yaptıkları kirli işleri afişe ediyor; takipçilerine kitaplar bile öneriyor. Mafyanın roman önerdiği yerde mafyanın romanını yazmak o kadar kolay bir iş değildir elbette.
Bürokratlara ve siyasi sorumlulara göre mafya diye bir şey olamaz.
Kapitalizmde devlet iktidarının çoğunlukla el altından yürütüldüğünü biliriz, yaşadığımız ülkede bu neredeyse apaçık. Hikmetinden sual olunamaz biri, parmak sallayıp “ol” dediğinde oluyor her şey. Adam azılı katil, mafya; bilmem kaç yıl ceza almış, bir “af” buyruğuyla salınıp dışarıda emniyet güçleri ile ortak iş yürütür hale geliyor. Aslında adamın içeri tıkılması da mafyatik bir örgütlenme kurduğu için değil, adi suç kapsamında olduğu için o malum “kader kurbanlarından” biri olarak görülebilir. Bürokratlara ve siyasi sorumlulara göre mafya diye bir şey olamaz. Eskiden, sosyalistlerin ve komünistlerin olduğu zamanlarda yani hazır mazeretler vardı: “Solcuların ve komünistlerin devletimizi zayıf göstermek niyetli uydurmaları” oluyordu. “İtalya’da hiçbir zaman mafya olmadı ve olmayacaktır.”
Devletin mafya olduğu yerde, ufak tefek mafyalardan söz etmek zaten, ortalama gazetelerin köşe yazarlarının hassasiyetleri içerisindedir o kadar. Herkesin en kısa yoldan küpünü doldurmak istediği bir düzende, büyük hırsızlıklar suç kapsamı dışındadır; böyle olunca da mafyalaşmak kendini garantiye alma güdüsünün doğal sonucu olarak ortaya çıkar. İnsan toplumu doğanın yasalarına öykündüğünden her kapitalizmin nurtopu bir mafyası vardır. “Temiz” işler çıkarmak için yasa “dışı” olan birilerine ihtiyaç olur hep. Var olduğunu herkesin bildiği ama kimsenin dokunamadığı bir koncolos gibidir mafya. Devletin, üzerine yorganı çektiği zamanlarda ortaya çıkar yalnızca. Birlikte davul çalarlar, düğün yaparlar, boy boy fotoğraf verirler ama ülkede mafya yoktur politikacılara göre.
İşlerini sağlam yapan bir inşaat firmasının sahibi Salvatore Colasberna, önce bazı adamlarca uyarılır ama yola gelmediği için, bir sabah otobüse binerken iki el ateş edilerek öldürülür. Kalabalığın ortasında gerçekleşen cinayeti kimse “görmemiştir.” Sorun şudur ki elinde silahla ara sokaklardan birine dalan katil, koşarak uzaklaşırken o sırada evinden çıkan ortaokul arkadaşı ile karşılaşır ve yıllardır görmediği için onu görünce arkadaşı, adıyla seslenir çünkü cinayetten haberi yoktur. Hatırlamanın böylesi olmaz olsun. Ortaokul arkadaşını hatırlayan mülayim bir adam olan Nicolosi’nin karısı birkaç gün sonra kocasının kaybolduğunu ihbar eder.
herkes mafya “yokmuş gibi” yaparak hayatını sürdürür
Karakol komiseri Yüzbaşı Bellodi, eski bir partizandır, faşistlere karşı savaşmış, savaş bitince de Sicilya’ya atanmıştır. Sicilya her tür pis işin yürütüldüğü bir taşra kentidir. Mafya burada, geceleri arabalarının yanmaktan “koruma” gerekçesiyle şirketleri haraca bağlamış, ufak “tüyolarla” devlet ihalelerini kazanmalarını sağlamakta yahut işçilerin grev gibi karşı tutumlarının önüne geçmekte onlara “yardım” etmektedir. Dolayısıyla şirket patronları da çalışanları da “başlarına bir şey gelmemesi için” onların taleplerini yerine getirmektedirler. Soruşturmayı derinleştirmek isteyen polislerin işi kolay değildir; ne olaylar hakkında bilgisi olanlar korkudan bir şey anlatmaktadır ne de politikacılar derin ilişkilerin açığa çıkmasına izin verirler. Bu durumda herkes mafya “yokmuş gibi” yaparak hayatını sürdürür. Bu sadece romanda mı böyledir diye düşünmedik değil mi, işte günümüz Türkiye’si… ortada mafya var, suç var ama ilgili makamlarca hiçbir şey yok(!) Aslında durum o kadar ayyuka çıktı ki, Başkan, suça bulaşan bakanına, “Yılanla aynı çuvala giren ısırılır.” dediği halde, bakanı görevinden al(a=madı. Kimse de acaba neden al(a)madı diye sormadı.
Sciascia’nın romanında bir şeye daha dikkat çekiliyor; halk da masum değil bu kirlilikte. Bölge halkı arkeolojik kazılarda işçi olarak çalışıyor ama kendileri de bir şeyler kaçırdığı için, tarihi eser kaçakçılığı hususunda ihbar yapmıyor ya da polisi bilgilendirmiyor. Keza mafyanın cinayetlerini “görmez” oluyor. Yaşlı bir adamın ağzından “halkın boynuzluluğundan” bahsediliyor. Mussolini zamanında yoldan çıkmalar iyice azmış o zamanlar. Aynı yaşlı adam sadece kişilerin değil, ulusların da boynuzlu olabileceğini söylüyor (s. 53). “Boynuzluluk” burada halkın kaypaklığını anlatmak üzere kullanılan bir benzetme. Salt kendi kişisel çıkarına odaklı davrandığı için bizdeki “gelen ağam, giden paşam!” ifadelerinde karşılık bulan tavrın eleştirisini yapıyor Sciascia. Mussolini zamanındaki faşizmde elbette işler çok daha kötüydü ancak çok şey umulan demokraside de işlerin beklendiği gibi iyi olduğunu söylenemez. Papazlar, politikacılar, halk hep o “boynuzluluğu” sürdürmektedir.
Sciasci’ye göre mafyatik suçlarla mücadele etmek için mevcut yasalar yetersizdir. Bu yetersizlik en çok da polis müdürü Yüzbaşı Bellodi’nin elini kolunu bağlamaktadır. Yüzbaşıya, “Bunun gibi bir adamı hukuk yoluyla çıkmaza sokmaya çalışmak boşuna olur. Hiçbir zaman yeteri kadar kanıt toplayamayız, gerek namuslu insanların gerekse alçakların ağız açmamaları onu hep koruyacak.” (s. 106) dedirterek durum hakkında okuyucuya da fikir vermiş oluyor.
insanlık beş sınıfa ayrılıyor: “İnsanlar, yarı insanlar, insancıklar, göt solucanları ve laklakçılar
Aslında mafya durumun tamamen farkındadır ve onların da kendisine göre bir felsefesi ve davranış şekli vardır. Eğitimli, namuslu ve okumuş olanlara karşı, açıkça söylemedikleri bir saygı duyarlar. Mafya lideri Don Mariano, Yüzbaşı’yla konuşurken bu mesafenin gayet farkında ve Yüzbaşı’ya değer verdiğini açıkça ifade ediyor. Ona göre, insanlık beş sınıfa ayrılıyor: “İnsanlar, yarı insanlar, insancıklar, göt solucanları ve laklakçılar. (…) siz, elinizdeki belgelerle beni İsa gibi çarmıha gerseniz bile, siz bir insansınız.” (s. 108). Yüzbaşı da karşısında bulunan suçlu mafya reisini cezalandıramayacağının farkında ve bu adamın, politikacılardan ve bürokratlardan daha “insan” olduğunu düşünüyor.
Şimdi Sedat Peker adlı mafyanın, filozof kılığına girip kitaplardan alıntılar yaptığı, milliyetçi tonlamaya bulanmış da olsa bir felsefe iddiası ortaya koyduğunu hatırlarsak sanatla hayat arasında bir taklit ilişkisi olduğu açıkça görülür. Ama ilginç olan sanatın hayatı taklit ediyor olması değil, hayatın sanatı taklit ediyor olması. Çünkü bizim hatırladığımız olaylar hâlen sürmekteyken okuduğumuz roman 1961 yılında yazılmış.
[1] Leonardo Sciascia, Baykuşun Günü, Çev: Semin Sayıt, İstanbul: Can Yayınları, s. 130.