arama

Benden Selam Söyle Anadolu’ya

Arif ARSLAN
Anadolu’daki büyük toplumsal dönüşümü, Ege’nin bir Rum köyünde doğup büyüyen Menoli Aksiyotis ve ailesi üzerinden okuyoruz. Balkan Savaşı ile başlayıp 1922 arasında on yıl gibi kısa bir sürede cennetten felakete sürüklenen bir Anadolu manzarası ortaya çıkıyor.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya[1] adlı romanının asıl adı Kanlı Topraklar. Aslında her iki adın birlikte okunması, romanın içeriğini daha bir anlamlı kılabilir. İkinci Meşrutiyet’in ilanından 1922 sonlarına kadar Anadolu’daki büyük toplumsal dönüşümü, Ege’nin bir Rum köyünde doğup büyüyen Menoli Aksiyotis ve ailesi üzerinden okuyoruz. Balkan Savaşı ile başlayıp 1922 arasında on yıl gibi kısa bir sürede cennetten felakete sürüklenen bir Anadolu manzarası ortaya çıkıyor.  Osmanlı’nın son döneminde Aydın’a bağlı Efes’in Kırkıca köyünde başlayan hikaye Büyük Taarruz sonrasında Rumların Anadolu’dan “denize dökülmesiyle” sona eriyor. Romanın olay örgüsü gerçek tarihsel olaylara bağlı olarak gelişiyor. (1) Cennet Yaşamı, (2) Amele Taburu, (3) Yunanlılar Geliyor, (4) Büyük Felaket adlı dört ana bölümden kurulu bir roman.

Romanın Cennet Yaşamı başlıklı ilk bölümü, daha ziyade Heseidos’un İşler ve Günler’de dile getirdiği köy yaşamını andırıyor. Geçen binlerce yıla karşın köylülerin tarım ve hayvancılıkla geçimi, dış temasları, iç ilişkileri hatırlatıyor. Bir imparatorluğun parçası olmaktan ziyade, bir eşitlik biçimi olarak izonomi hatra getiriyor. “kendi arazisinin efendisi” (s. 19) olan her köylünün “bir tek kaygısı vardı; arazisini durmadan genişletmek ve daha çok ağaç sahibi olmak” (s. 13). Çocuklarından çok hayvanlarına ilgi gösteren baba Dimitros, bu köylü tipinin temsilcisidir. Sert mizaçlı ve cimridir; erkenden kalkıp tarlaya giden Dimitros’un günde 16 saatten fazla zamanı tarlalarda ve hayvanlarla uğraşarak geçer. Çocukları iki kudret tanır: Tanrı ve baba (s. 18). Oğullarına da sert davranan Dimitros, oğullarını da kendi gibi topraksever olarak yetiştirir. Sabır taşı olan annenin dışında, iki nişanlısı da öldüğü için evde kalan Sofia adlı evdeki diğer kadındır. Altı tane oğlanla iyi iş çıkarmaktadır Dimitros.

Manoli ve erkek kardeşleri

Barış zamanında erkek evlat çok önemlidir çünkü yoğun bir kas gücü gerektirir tarım işi. Zeytin toplama, ot ayıklama, tütün, incir ve üzüm kurutma gibi mevsim mevsim birbirini izleyen işler vardır. Köylülerin çalışması çok sıkı ve uzun olsa da her tür çalışma ekip halinde ve türkü söyleyerek gerçekleşir; doğanın işleyişiyle bütünleşen insan, onun ritmini türkülerde hisseder, türkülerde hayata bağlanır. Böylece işin yoruculuğu türkünün ezgisinde erir kaybolur: “…türküsüz çalışma diye bir şey yoktu.” (s.22).

Kırkıca köyü tarihi Efes’in hemen yanındadır, İzmir’den iç bölgelere raylar döşenmiş, trenler gelip gitmektedir. Bu trenler en çok da Avrupa’ya, Amerika’ya gıda ve hammadde taşınması için yapılmıştır. Köylüler de ürünlerini satmak üzere İzmir’e bu trenlerle taşır. Efes’e gelen yabancı ziyaretçiler sebebiyle köy, dış dünyaya açıktır ancak kendi dünyasında binlerce yıllık yaşantısına alışmış ve bundan memnundur. Panayırlar ve yortular, çalışma dışı zamanda özellikle de gençlerin sosyalleşme ihtiyacını karşılar; “yeni evliliklerin gizli pazarlıkları” (s. 20) çoğunlukla bu eğlence ve kutlamalarda gerçekleşmektedir.

Tarımsal üretimde olduğu gibi ticaret erbabı da ağırlıklı olarak Rum halkından oluşurdu Osmanlı’da. Hristiyan olmaları hasebiyle Batı’yla ilişkileri çok daha yakın olarak sürmekteydi. Ortaklık ya da mal alım satımı gibi ilişkiler çok iyi düzeydeydi. Zenginleşen Rumlar eğitim için de Avrupa’ya gidip gelmekteydi. Daha geleneksel yaşayanlar ise ticaretin kirli dünyası yerine toprağına bağlı kalma ve onu genişletme uğraşındaydı. Daha fakir olan komşu Türk köylerinden insan çalıştırarak yeni tarlalar bile açtırıyorlardı. Müslüman köylerle iç içe olmasalar bile bir gerilimden söz etmek mümkün değildi hatta çok iyi ilişkilerin kurulduğu, dostlukların geliştiği örnekler çoktu. Doğu’daki gibi toprak ağalarının olmaması köylülerin daha kolay zenginleşmesini sağlıyordu. Yine de aracı tüccarlar tarafından bir şekilde kazıklanıyorlar ve bunu hissediyorlardı.

Dimitros, oğullarından en uyanık olan Manoli’yi ticari işlerden biraz anlar hale gelsin diye bir tanıdığı olan vekilharç Anesti’nin yanına yolladı. Molla Efendi Konağı’nın işlerini yaptırarak yolunu bulan Anesti, fakir köylülerin sırtında para kazanıyor, onları iyice sömürüyordu. Bu tarz bir işi kendi mizacına uygun bulmadığı için Manoli onun yanında durmadı. Aslında okul okumak istiyordu ama babası, “köylüyüz, el emeğine ihtiyacımız” var diye okula göndermiyordu. Hacıstavri’nin, Mihaliki Efendi’nin yanına da girdi çalışmaya ama aynı kurnazlık ve sahtekarlıklarla karşılaştıkça iğrendi o işlerden. Yanakos’un yanında memnun kaldı ama iş yeri kapandı, Homeros Şeytanoğlu’nun yanında çalıştı. Bütün bu süreçte, dünyanın ve ülkenin gidişatı hakkında daha “yukarıdan” bilgiler edinmiş oldu.

Dünya kaynıyordu âdeta; Almanlar, çeşitli “uzmanlar”ını Anadolu’nun her yanına gönderiyor, dağı taşı tarayıp bu coğrafyadan en iyi nasıl yararlanacağını araştırıyordu. Hükümetin de asıl akıl hocası Almanlardı: “Alman, Türk’ün sırtına binmiş durumda, o kumanda ediyor. Beyin Alman, Türk ise kol.” (s. 68). İzmir’deki deneyimleri Manoli’ye bambaşka yaşamların olduğunu gösterir; zengin tüccarlar öyle büyük bir şatafat içinde yaşamaktadır ki şaşkınlıktan donakalır. Homeros Şeytanoğlu’nun arabacısı Yakubis Amca ile arkadaş gibi olduğu için ona, “Demek patronlar hep böyle yaşıyor, peki ama bu kadar çok masrafın altından nasıl kalkıyor bunlar?” diye sorar. Yakubis Amca, Manoli’ye gördüğünün çok az bir şey olduğunu, patronların çok daha büyük bir güç olduklarını anlatır. Onların korkusu yoktur, devlet umurlarında değildir, rüşvetle istediklerini yaptırabilirler. Yakubis Amca, yazarın amacını açıkça dillendiren bir karakterdir romanda: “Bizim asıl düşmanımız (Rumları kastediyor) Levantenlerdir; bir de Osmanlı’nın kanını kaynağından emen Avrupalı sülükler… Ta nerelerden gelip çöktüler bağrımıza, yapışıp geçirdiler dişlerini rahatça… Bit bunlar bit, Allah belalarını versin! Ve göreceksin, felaket Türklerden değil, onlardan gelecek bize…” (s. 53). Yakubis Amca’nın bu ön görüleri doğru çıkar, bunları Manoli görür. Arkasında başkaları da olsa felaket Türklerden gelir ama. Sahnede Jön Türkler vardır ama arkalarındaki akıl Almanlardır. Şeytanoğlu’nun Ortadoğu’dan dönen oğlu babasına büyük bir felaketin gelmekte olduğunu haber verir, Beyrut’ta ele geçirdiği bir broşürü verir babasına. Broşür Türkleri kışkırtmaya yöneliktir tamamıyla; Türklerin bütün ıstırabının müsebbibi olarak “gavurlar” gösterilmektedir. Broşürü de Filistin Alman Bankası dağıtmıştır (s. 55). İşini bilen bir tüccar olarak Şeytanoğlu, yabancı sermayenin Türkiye’de tek başına at oynatabilmek için hasmını bertaraf etmeye giriştiğini böylece anlamıştı.

Her ne kadar kurmaca da olsa romanda, tarihsel birçok gerçek yer buluyor. Bunlardan biri de Alman generali Limon Von Sanders’in “Anadolu’yu temizlemek” üzere gönderilmesi (s. 69). Onlara göre “Rumlar ve Ermeniler, Anadolu’da fazladır.” Bundan dolayı da öncelikle kıyı bölgelerindeki Rum ve Ermeniler iç bölgelere sürülür, tabii ki bu sürülmenin öyle huzurla falan olduğu söylenemez. Kitabın temel tezi bu meseleyi de “dış güçler”e bağladığını görürüz: “Tek sorumlusu Türkler değildir işin: Anadolu’nun zenginliklerini ellerinde tutan Hristiyan halkların, ortadan kalkması gerekiyordu. Önce Almanların, daha sonra da Müttefik kapitalistlerin yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu halklar.” (s. 122). Ermenilerin başına gelenleri Manoli, Amele Taburu’na ikinci kez gönderildiğinde Stepan ve Serko adlı Ermeni gençlerinin ona anlatmalarından dinliyoruz. Köyün bütün erkekleri kiliseye doldurulup yakılmış; kadınlar ve 15 yaşından küçük erkekler sürülmüş. Yol boyunca da her tür zulme uğruyor gariban Ermeniler. Açıkçası yok edilmek üzere sürülüyorlar. Amele Taburu denilen askerler gayrimüslimlerden oluşuyor. Savaş sırasında cephede güvenilmedikleri için silah verilmiyor onlara, bu yüzden de ordunun gereksinimlerinin tedariki yahut oğulları askere gitmiş köylülerin harmanlarına yardımcı olmaları için köylere dağıtılıyor. Bu taburlar çok kötü şartlarda yaşamak zorunda bırakılıyor; sağlık ve temizlik olmadığı gibi yiyecek de bulamıyorlar. Salgın hastalıklardan çoğunluğu telef oluyor.

Aksiyotis ailesi, Anadolu’daki Rum nüfusunun temsili sayılabilir; ailenin parçalanması gibi Yunanlıların Anadolu çıkarmasıyla büyük bir özgürleşme sevinci yaşasalar da destek aldıkları Müttefik güçlerin satışına geldiklerini fark ediyorlar sonra. Kendi içinde politik tartışmalar da kafa karışıklığı yaratmış durumda. Manoli okumuş biri değil ancak asker arkadaşlarının sohbetlerine katılıyor ve onlardan görüş alıyor sıkça. Manoli, daha çocukken okulda, halkın hayalperest bulduğu öğretmen Pytgoras Lanos’tan çok şey öğreniyordu; İzmir’e gittiğinde Yakubis Amca gibi akıllı adamlara danışıyordu; askerde de Pontuslu öğretmen Serofimidi’yi dinliyor yahut arkadaşı Nikita Drossakis’e soruyor. Bu kişiler ağzından hem dünya politikasını hem de çıkar çatışmalarını öğrenmiş oluyoruz. Genel olarak öne çıkan görüş de Avrupalıların çıkarları için her şeyi yapıyor olmaları. Örneğin Yunanlılara destek vererek Anadolu’ya çıkmalarını sağlayan İngilizler, Kemal’den Musul petrollerini almayı garanti aldıktan sonra Yunanlılardan desteğini çekiyor; keza Fransızlar da Suriye petrolleri için aynı şekilde davranıyor hatta ellerindeki silahları Türklere bırakarak çekiliyorlar. Silahlı olarak güçlenen Türkler, Müslüman halkın “gavurlara karşı” desteğini de alıyor; bu da Yunanlıların felaketi demek. Adım adım da geliyor. Uzun süredir imkansızlıklar içindeki Yunanlı askerler savaşmak istemiyor, çoğu zaman küçük köyleri yağmalıyorlar, yiyecek alıyorlar. Mustafa Kemal, yabancı bir gazeteciye, “Düşmanlarımızın halka yaptığını söylemeye biz utanıyoruz.” diye demeç verirken Drossakis Kemal’i haklı bularak Yunanlıların yaptığını eleştiriyor. Diyor ki: “Rezil ettiler hayatımızı. Savaş üstüne savaş derken orasından çaldılar, burasından kırptılar hayatımızın; kuşa döndürdüler bizi! Bir şeylere gebe bu çağ, ama bunca acılı bir doğumdan bakalım ne türlü bir çocuk çıkacak? Birazcık güzel gün yüzü görebilseydik hiç değilse!” (s. 201). Drossakis belki de Rusya’da devrim olmasından dolayı, yeni bir çağ geleceği hevesini içinde taşıyor ama tereddütlü de çünkü her yer savaş ve yıkım içinde. Ortada bir savaş var ve bunun müsebbibi kapitalist dalaşma ama asıl cezayı suçsuz insanlar çekiyor. Drossakis yabancı gazeteleri iyi takip ediyor ve dünya siyasetinin yeni şeklini kavramış vaziyette, yeni bir kapitalist Türkiye’nin oluşmakta olduğunu, uluslararası arenada ona düşen rolü de anlatıyor: “Bütün bunların altında gizlenen şey nedir biliyor musun Aksiyatis? Petrol, kömür, demir, krom… Yani, Anadolu’nun el değmemiş servetleri üzerinde yabancıların kurmak istedikleri tekel! Ah dostum ah! Büyüklerin okşayacağı tutar adamı, küçüksen güvenmeyeceksin onlara… Çünkü çıkarları çatışır durmadan, kendi aralarında da anlaşma yoktur. Her biri kendi kanadının altında kalalım ister, zamanı gelince kullanmak için.” (s. 210). Drossakis’i ise savaş karşıtı olduğu için komutanları “ölsün diye” sürekli ön cephede görevlendiriyor. Geri çekilirken ayakları kırılınca Manoli, onu kurtarıyor. Manoli kafasındaki bütün soruları ona soruyor ve onun aklına güveniyor.

Manoli’nin sınıfsal konumunun etkisi Katina ile evlenme meselesinde belirleyici oluyor. Kendi köyünden olan Katina, vaktiyle zengin babasının köşkünde yaşamış ve iyi bir eğitim almış kız. Babası ölüp malları da yağmalanınca eniştesi Peder’in yanında kalmak zorunda kalıyor; onun da gönlü olduğundan Manoli’nin ablası Sofia ile yaşıt olmasa da arkadaşlık kurup onlara gelip gidiyor ve  Manoli ile Katina’nın aşkı başlıyor. Ancak Manoli’nin köylü olması nedeniyle eniştesi Katina’yı onunla evlendirmekten yana değil. Manoli askere alınınca Yunanlılarca, Katina’yı köyden uzaklaştırıp İzmir’e götürüyor ve bir yüzbaşı ile evlendirmeyi düşünüyor. Manoli’nin evlilik hayalleri de suya düşüyor ve kendini daha fazla savaşmaya veriyor. Manoli’nin aşk yaşadığı kişilerden ilki ise Amele Taburu askeri iken yanında çalıştığı Türk çiftçi Ali Dayı’nın kızı Adviye idi. Adviye onu gerçekten sevdiği ve savaş bittikten sonra Hristiyan olup onun köyüne gitmeyi vaat ettiği halde Manoli, bir Müslüman ile evlenmemeyi tercih etmişti. Müslüman-Hristiyan aşkının imkansızlığı romanın başında öne çıkarılmıştı zaten. Molla Efendi’nin çiftliğinin sahibi Ali Bey, yoksul Rum kızı Artemisa’ya aşık oluyor hep onun peşinden koşuyordu. Onun sayesinde iyi yemekler yiyen yoksul köylüler bir yandan da eskiden yaşanmış Müslüman-Hristiyan aşklarının getirdiği felaket hikayelerini anlatarak durumu onaylamadığına dair mesaj veriyordu. Vaktiyle dul bir Türk kadın Hristiyan olup Rum bir köylü ile evlenmiş ama onun oğlunu öldürmüş Müslümanlar. Halklar arasında önemli gerilimler yaratan bu tarz olgular ve din çatışması romanda pek yer bulmuyor. Çatışmalar daha ziyade çıkar ve kışkırtma meseleleri ile ilgili ortaya çıkıyor.

Menoli savaşmaktan yana değil ama koşullar onu zorla savaşa sürüklüyor sürekli. Katina ile evlenip yuva kurmayı düşünürken Yunanlılar İzmir’e çıkıyor ve Rumları askere çağırıyor. Buna karşılık Menoli, kendi köylerinin hâlâ Osmanlı’ya bağlı olduğunu gerekçe göstererek köyün gençlerinin askere gitmeyebileceklerini söylüyor ama eşraf, papaz ve ileri gelenler ayıplıyor (s. 163) onu “Osmanlı hayranı” olmakla suçluyorlar; bu sosyal baskıya karşı koyması ise imkansız. Ayrıca üniformayı giyince, “kutsal toprakları” ele geçirme yeminlerinden kendisi de etkileniyor ve milliyetçi duyguları kabarıyor. Savaşın kirliliği, içine giren herkese bulaşacaktır, yazar Dido Sotiriyu’nun anlatması çok zor olan bir dönemi, mümkün olduğunca tarafsız bir gözle anlatması önemli. Manoli de diğer Yunan askerleri gibi, Çeteci Kör Mehmet’in saldırılarından iyice çileden çıkıyor ve damadını esir olarak alıyorlar. Kör Mehmet’i ele geçirmek için ondan bilgi almaları şart ama adam konuşmuyor, ne kadar işkence ederlerse etsinler konuşmuyor. Manoli, kafasına bir odun vurup öldürüyor adamı ve o adamı hiç unutamıyor. “Kötülük arttıkça artmaktaydı. Ölülerin sayısı gibi.” (s. 171). Yunan askerleri geri çekilirken bütün köyler de boşalıyor ancak limandan donanma erken ayrılıyor, binlerce insan kaçışıyor ama gemilere binemiyor, binmiş olanlar binmeye çalışanları itiyor, ellerine vuruyor yahut kaynar su döküyor; suya düşeler boğuluyor. “Tanrının elinden çıkmış olamazdı bu dünya” (s. 218) diyor Manoli. Türk atlıları İzmir’e giriyor, kalabalık denize doğru kaçışıyor, atlılar insan öldürüyor ve İzmir’i ateşe veriyorlar. “Nasıl olsa ele geçirdiler, neden yakıyorlar ki?” diye soruyor biri. Kaçamayanlar esir alınıyor, ara ara infaz ediliyor. Manoli ve Pano yıkıntı bir köyü inşa etmek üzere ayrılan üç yüz esirlik bir kafileye alınıyor. Bir hacı, aradığı bir Rum gencini kalabalığın arasında buluyor ve elini kolunu bağlıyor, bir çocuğu çağırıyor ve eline bıçak veriyor: “Annene tecavüz eden bu adamı temizle hadi!” Çocuk esirin boynuna, kafasına bıçağı saplayarak öldürüyor esiri. Pano buradan sağ çıkamayacaklarını, bir yolunu bulup kaçmaları gerektiğini söylüyor Manoli’ye; kaçıyorlar. Köye girip boş bir evden keçi tulumu alıp onunla en yakın adaya yüzüyor Manoli, iki balıkçı buluyor onu. Mülteci kampında istemese de sürekli vahşet hikayeleri duyuyor.

 

Romanda Manoli’nin etrafındaki kişiler:

Kırkıca’da tanıdıkları Ailesi: Anne, baba, abla Sofia, Kardeşleri: Kosta, Panago, Mihal, Yorgi, Stemati

Bakkal Teodoro, Doktor Homeros, Öğretmen Pytogoras Lanos, Çoban Şevket, Anesti (vekilharç), Ali Bey, Artemisa, Votanoğlu, Yusuf, Strati

 

İzmir’deki çalışma sürecinde Hacıstavri, Kir Mihaliki Efendi, Homeros Şeytanoğlu, Yanakos Luludiyas (kaçakçılık yapıyor), Yakubis Amca (Şeytanoğlu’nun arabacısı), İsmail Ağa (borcuna sadık Türk), Ogdondoti, Süleyman Paşa (Ogdondoti’yi idamdan kurtarıyor)

 

Amele Taburu’nda Kosta, Hristo, Golis (tifüsten ölen asker arkadaşları), Başhekim Şükrü Efendi, Tahtacılar köyünden ahali, Lefteri, Ali Dayı ve kızı Adviye, Stephan ve Serko (Ermeni gençleri), Panagi (büyük kaçıştaki arkadaşı)

 

İstanbul’da Melidis, Madam Fofo, Kirkor, Angelika

 

Yunan askeriyken Kanakis, Simo, Kırmızıkis, Nikita Drossakis, Serofimidi (Pontuslu öğretmen), Kör Mehmet’in damadı (öldürdüğü Türk), Pano

 

[1] Dido Sotiriyu (2020). Benden Selam Söyle Anadolu’ya (1.Basım, 2002) Çev. Attilâ Tokatlı, İstanbul: Can Yayınları.