İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Almanya Adalet Bakanlığının yarısından fazlasının Nazi partisine üye olduğu ortaya çıkmıştı. Resmi bir rapor Nazilerin 1970’li yılların ortalarına kadar Alman Adalet Bakanlığında belirleyici olduğu, özellikle de “komünizmle mücadele açısından böylesi daha iyi olur” düşüncesiyle Nazilerin korunduğunu ortaya koydu yayınlanan rapor. Alman hükümeti tarafından hazırlanan rapora göre, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Almanya Adalet Bakanlığı’nın 170 önde gelen hakimi ve avukatının 90’ı Nazi partisinin eski üyesiydi. eski Adalet Bakanı Sabine Leutheusser-Schnarrenberger, konuya ilişkin, “Çok büyük ölçüde bir devamlılık söz konusuydu” yorumunu yaptı. Savaş sonrası öyleydi de öncesi farklı mıydı? Değil. Hermann Hesse’in 1917 yılında yayımlanan Demian romanı, daha o yıllarda Almanya’daki okullarda Nazi ırkçılarının örgütlenmekte olduğunu gösteriyor ve gelecek günlerin nasıl olacağını da anlatmış. Benim görüşüm Hesse’in de bu anlayışlara o dönem bir sempati beslediği yönünde.
Hermann Hesse 20. yüzyılın çok okunan yazarlarından biri. Okuduğum Sidharta, Bozkırkurdu, Öldürmeyeceksin, Çarklar Arasında ve Demian: Emil Sinclair’in Gençliğinin Yaşam Öyküsü gibi birkaç kitabı üzerinden değerlendirme yaparsam, ilgi görmesi beni şaşırtan yazarlardan biridir. Yazdıklarının edebi cazibesi olduğunu düşünmedim hiç. Mistisizm, bilinç bulanıklığı, bunalım, dinsel kriz gibi daha çok 19. yüzyılın bilim ve toplumsal hareketliliğin hızlı gelişiminin basıncı altında kalmış orta sınıf ve burjuva insan tipinin dünyasını ele alan bir yazar olduğunu düşünüyorum.
Demian: Emil Sinclair’in Gençliğinin Öyküsü[1] adlı romanda Sinclair adlı bir gencin on on iki yaşlarından yirmili yaşlara kadar olan hayatının sancılı dönüşümünün hikayesini okuyoruz. Romanın Birinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında yazılması (1917), içeriğini bir gencin hikayesinin ötesine taşıyor; modern Batı dünyasının kurduğu mekanik sistemin içinde maddi ögelerin katı kafesinde yetişen bir gencin geleneksel eğitim süreciyle yetiştirilmesi sonucunda ortaya çıkan anlam geriliminin psikolojik neticelerini masaya yatırmış Hermann Hesse.
Çağının ruhsal hastalık yaratan kurum ve kişiselliklerinin toplumsal tarihselliği romanda pek az yer bulsa da romanın sonunda gönüllü olarak savaşa katılan Demian ile silah altına alınan Sinclair’in savaşın yıkıcı sonuçlarının ortaya çıktığı bir sahne içinde verilmesi önem arz ediyor. Roman sekiz bölüm üzerinden kurgulanmış ve bölüm adları simgelerle kurgu bütünlüğünü tamamlayan bir öge olarak sıralanmış. “İki Dünya” adlı I. Bölüm Sinclair’in ortaokul yıllarındaki büyüme öykünmesinin başına açtığı bir belayı anlatıyor. Cesur bir erkek izlenimi uyandırmayı amaçlayan Sinclair, bu uyduruk suçun ceremesini çekiyor. Anlatılan bir yalanın ihbar edilmemesi için Franz Kromer adlı zorba çocuğun haraçlarını yetiştirmeye çalışırken yetiştirildiği nezih ortamdan kendisinin “kirli” olarak ayrıştığını düşünüyor. Ailesinin “nezih” dünyasına karşılık kendisi “kirli” bir dünyanın içine batmış durumda. Yalanı ortaya çıkmasın diye evden para çalıp Kromer’i susturuyor.
I.Bölüm, “Kabil” adını taşıyor. Kabil, Tevrat’ın meşhur kardeşlerinden biri. Aldıkları yoğun dini eğitim gençlerin kafasını allak bullak ediyor. Max Demian adlı bir çocuk hem zorba Kromer’den kurtarıyor Sinclair’i hem de yaptığı yorumlarla başka bir dünyaya çekiyor onu. Çiftçi Kabil, çoban Habil’i öldürür ve Tanrı, Habil’in nerede olduğunu sorunca, “Bekçisi miyim?” diye çıkışır ona. Oysa kendisi öldürmüş ve cesedi gömmüş, ortadan kaldırmıştır. Bu onu kötü biri yapar; kardeşini öldüren bir kötü kişidir Kabil. Bu olay sonrasında Tanrı onu işaretlemiştir yani damgalamıştır. Sinclair’in sıfın arkadaşı Demian, Kabil meselini hiç de ders anlatan papaz gibi yorumlamaz. Evet, Kabil, kendisinden güçsüz bir insanı öldürmüştür, buna kuşku yok ama Kabil’in eylemi “yiğitçedir” Damian’a göre. Ancak dikkati şuraya çeker, güçsüz kişiler neden birlik olup da Kabil’i öldürmemiştir? Öldürmemişler çünkü Kabil’in eyleminden korkmuşlar, bu durumdan acı acı yakınmışlardır. Bir de Kabil’i öldürmemelerini, Tanrı’nın onu “nişanla donatmasına” bağlarlar. Burada güçsüzlerin, güç karşısında boyun eğmelerinin kendi kabahatleri olduğuna dair bir bakıştır Demian’ınki. Şuna hemen dikkat çekeyim ki Hermann Hesse üzerinde Nietzsche’nin önemli bir etkisi vardır. Romanın ileriki bölümlerinde sahne alacak olan orgcu Pistorius’un baş ucu kitaplarından biri olacaktır Nietzsche. Nietzsche’nin temel düşüncelerinden biri “güç istenci” meselesidir; insanların yaşam yönelimleri ve eylemleri güç istencine dayanır. İnsan güçlü olmak ve egemenlik kurmak ister başkaları üzerinde. Onun insanlık tarihi okumasının sonucundan çıkan budur. Buradan üstinsan görüşüne varır; insan şimdiki gibi topluluğun solucanvari insanı olmamalı, üstinsan olmalıdır. Toplumcu ve Hristiyanlık gibi düşkünlerin, kölelerin koruyucusu olan dinleri ve ahlakları da yargılar. Sinclair üzerinde Demian karakteri önemli bir etki kurar; zaman zaman gerilese de bu yakınlık, roman boyunca Sinclair’in düşüncelerini yönlendirecektir. Demian’a göre katil olan Kabil soylu bir insandı ve maktul Habil, ödleğin biriydi; belki kardeş değildiler ama bunun önemi yok: Güçlü olan ödlek olanı öldürmüştür ve diğer insanlar, güçten korktuğu için Kabil’e dokunamamıştır. Bir yazar olarak Hermann Hesse burada kimin tarafındadır anlamak zor: Acaba insanların korkaklıklarına kızıyor mu, yoksa o da Kabil’i soylu biri olarak görüyor. Sanırım güçlüyü haklı çıkarmasa da ödleklerin tutumunu da yadırgıyor. Romanın ilerleyen bölümlerinde Kabil tarafının toplumu savaşa sürükleyeceğini görüyoruz; insanların çoğu da hayatlarının değerini bilmeden, kendiliklerine “değerli” bir dönüş yapmadan kuzu kuzu ölüme gideceklerdir. Demek ki Kabil adını taşıyan II. Bölüm romanın düşünsel izleği açısından çok önemlidir.
III. Bölüm “Katiller” başlığını taşıyor. Bu bölümde okulun son yılındalar. Başlıkta anılan katiller, İsa ile birlikte Golgota tepesine götürülen iki kişiye gönderme yapıyor. Romanın dini simgeler üzerinden kurulan örgüsü, bu bölümde iyice derinleşiyor. Demian okulda sevilmeyen biri olduğu için Sinclair de zaman zaman ondan uzak duruyor; Demian ve annesi hakkında birçok dedikodu geziyor öğrenciler arasında; inançsız olduğu, Yahudi olduğu, sapkın olduğu, şeytana taptığı vb. Demian diğer öğrencilere göre çok fazla bilgili ve birçok düşüncesi okulda öğretilenlerin aksi yönünde. Böyle olduğu için hocalar tarafından da sevilmiyor. Demian yine de Sinclair’i etkiliyor hatta kimi üstün yönleriyle onu şaşırtıyor; mesela insanlar üzerinde etki kurabiliyor, onların beklenen davranışın aksi yönünde davranmasını sağlıyor. İnsanların psikolojik niteliklerini derinlemesine tahlil etmiş bir insan sarrafı; çoğu şeyi de annesinden öğrenmiş. Bu bölüm Sinclair’in Tanrı, şeytan gibi dini motiflerle ilgili sızlanmaları ve bunalımlarının yoğunlaştığı hatta gereksizce uzatıldığı bir bölüm. “Dostum” dediği bir arkadaşının ona “zekice konuşmalarla oyalanmak yerine” hiç sorgulamadan kabul etmeyi salık vermesi Sinclair için bir seçenek olarak belirmiyor.
Sinclair içine girdiği bunalımı aşmanın bir çıkışı olarak aşka yöneliyor III. Bölüm’de. Parkta gördüğü bir kızdan etkileniyor ve ona Dante’nin sevdiği kız olan Beatrice adını takıyor. Aşk duyguları onu biraz daha şiirin ve sanatın içine çekiyor. Henrich Heine ve Novalis’in etkisi söz konusu; özellikle de Novalis. (Hermann Hesse üzerinde belirgin etkisi olan Nietzsche’nin adı da aynı yerde geçiyor.) Başka bir kente lise okumaya gittiği için Demian’ı özlüyor, ona resim çizip gönderiyor, mektup gönderiyor ama pek yanıt alamıyor. Sinclair bu bölümde biraz daha sokağa karışıyor denebilir; meyhaneye gidip şarap içiyor sık sık.
Sanırım romanın en dikkat çekici bölümü “Kuş Yumurtadan Çıkmak İçin Savaş Veriyor” adlı V. Bölüm. Sinclair’in Demian’a gönderdiği resimlerden biri evlerinin tarihi giriş kapısındaki atmaca resmiydi. Taşın üzerindeki atmacaya dikkat çekmişti Demian daha önce. Sinclair de onun ilgisi dolayısıyla atmaca çizip göndermişti. Atmaca romanda gizemli bir simge denebilir. Neyin peki? Hiç açık değil ama son bölümde tahmin edeceğimiz üzere Alman ulusçuluğunun simgesi. Gamalı haç ile kanatlarını açmış bir atmaca görüntüsü arasında bir benzerlik yok mu? Annesi Ewa ve Demian’ın Sinclair’e ilgisi de bu konu üzerinden olmalı. Ona Kabil gibi “işaretlenmiş” olduğu hissini veriyorlar. Bu bölümde Sinclair, içine girdiği bunalımı atlatarak yenilenmeye çalıştığı için yumurtadan çıkmaya çalışan bir “kuş”a benzetiliyor ama henüz atmaca değil. Atmaca kim peki? Çok açık ki Demian. Bu bölümde Abraxas adlı bir büyü şeytanından bahsediliyor ki romanın karmaşık imgelerinden biri. Ta ilkçağdan kalma, gizemli toplulukların büyü ve sihir ile ilgili bir varlık olarak şeytanı temsil ediyor Abraxas. Buradaki büyü ve sihir, insanları suç oluşturan birtakım eylemlere iten bir etki olarak anılabilir. Hermann Hesse’in kapalı dilinde Abraxas kimdir peki? Demian’ın annesi Ewa kuşkusuz. Ama Sinclair’in Bayan Ewa’nın büyüsüne kapılmadan önce gireceği aşamalardan biri, bir rastlantıyla karşısına çıkıyor. Bir Bach müziği duyuyor ve Pistorius karşına çıkıyor. İçsellik temasına çeken etkinliklerden biri müzik, Alman müziği. Kutsal Kitap mesellerinden şiire, oradan da müziğe uzanan bir serüven şimdilik Sinclair’inki. Orgcu Pistorius da Abraxas’ın büyüsüne kapılmış, Sinclair ile “felsefe alıştırmaları” yapan, mistik bir müzisyen ve on sekiz yaşındaki Sinclair’in büyü yolunda ilerleyişine kademe atlatan biri. Sinclair’e göre Pistorius’un müziği, “yalnız kendini bulmakla kalmayıp gizli bir ilişkiyi birbirine bağlayan ve tümünde bir inanç, teslimiyet ve dindarlık havası esen” (s.122) bir özelliği sahip. Sinclair’in gördüğü “katıksız teslimiyet” sıradan Alman vatandaşlarında Alman emperyalizminin kitleleri boğazlayacak savaşa çekişinde tam olarak sahne alacaktır sonradan. Sanırım Hesse, o “katıksız teslimiyet”in ortaya çıkışına giden yolu bölüm bölüm sunmaya çalışmış.
Pistorius ile yapılan “felsefe alıştırmaları”nın birinde (s. 126) ateşin karşısında derin düşüncelere dalmışken, “Ateşe tapmak insanların icat ettiği en aptalca şey değildi.” der dostu Sinclair’e. Sessizliğe gömülmüş kendisini içine çeken ateşte Sinclair, ateşin içinde “sarı başlı atmaca”yı bir kez daha görür. Verilen detay, artık Atmaca’nın Alman ulusçuluğu olduğuna bir işarettir. Henüz Nazilerin ortaya çıkmadığı erken bir tarihte, 1917’de, Hesse’nin bu Alman ulusçuluğunu ima ettiğini düşünmek çok kolay değil ancak Dünya Savaşı öncesinde, savaşın emareleri iyice ortaya çıkmış olmalıydı ki Hesse, bu savaşa kitleleri çekmenin derin örgüsünü Alman egemenlerinin döşediğini savaşın içindeyken görmüş olmalı. Ancak onun arka plandaki bu siyasi ve ideolojik alana hiç bakmadığını özellikle belirtmem gerekiyor. Romanın herhangi bir yerinde Alman burjuvazisinin emperyal amaçları, Alman ulusçuluğuna dair bir değini yok. Besbelli ki sokaktaki Almanların gördüğü ama dillendirmediği bir “üstünlük” atfı söz konusuydu.
Burada şuna dair bir sorguyu açmakta yarar var: Hermann Hesse, Alman ulusçuluğunun bu “teslim” almasına, her bir kişiyi devletle özdeşleştiren duygulanıma karşı bir tavrı var mıydı? Açıkça söyleyebilirim ki yoktu. Demian romanında Hesse, bunalımdan çıkışı, bu teslimiyette görmektedir. Bu etki Nietzsche’den gelir hem de. Şu ifadeler bu onamayı içeriyor: “Böylesi şekiller seyretmek [ateşteki sarı başlı atmaca görüntüsü gibi] doğanın usdışı, karmaşık ve acayip şekillerinin üzerine teslimiyetle eğilmek, iç dünyamızla bu şekilleri yaratan doğa arasında bir uyumun var olduğu duygusunu uyandırır insanda.” (s. 129). İnsanın içinden gelen o “güç istenci” doğanın bir parçası olarak ona uyumlu olmanın bir sonucu olarak görünür bu durumda. Milliyetçi duygularla orduya gönüllü yazılmak bu bakımdan doğanın güç arzusuna uyum göstermek anlamına gelir. Kabil de öyleyse ödlek Habil’i öldürmekle soylu bir eylemde bulunmuş olur çünkü doğanın sesidir onun güç istenci. Hesse henüz ilk savaşı görmüştü ama Birinci Dünya Savaşı ve hemen sonrası, nüve olarak daha büyük bir yıkıcı gücü Alman ulusunun içinde taşıyordu. “Yumurtasından çıkmak için savaş veriyordu” henüz.
Sinclair ile Demian yeniden buluşur; Demian uzaktan uzağa Sinclair’i, onun meyhanelere “düşüşünü” ve sıradan bir insan oluşunu izlemiş ve günün birinde çıkacağını tahmin etmiş ama uzak durmuştur. Demian kadar olmasa da Pistorius da Sinclair üzerinde etkilidir; Pistorius da bir başka Demian’dır aslında. Ona göre de dış ile iç aynıdır; “İçimizdekinin dışında bir gerçek yoktur” der Pistorius ve devam eder: “İnsanların çoğunun gerçeğe bu kadar aykırı bir yaşam sürmesinin nedeni, kendileri dışındaki görüntüleri gerçek saymaları, içlerindeki dünyaya ise asla söz hakkı tanımamalarıdır.” (s. 139). Çoğunluğun izlediği bu yol kolay olandır: “Dostum Sinclair, çoğunluğun izlediği yol kolaydır; bizimkisi ise zor. Gidelim haydi!” Şimdi bu içerme (“bizimkisi”), Althusser’in “çağırma” kavramını hatırlatıyor; Pistorius, Sinclair’i ideolojik olarak “çağırıyor.” Sıradan insanlar gündelik hayatın hay huyuna, geçim işlerine, kendi günlük meşgalelerine dalmış gidiyor ama “biz” öyle değiliz. Sıra dışı bir “görev” üstlenme bu; Türkiye’de bunun benzeri bir olguyu “ülkücü” ideolojide görürüz. Orada yazılı olmayan bir “Türklük sözleşmesi” devrededir; insanlar günlük çıkarlarının hesabıyla “yanılmaktadır” ama “biz” onlar gibi değiliz ve bizimkisi “zor” olandır. Bu “zor” atfı da “çağrıyı” daha da cazip kılar çünkü zor olan sınavdan geçer kahraman.
“Zor” olanı seçen insanları, “uyanık” olarak niteler Pistorius: “Uyanık insanları bekleyen tek ama tek bir görev vardı: kendini aramak, kendi içinde bir sağlamlığa kavuşmak, el yordamıyla kendine özgü yolda ilerlemek, yolun nereye çıkacağına aldırmamak.” (s. 155). Neden “uyanık insan”? Çünkü su uyur, düşman uyumaz. Alt etmeye hazır bir güç her an karşısına çıkabilir: Alt etmeyen alt edilir. Yaşam bir savaştır, tetikte olan, güçlü olacaktır. O halde sürekli görev kendini sağlamlığa kavuşturmaktır. Bunu nasıl yapacak uyanık insan, kendini arayarak, özüne dönerek. Ne varsa özünde vardır: “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” Demek ki milliyetçiliğin güç devşireceği, başlangıç noktası, “iç”tir; bu yüzden de milliyetçilik mistiktir, modern bir dindir. Kadim dinlerin yerine önce bir ulus icat edilmiş, ardından bu ulusa bir din icat edilmiştir: Milliyetçilik. Hesse’in romanında bu yönde tek bir kelime bile yok ama Sinclair’in rehberleri (Demian, Pistorius, Bayan Ewa) o “iç”teki kaynağı tanımışlar ve kendi “yazgı”larını seçmişlerdir; Nietzsche’nin dilindeki “üstinsan”dır her biri. Pistorius’un sözleri, Sinclair’i derinden sarsar ama asıl büyülenme VII. Bölüm’de karşısına çıkacak olan Demian’ın annesi Bayan Ewa tarafından söz konusu olacaktır.
VII. Bölüm’de Demian üniversiteye yazılır artık. İlk sınıfta felsefe tarihi dersi almak zorundadır; Nietzsche okur bolca ve onun hayranlık duymaktadır. Nietzsche gibi, Oswald Spengler gibi Avrupa’nın çöküş içinde olduğunu düşünür. Avrupa’yı “Bir zenci köyündeki gençler evine” benzetir Demian. Yanındaki Japon’a, “Eh, sizin Japonya’da da daha iyi olmasa gerek durum. Sürünün peşine takılmaktan kendilerini alıkoyan insanlara her tarafta seyrek rastlanıyor artık.” (s. 162-163). Apaçık ki “sürü” Nietzsche’den alınma bir benzetme; Nietzsche kalabalığı, toplumu aşağılar bu sözle; “üstinsan olmayı” salık verir o. Demian’ın konuştuğu arkadaşının Japon olması da ilginçtir çünkü o dönemlerde Japonlar da kendilerinin “üstün ırklardan biri” olduğu iddiasındaydı ve Dünya Savaşı’nda Asya’daki halklara kan kusturmuştur, tıpkı Almanya’nın Avrupa’da yaptığı gibi. Özellikle Çin’de gerçekleştirdiği katliamların, mezalimlerin haddi hesabı yoktur. Nietzsche ve Spengler gibi sağcı düşünürler peki, neden kültürel tarihiyle övündükleri halkı “sürü” diye aşağılar? İlk olarak evrenselci bir din olarak ve mazlumların masumiyetine dair tavrı dolayısıyla Hristiyan oldukları için. Bir din ve iman talebi vardır ancak bu İsevi bir din olmamalı; ulusun “içindeki” doğal “güç” arzusunun dini olmalı. Demian romanındaki bu “kendine dönme” çabasının “utangaç bir milliyetçilik” olduğuna kuşku yok. Hesse, Alman ulusunun savaşa sürüklenmesini pek akıl dışı bir tutum olarak görse de milli bir öz yönelimine göz kırpıp duruyor roman boyunca.
Yine de Hermann Hesse’e haksızlık yapmak niyetinde değilim: Avrupa’nın o yıkımcı yanını görmektedir savaşın ortasında: “Avrupa müthiş bir çaba harcayarak insanlığın güçlü ve yeni silahlarını yaratmış ama sonunda derin, en sonunda çığlık çığlığa bir ruh yalnızlığının uçurumuna yuvarlanmıştı. Çünkü bütün dünyayı ele geçirmiş ama karşılığında ruhunu elden çıkarmıştı.” (s. 176). Elden çıkardığı ruhu yerine de Tolstoy’un, Budistlerin peşinden giden veya başka tarikatlara merak salan bir kesim de vardı. Ama “nişanla donatılmış olanlar” (Demian, Sinclair, Bayan Ewa, Pistorius) geleceğe yön vermek için kendini tasalara kaptırmadan o tür öğretilerden uzak duruyordu: “Bizim görev diye benimseyip yazgı diye baktığımız tek şey vardı: insanın tamamen kendi kendisi olması ve onun isteminden dışarı çıkmaması.” (s. 177). Görev günü geldiğinde meydandan kaçıverir ama “yükümlülüğün nişanıyla donatılanlar” Kabil gibi korkusuzca tehlikelere atılır, yazgı denilen şeyi göğüsler. Kimdir bu tür kişiler tarihte? “Musa, Buddha, Napoleon, Sezar, Loyala ya da Bismark” (s. 178). Benim “Nazi tohumu” dememin sebebi de tam bu husustadır çünkü Hesse, biyoloji ve evrim tarihinden örnekle bu “nişanla donatılmış” Kabilleri destekler. Onlar ki, “…o zamana kadar görülmedik bir işi başarıp soylarını yeni uyum girişimleriyle yok olmaktan kurtaranlar, yazgıyı göğüslemeye hazır örnekler”dir (s. 178). Tıpkı evrimin mantığı gibi onlar, kendi türlerini kurtarıp onların yeni gelişimlere ayak uydurmalarını sağladılar; onlar “üstinsan”dır. “Bayan Ewa” aldı bu VII. Bölüm hiç kuşkusuz romanın Nietzscheci ve milliyetçi bir ince işçilikle donatılmış bölümü. Kurtuluşu toplulukta aramak yerine tarihin “güçlü” şahsiyetleri gibi ulvi bir amaç bellemiş ve asıl gücü, “içlerinde” bulmuş üstinsanlar olmanın övgüsü yapılıyor.
Kendilerini “nişanla donatılmış” Kabil sayanların dilinde milliyetçilik, “kendine doğru sadakatle yola çıkmak” ifadesinde karşılık buluyor. Onlara göre, artık dünya bir eşiğe gelmiş durumda ve yeniden biçimlenecek. Şu halde “bazı seçilmişlere” özel bir görev düşüyor çünkü onlar “uyanık” olanlar: “Kendini yenilemek istiyor dünya, ölüm kokuyor. Ölüm olmadan yeni bir şey gerçekleşmez. Düşündüğümden daha korkunç bir şey!” (s. 188). Bu ifadeler ileri görüşlü Demian tarafından söyleniyor. Savaş başlar ve Demian hemen gönüllü olur; çünkü gizlenmiş bir teğmendir kendisi. Demian’a daha sonra kendisinin de askere çağrılacağını söyler. Birdenbire herkes birbiriyle kardeş olmuştur savaşın başlamasıyla; bütün ağızlardan vatan ve şeref sözcükleri dökülür: “Her şey bir esriklik içinde olup bitiyordu, yazgının istemi değildi; ama yine de esriklikte bir kutsallık vardı.” (s. 195). Sinclair de savaşa katılır, idealler için insanların ölümünü görür; savaşmaktan heyecan duyar ama büyük bir hayal kırıklığına da uğramıştır çünkü uğruna öldükleri ideal kendi idealleri değil, “başkalarından devralınmış ortak bir ideal”dir. Hermann Hesse’in bireyci bir “idealist” olduğunu ifade eden satırlar bunlar. Toplumcu milliyetçilikten ziyade onu da Nietzsche gibi “üstinsan” idealinde tutan yan burada dile gelmiş oluyor. Sinclair sözü devralır yine, insanların “ortak ideal uğruna ölüme gitmelerini” olumsuzlamakla onları küçümsediğini düşünür sonra, oysa onların da bir bildikleri vardı ve “Devcileyin bir kuş yumurtadan çıkmak için savaş veriyordu; yumurta ise dünyaydı ve dünyanın bu amaçla yakılıp yıkılması gerekiyordu.” (s. 196). Sinclair savaşta yaralanır ama “dostum ve yol göstericim” dediği Demian’ı düşünerek mutlu olur. Son tahlilde Hesse’in savaşa karşı bir tutum aldığını söylemek zor. Savunduğu naif hümanizmin bile Demian romanında belirgin olduğunu söylemek zor.
[1] Hermann Hesse (2021) , Demian: Emil Sinclair’in Gençliğinin Öyküsü (26. Baskı), Çev. Kamuran Şipal, Can Yayınları.