-Bu yazı bir biyografi değil, 28 Aralık’ta kaybettiğimiz Selçuk Hazinedar’ın anısına saygıyla yazılmış bir denemedir.-
Kelimelerin terzisiydi; ölçer, biçer, öyle dikerdi. Bu usta terziliğin mahareti yaşamı derinden hissetmeye ve insani ilişkilerde derin bir içtenliğe dayanıyordu. Dolayısıyla bizim eldeki kelimelerden ona uygun bir elbise dikmemiz zor. Ne yazsak onu anlatmada acemi kalırız. Ömrü 63 yıl sürdü, bunun 10 yılı hapishanede işkence altında geçti yine de ömründen uzun yaşadı. Ben diyeyim yüz yıl, siz deyin bin yıl; destanlar çağından kalan bir kahraman, geleceğin insanını bugünde yaşamış bir devrimci abdaldır Selçuk Hazinedar. İçi içine sığmayan bir hayalperest, ağlamaklı bir çocuk, boynu bükük bir ana, bal toplayan bir arı, at üstünde bir şövalye, koyunları sulayan bir çoban olarak gezdi durdu. 34 yaşında cezaevinden çıktıktan sonra çola çocuğa karışma imkanı vardı ama böyle bir girişimin, kendisini işleten duygusal enerjiyi sarsacağından tedirgin olmuş olmalı ki dostları arasında laf bu konulara geldiğinde eli ayağı dolaşır, dudaklarını sıkarak gözlerini kısardı.
Büyük romancı Dostoyevski’nin “Rus ahlaki ülküsünün edebiyattaki en kusursuz tasviri” olarak nitelenen Budala adlı romanın başkarakteri Prens Mişkin ile Selçuk Abi arasında hep bir yakınlık görmüşümdür. Onun kişiliği de devrimci ahlakın bir başyapıtıdır. Dostoyevski bu romana başlamadan önce, “Niyetim bütünüyle iyi bir insanı anlatmak” demiş; bu bakımdan da bütünüyle iyi bir insan olan Selçuk Hazinedar’a uygun düşer. Başkarakter Mişkin, aileden kalma mirasını almak için bir akıl hastanesinden memleketine döndüğünde kendisini bir ihanet, entrika içinde bulur. Mişkin’in masumiyeti, dürüstlüğü ve alçak gönüllülüğü, içine girmek istediği toplumun yaşayış ve düşünüş biçimiyle açık bir tezat oluşturur. O, dünya nimetlerinden ve hırslarından arınmış, peygamberimsi vasıflarıyla kusursuz bir iyilik timsalidir; soyludur ama yere çalmıştır soyluluğu: O sadece iyilik yapma sevdalısıdır. Bir yanağına tokat atana diğer yanağını da uzatan Prens Mişkin, aslında bir Hz. İsa temsilidir; Selçuk da öyle. Selçuk kendinde Hz. Musa’nın adalet ilkesini ve Hz. İsa’nın kardeşlik ülküsünü hissederek hayata katıldı. Hayatı bir ahlak yapıtı olarak yaşadı ve bu hayat İsevi bir ahlak başyapıtıdır.
Ortaçağ’da Anadolu’nun büyük dönüşüm yıllarındaki kargaşa ve yokluk yıllarında kardeşliğin mümkünlüğünü dile getiren Urum Abdalları dolaşırdı köylerde, kasabalarda. Bu abdallar ham iken girdikleri tekkelerde çile çekerek kardeşçe yaşamayı öğrendikten sonra kendilerini yollara vurup hoş görüyü, dayanışmayı, kardeşliği, dünya malının yarattığı körlüğü anlatıp sevgiyi vaaz ederlerdi. Selçuk da bir modern abdaldır, bir abdal olan Yunus Emre’ye duyduğu sevgi ve hayranlık da bu yakınlıktandır; arada yüzyıllar vardır ama aynı tekkede yetişmişlerdir. Yoldaşlarıyla birlikte gençliğinde Aybastı ve çevresinde gezip dolaşmış; köylünün, garibanın derdine çare bulmaya çalışmıştır. Öküzü kaybolan çiftçi onlara koşmuş, arazisi gasp edilen köylü onları bulmuş, sağlık ocağına yol bulamayan vatandaş onlardan yardım istemiştir. Kişisel olarak kendi adının öne çıkmasından da hiçbir zaman memnuniyet duymamış hatta bundan hep hicap duymuştur. Dünyanın meşakkatli bir yer olduğunu bir köylü olarak gayet iyi bilmekteydi; annesinin, komşularının hayata nasıl direndiklerini biliyordu. Bu yüzden onun, devrimciliği kısa yoldan dünyayı değiştirme girişimi olarak gördüğünü söylemek zor. Gerçekliğin farkındaydı. 1980 öncesinde içinde girdiği romantik devrimcilik döneminde bile sosyalizmi, “Bu dünya projesi, sonsuz sabırla anlatılabilecek bir şey”[1] olarak görüyordu. Cezaevinden çıktıktan sonra da Aybastı’dan huruç eyleyip İstanbul’a kurmuştur tekkesini; abdal dolaşmaları sürmüştür ama: İstanbul, Ordu, Ankara, Aybastı, Alankent, Silivri, Ümraniye, Kadıköy, kim bilir daha nereler…
İsmini çocukken bir “kahraman” olarak duymuştum; saygıyla adından söz edilen biriydi; kendisiyle tanışmam cezaevinden çıkıp İstanbul’a yerleştiği bu dervişlik yıllarına denk gelir. Ben üniversitedeydim, Şirinevler’de Orhan Kılıç’ın fotoğrafhanesinde buluşuyorduk, yazılar yazıyordu bazı dergilerde o sırada. Yazılarını getiriyor yahut yazmakta olduğu yazıları gösteriyordu; çok iyi yazılardı. Edebiyattan, şiirden, felsefeden konuşuyorduk; Ece Ayhan’ı anlatıyordu; hastanede yatarken ziyaretine gitmiş, uzun uzun konuşmuşlar, Edip Cansever’i seviyordu. Sanata meraklıydı, konuşmaya meraklıydı ama yalnızlık çekiyor olmalıydı çünkü gençliğinde bıraktığı gibi sokaklarda sanat yoktu artık. Yazılarında müthiş bir akıcı dili vardı, insanları çok güzel anlatıyordu. Son Ubıh‘ı ondan duydum ilk kez; çok güzel de yazmıştı. Yazılarında ilk önceleri fazla benzetmeler, sıfatlar kullanıyor gibi hissettim, sonra fark ettim ki bu onun anlatımının zenginliğiydi. Yaratıcı imgelerle doluydu yazıları; şiire çalıyordu dili. Düzyazıda bu “şiire çalma” yazıyı romantize ediyordu; o zaman da ayakları yerden kesilen bir metin ortaya çıkıyordu. O yıllarda ben fazlaca Galeanocuydum, Eduardo Galeano, “Ustam bana baltayla yazmayı öğretti.” der. Ondan esinle ben de her yazana “baltayla yazmasını” salık veriyordum ama Selçuk Abi kelimelerini seviyordu, çok güzel imgeler de üretiyordu.
Sonraki yıllarda orada burada daha sık dolaşır oldu, Ordu’ya gitti. Nerede düğün, nerede cenaze dolaştı. Hatta bir keresinde bıçaklanmış; aylar sonra bir yaz günü buluşup Alankent’te mezarlıkta turladık. Bıçaklanma olayını anlattı, çok gereksiz ilişkilere girdiğini itiraf etti: “Benim gibi işkencelere direnmiş biri, böyle bir olayda bok yoluna gidecekti ya!” dedi. Entelektüel ilişkiler istiyordu ama yoktu bu da yazma motivasyonunu olumsuz etkiliyordu yine de yazmaktan başka bir yaşam görmüyordu kendisine. O günlerde Hilmi Ziya Ülken okuyordu, Şeytanla Konuşmalar‘dan bahsetti ve Cezmi’nin bazı yazılarını çaldığını söylemişti, kızgındı elbette; edipler cemaatinde de bu türlü dalaverenin olması elbette moral bozucuydu. Yazılarının özgünlüğünün farkındaydı, bunda haklıydı. “Bak Selçuk Abi, “ dedim, “senin bu gündelik siyasi işleri bırakman lazım, sen roman yazmalısın; dilin, bilgin, deneyimlerin buna müsait!” Dudaklarını birleştirip gözünü kıstı ve susup önümüzdeki Kayıncık’a doğru uzanan geniş vadiye baktı. O günden bu güne on bir yıl geçti, o romanı yazmadı; en son anılarını yazıyordu, o da yarım kaldı.
Bir devrimcinin tutarlılığı kendini, sosyal ve insani ilişkilerini sürekli yeniden icat edebilmeye bağlıdır; kısacası çağırdığı değişmeyi öncelikle kendinde yapmak durumundadır. Tutarlılığın gereği de sürekliliktir. Selçuk Hazinedar kendini geliştirme konusunda durağanlaşmamış, adaleti yaratma çabasından da hiçbir zaman duraksamamış biri olarak tutarlı bir devrimcidir. Bu anlamda tahayyül ettiği dünyanın insanlığına aşkla bağlı bir radikaldir. Bu radikallik, çıkar hesaplarının akılcılığında bir delilik, kendini tahrip etmekte olan bir delilik dünyasında da bir özel bir akıldı: Bir Son Kişot’tu. Sreçko Horvat, Aşkın Radikalliği kitabında, “Biri aşka inanmalıdır, aksi takdirde kimse onun varlığından haberdar olmaz. Aynı şey devrim için de geçerli.”[2] diyor. Bu ilgiyle Sezai Sarıoğlu’nun Selçuk için kullandığı “aşkiya”[3] ifadesi gayetle uygun bir sıfattır. Selçuk ve yoldaşlarının devrim inancı ve mücadelesi olmasaydı, bugün insanlık tarihi bize, kendini tekrarlayan kösnül bir garabet olarak gözükecekti. Aşkın ve devrimin tarihin her döneminde yiğit insanları ayarttığını ve mücadele kurduğunu biliyoruz.
Selçuk Abi, Aybastı’da doğup büyüdü ve hiçbir zaman oradan kopmadı. Devrimciliğin evrensel insanlık düşünü hiç terk etmediği gibi Aybastı gibi küçük bir yerel coğrafyaya bağlı kaldı hep. Edip Cansever’di onun şairi; “İnsan yaşadığı yere benzer” der ya Cansever, Selçuk Abi de kökünün doğup büyüdüğü topraklarda olduğunu elbette unutamazdı; her insanı bir ana doğurur ama köy büyütür, girdiğin ve giremediğin bütün kapılar, çamur yollarda rastladığın yolcular büyütür. Akıl alınıp verilir; alıp akıl verdikçe yükselen bir şeydir hem de. Yükseldiği yerden bakar ve başka akılları da yanına çağırır. Tevfik Fikret, “yükselmeyen düşer” diyor. Selçuk Hazinedar’ı Fikretlere, Namık Kemallere bağlayan da buydu; akıl özgürleşerek yükselmek istiyordu. Namık Kemal’in “vatan” anlayışı, hürriyetten ayrı değildi; o, “İnsan vatanını sever, çünkü vatan öyle (…) bir katibin kalemiyle çizilen mevhum hatlardan ibaret değil; millet, hürriyet, menfaat, uhuvvet [kardeşlik], tasarruf, hakimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, yâd-ı şebabet [gençlik hatırası] gibi birçok hissiyat-ı ulviyyenin [ulvi hisler] toplamından hasıl olmuş bir fikr-i mukaddestir.”[4] Özgürlüğü, kardeşliği, hürmeti kendi açısından en kutsal değerler olarak kabullenerek tavizsiz yaşamış Selçuk Hazinedar’ın Namık Kemal’in “vatan” anlayışıyla ne kadar yakın olduğunu görmemiz gerekir. Selçuk Abi’nin Namık Kemal, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet hattını bütün yaşamı boyunca şaşmaz şekilde izlediğine kuşku yok. Bana göre, gündelik hayatla teması ve insanlara dokunuşu bakımından bu büyük şairler hattından fazlası da vardır.
Kendisini şöyle açıklıyordu Selçuk Abi, “Gelmesi için savaştığım dünyanın mini bir modeli, temsilcisi olduğunu asla unutmadan davranmak”[5] işte tam da öyle tutarlı bir insandı. Kendi ifadeleriyle ilkesi, “Pragmatizme sapmamak bedeli ağır olsa bile.” idi. Buradan bir dünya görüşü çıkar; bu görüş özgürlüğü üretecektir. Buradaki özgürlük, insanın kendisini herkes, herkesi kendi gibi görmesi noktasına varır; bu varış Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerinde dillenir. Selçuk, bu özgürlüğü daha çocukluğunda yüreğinde üretmiş gibidir, ilkokul öğretmeninin sınıfta sesli olarak okuduğu Yaşar Kemal’in İnce Memed’i onu büyülemiş ve gideceği özgürlük yolunu ona vermiştir: “İnce Memed’i okuyunca her şeye hazırdım.” diyor anılarında. Romanın etkisiyle sülalesinin ağalığı boynunda ağırlık yapan bir zincir haline geliyor: “Sülalem ağaydı, herkesten daha çok devrimci olmalıydım.”[6] diyerek bu ağırlığı boynundan çıkarıp atıyor. 1968’in devrimci rüzgarı her yere eserken yırtık bir gazete parçasını Selçuk’un önüne düşürüyor. Bu gazete parçasında Çetin Altan’ın bir yazısı var: “Bozuk Düzen” O zamana kadar karşılaşmadığı bir çelişki içeren ifade bu: Hem düzen hem bozuk, bu nasıl oluyor? İşte bu, onun fikri sıçramasını kuran bir an; demek ki “düzen” herkes için düzen değil, bazıları için bozuk. İşte diyalektik böyle işliyor hayatta. Dönemin esen siyasal rüzgarı Karadeniz’in köylüsünü, çiftçisini, işçisini dünyadan payını istemeye yöneltiyor. Giresun ve Ünye mitinglerinden sonra ilk kitlesel miting Aybastı’da yapılıyor. Aybastı, Selçuk Abi’ye göre “legal Küba”ydı; şu dünyadan geldi geçti, azını anlattı, çoğunu anlatamaya vakti yetmedi; Aybastı’yı ondan iyi tanıyan ve anlatabilen başka biri yetişemez. Bir mekanda bulunmak, dolaşmak orayı tanımak anlamına gelmez; oranın insanıyla ayrısız gayrısız hemhal olman gerekir. Bunu da Selçuk Hazinedar kadar yaşamamıştır kimse; onda ne mesafe vardı ne kibir. Gençliğinde mitinglerin coşkusundan çok etkileniyor, daha lise öğrencisi ama o zamanki cevvalliğiyle her yerde neredeyse; binlerce kişinin çağıltısı, bedenlerin ortak hareketinin yarattığı esrime özgürlüğün bedenselleşmesi değil midir gerçekten? O zamanki bu etkilenmeyi şöyle dile getiriyor: “Mitingler toplu ayinler gibiydi.”[7]
Selçuk Abi’nin tahayyülündeki özgür dünya, insan türünün henüz sosyal olarak kuramadığı bir aşamaydı ama böyle olduğu için “Ne yapalım, boynumuzu büküp yerimizde mi oturalım? Mademki o dünya henüz kurulmadı, onu kurma yoluna gireceğiz!” Onun için bu “yol” metaforu çok önemliydi, “devrimci olmak hep yolda olmaktı.” Bu yolculukta yoldaşlarla hasbihal edilirdi; yazdığı dergideki köşesinin adını da Hasbihal koymuştu bu yüzden. Çeşitli oluşumların, yapıların, örgütlerin içinde bulunduysa da bir şeyin apaçık farkındaydı, özgürlük öyle kurumsal bir şey değil, tamamen bir duygu işiydi, dostla hemhal olmanın bir biçimiydi. Onun bu derin derviş yanını biliyordum ve “Edip Cansever okuyan, Angelopoulos’tan büyülenen birinin neden bu gereksiz ve oyalayıcı işlerle vakit kaybettiğini” sordum bir keresinde. İşte o zaman Dünya yörüngesinde durdu ve hızla uzayın karanlık boşluğuna doğru yükselmiş gibi evrensel yalnızlığını hissetmişti. Bütün o gündelik hercümerce dahil oluşunun nedenini o zaman cevaplamıştı: “Cezaevinden çıktıktan sonra, vurulan yoldaşlarımın mezarlarını ziyaret ettim tek tek. Her birinin yoksulluğu, mezarlarının sahipsizliği beni yıktı, ağladım günlerce, mahvoldum ve kendime bir söz verdim o andan sonra ‘Bundan sonraki ömrümde hiçbir işe yaramasam da bu çocukların mezarına sahip çıkıp güzel bir mezar yaptırmalıyım onlara’ dedim.” Ona bazen kızıyordum olmadık işlere karışıyor, zaman harcıyor diye ama bu ifadelerini hatırladıkça anlayışla karşılıyordum, içindeki huzuru ve iyiliği böylece koruyordu belki de.
Telefonla görüşmeler dışında, yüz yüze en son Hamdi Kuru’nun cenazesinde karşılaştık. İkimiz de çok üzüntülüydük, kalabalık dağıldıktan sonra bir Hamdi Abi’nin bir grup arkadaşı, marş gibi bir şeyler okumaktan söz etmişler; Selçuk Abi de beni bir kenara çekip “Ya cemaate ayıp olur, doğru da olmaz mezarlıkta” dedi, “benim söylemem de belki doğru olmaz! Sen uygun bir dille söyle bari.” dedi, hepsi onun yakın arkadaşıydı oysa. İçinde yaşadığı toplumun ruhunu iyi tanıyan ve ortamına saygılıydı: Müslüman mezarlığında devrimci marş söylemenin lüzumu yoktu. Ayrılırken bana, “Sen daha iyi bilirsin de böyle ortamlarda toplumdan ayrıymış gibi davranmamak lazım!” dedi; öylesine bir bilgeydi işte. Kendine münhasır bir abdaldı. Onun hakkında yazmak zor şimdi, yine de Ahmet Arif’in aşkla söylediği dizeleri ona sesliyorum şimdi:
“Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.”
Kaynakça:
[1] Sezai Sarıoğlu, Nar Taneleri: Gayriresmi Portreler, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 98 Sezai Sarıoğlu, Selçuk Hazinedar’ın Erzincan Cezaevi’nden yakın arkadaşıdır. Sarıoğlu’nun “aşkiya” ve “Son Kişot” benzetmeleri hakikaten söz oyununun ötesinde Selçuk Abi için çok uygun düşer.
[2] Sreçko Horvat, Aşkın Radikalliği, Çev. Zafer Zorlu, İstanbul: Edebi Şeyler Yayıncılık, s. 12.
[3] Sezai Sarıoğlu, Nar Taneleri: Gayriresmi Portreler, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 98.
[4] Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine, İstanbul: Metis Yayınları, s.16.
[5] Sezai Sarıoğlu, Nar Taneleri: Gayriresmi Portreler, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 107.
[6] Sezai Sarıoğlu, Nar Taneleri: Gayriresmi Portreler, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 105.
[7] Sezai Sarıoğlu, Nar Taneleri: Gayriresmi Portreler, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 105.