Kadınların zamanı hep emanet. Ne kadar eğitimli olsanız veya ne kadar nispeten sosyal normlar açısından daha az önyargı ile karşılaştığınız bir yerde yaşıyor da olsanız, gündelik hayatınızı sürdürürken bir anda önümüze çıkan şiddet ihtimali, sadece erkek olmadığınız için vermek zorunda kaldığınız zorlayıcı karar veya gülmeniz beklenen “mizah” herkese kendi yerini hatırlatıyor. Dahası, bu sadece bir algı, his, duygu değil; dünyanın durumunu gösteren istatistikler bize dünyanın giderek kadınlar ve heteronormativitenin dışında yaşayan herkes için daha zor bir yer haline geldiğini anlatıyor. Küresel bir toplumsal cinsiyet karşıtı cephe; aileyi savunma hattının propagandası, milliyetçi veya dinsel reflekslerle giderek hayatımızı zorlaştıracak şekilde eşitlikçi ve pozitif ayrımcı düzenlemelere saldırmakla kalmıyor, savaşlar çıkarıp, kar hırsı uğruna felaketlere neden olacak küresel doğanın yıkımını da ihmal etmiyor.
UNDP ve CEİD’in toplumsal cinsiyet eşitliğine dair geçtiğimiz günlerde tanıttıkları rapor verileri çok çarpıcı. Ne kadar gelişmiş olursa olsun, toplumsal cinsiyetçi önyargılar ne kadar kırılmış olursa olsun, hiçbir ülkede kadınlar fırsatları yakalamak veya seçim yapabilmek için yeterince özgür değil. Sınıfsal ve ırksal farklar bu eşitsizliğin derinleşmesini elbette sağlıyor. Ancak 2000’lerin başından beri tüm ülkelerde tutarlı şekilde görünür olan durum, eşitlik vaadi, bir sihirli değnek dokunmuşçasına geriye doğru bir rota çizmeye başlamış. Kadınların seçim yapma, hayatlarına dair kararları alma veya fırsatları yakalama gibi en temel insani haklarından veya yetişkinlik göstergelerinden bile mahrum olması kadınlara (ve elbette kuirlere) dair koskocaman bir yapısal uçurum anlamına geliyor. Bu noktada Hartmann’ın sözünü hatırlatmakta fayda var: Patriyarka “maddi bir temeli olan ve erkeklerin kadınlar üzerinde hakimiyet kurmasını sağlayan, erkekler arasındaki hiyerarşik ilişkiler ve dayanışmayı içeren, toplumsal ilişkiler dizisi” olarak tanımlar ve şöyle devam eder:
“Patriyarkanın maddi temeli, erkeklerin kadınların emek-gücü üzerindeki kontrolüdür. Bu kontrol, kadınları ekonomik olarak üretici kaynaklara ulaşmaktan alıkoymak ve kadınların cinselliğini sınırlamakla sürdürülür. Günümüzde yaşadığımız biçimiyle patriyarkanın önemli unsurları; heteroseksüel evlilik (ve bunun sonucunda ortaya çıkan homofobi), kadınların çocuk bakması ve ev işi yapması, kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığı (bu da iş pazarındaki düzenlemelerle artırılır), devlet, erkekler arasındaki toplumsal ilişkiler temeli üzerine kurulu çeşitli kurumlar kulüpler, spor, sendikalar, meslekler, üniversiteler, kiliseler, şirketler ve ordular. Patriarkal kapitalizmi anlamak istiyorsak, tüm bu unsurların incelenmesi gerekir.” (“Feminizm ile Marksizmin Mutsuz Evliliği” makalesinden).
Uzun bir süre, sosyal devlet ve kadın dostu politika vaatlerinden oluşan kapitalizmin sahte cennetlerinin ardından kadın mücadelesine gerek kalmadığına dair inancın yaygınlaşmasından güç alan patriyarkal kapitalizmin baskıcı sesi kürtaj ve aileci politikalarla, esnek emek rejimleri ile kendini gösteriyor uzun süredir. Kadınların emeklerinin, cinselliklerinin ve bedenlerinin kontrol edilmesine dair büyük bir basınç, şirketler ve devletlerin, sağcı politikalarının söylemleri ile giderek de kendini hissettirirken üstüne pandemi koşulları eklendi. Evde sürekli “online” olarak çalışma, evdeki zaman ile iş zamanı arasındaki sınırları kaldırırken, evdeki iş yükünün gerektirdiği emek zamanının artırmanın yanı sıra kadınların kamusal alana çıkması ve var olma biçimlerini zorlaştırdı. Kadınların en fazla öldürüldüğü yerin “ev” olması ise durumun görünmez kılınmak için çabalanan yanı. Zira pandemi döneminde masraflarını karşılayamadığı için, yalnızlıktan korktuğu için, üstüne yıkılan bakım ve ev işlerini ücretli işle beraber sürdürmekte zorlandığı için ailesinin evine ergenlik odasına dönen çok insan var, şiddete rağmen hanesinden kalan da.
Küresel antigender (toplumsal cinsiyet karşıtı) ittifak artık somut hale gelmiş olmalı. Piyasalaşmanın nasıl patriyarkal temeller üzerine oturduğunu, piyasalaşma karşıtı hareketleri dinginlemeninin yolu olarak milliyetçilik ve dincilikle kesişen ötekini düşmanlaştıran reflekslerin nasıl isyankar biat mekanizmalarını kurduğunu açıkça Ukrayna’ya saldıran Rusya veya olanları sadece bazı ekonomik yaptırımlarla izleyen Batı’da görüyoruz. Dahası, Ukraynalılar mültecileşecek diyerek ağızlarının suyu akarak bekleyen iğrenç erkekliği de, “sarışın mavi gözlüler savaşta ölüyor, orada bir dram var, orası Ortadoğu değil” diyen barılı gazeteci kimliğine bürünmüş alçak ırkçılığını da görüyoruz; ancak Rusya’daki feministlerin, solcuların ve barış yanlılarının bu suça ortak olmadıklarını da.
Bu rejime mecbur değiliz, suç ortağı da olmamalıyız. Kadınların zamanı, kararları ve hayatı sadece kendilerine aittir; bir 8 Mart’ta daha hem barış için hem de başka bir yakınlık, sevgi, beraberlik mümkün diyerek haykıracağız.