arama

Dili Yeniden Düşünmek (I)

Arif ARSLAN
Günümüzde dilin nasıl öğrenildiği, dillerin nasıl farklılaştığı, kavramların nasıl oluştuğu, dilin kavramsal bilgiyle nasıl bağlantı kurduğu hakkında kapsamlı bilgilere sahibiz artık. Salt insana has bir dil yetisi yok, dil insanın çabasıyla öğrenilen bir şey; dil bir anlamda toplumsal insan olmanın alametifarikasıdır. Bir anlamda dil, her bir insandaki insanlıktır.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

İnsanların iletişimde bulunmalarını ve kendilerini dışavurmalarını sağlayan bir sistem olarak dilin ne olduğu farklı disiplinlerce tartışılmakta. Dili kullanıyoruz ve ne olduğunu bildiğimizi düşünüyoruz ama dili açıklamaya çalıştığımızda ilginç bir şekilde yetersiz kalıyoruz. Dil somut ve pratik etkinlik olduğu kadar soyut bir içeriğin de taşıyıcısı durumunda. Dilin işleyen ve dönüşen bir mekanizması, hayata eşlik ederek yenilenen bir tarihselliği var. Dış dünyayı anlamsal olarak kapsıyor ve insana “iç dünya” üretiminde yardımcı oluyor. Kaotik dış dünyayı anlaşılır hale getirerek sınıflandıran bir mantık kuruyor. Anlambilgisel olarak kelimeleri bağdaştırıp kendi yapı ve mekanizmasını dilbilgisel olarak da bağlaştırır. Dil hayatımızı evirip çevirmemizde, fiilen yaptığımız her şeyde devrededir; bu yüzden ondan ayrılamayız. Hal böyle olduğuna göre onun ne olduğunun anlaşılması önem arz eder.

Dil belirli meselelerin çerçevelendirilmesine ya da baştan şekillendirilmesine yardımcı olur.

Vyvan Evans’ın Dil Miti Dil Neden Bir İçgüdü Değildir[1] adlı kitabında, dilin ne olmadığını ortaya koyarak dili tanımaya çalışır. Aslında bir itiraz kitabı: “Dilin bir içgüdü olduğu” yaygın kabulünün nasıl da yanlış olduğunu göstermeyi hedefler. Dilin bir içgüdü olduğu tezi biyolojik bir kökene dayanırken kadim din ve mitolojilerin dili açıklama tarzını tersten de olsa sürdürür gibidir. Bu bakımdan da muhafazakar bir açıklama tarzıdır; dilin doğuştan geldiği savunulur iki anlayışta da. Evans ise ortaya koyduğu bulguları yorumlayarak bu görüşlere itiraz ediyor. İtirazını dilbilim, psikoloji, felsefe, nörobiyoloji, primatoloji, etoloji, bilişsel antropoloji gibi disiplinlerden yararlanarak kanıtlar sunuyor. İtirazlarının yanında kendisi de dilin nasıl işlediğine, zihinle nasıl ilişkili olduğuna, insan olmak ile dil arasındaki ilişkiye dair bir dil kuramı ortaya atıyor. Kendi kuramına kullanım-ölçüsünde-dil tezi diyor. Bu tez, dilin ve zihnin doğası ile yapısı üzerine bazı temel savlar içerdiği gibi anadilimizi edinme şeklimiz hakkında çağdaş araştırmacıların bulgularına yer vererek tartışıyor. Velhasıl önemle bakılması gereken bir kitap Dil Miti.

Sanat, din ve bilim gibi insana özgü niteliklerin ortaya çıkışını mümkün kılan simgesel bir davranış olan dil, üç önemli sistem üzerinden incelenir: ses (fonetik), dağarcık (semantik) ve gramer (sentaks). Kurallı ve yapılaşmış seslere dayalı olarak işleyen bu karmaşık sistemle karşımızdakiyle iletişim kurmamızı sağlayan ise insanların amaçlı özneler olduğunu bilmemizdir (Evans, 2020: 18). Dilsel topluluklar, yani konuşma toplulukları dilsel uzlaşılardan meydana gelen bir kümeyi kabul etmiştir; dil bir dilsel uzlaşılar kümesinden ibarettir. İnsanların amaçlı özneler olduklarını biliriz ve onların kullandıkları ses dizilerine anlamlar atfederiz.

Dili pratik aracılığıyla ve zahmetlice öğreniriz.

Günümüzde yapılan araştırmalar artık daha açık şekilde dilin doğuştan gelmediğini göstermekte. Dil, türe özgü kültürel zekamızın genel özelliklerini ve yeteneklerini yansıtır ve bunları temel alır. İnsanın toplusallığının yarattığı bir yatkınlığı yansıtır dil. Dil, eğer doğuştan gelseydi, insan yavruları onu öğrenmek için zahmetli bir çaba sarf etmek zorunda kalmazdı. Dil öncelikle maruz kaldığımız girdilerden inşa edilir (Evans, 2020: 19). Dil insanı gezegendeki tüm türlerden ayırır, açıkçası insanlığımızın göstergesidir. Dil, kendimizi insan hissetmemizi sağlayan, duygusal varoluşumuzu keşfetmemize olanak sağlayan bir olgu olarak hepimizin yararına çalışır. Dili pratik aracılığıyla ve zahmetlice öğreniriz. “Dil, zihnin daha genel ve genelleşmeye yatkın özelliklerini önemli ölçüde yansıtır.” (Evans, 2020: 21). Dili bir kere öğrendiğimiz zaman çok doğal ve rahat olarak kullanmayı sürdürürüz; işte dilin çok karmaşık oluşunu bu kolay kullanım gizlemektedir; bu kadar insanın rahatlıkla konuştuğu bir şey ne kadar karmaşık olabilir ki? O kadar karmaşık olsa çok zeki olan insanlar dışındakiler nasıl öğrenebilirdi ki dili? Fizyolojik ya da nörolojik bir engeli olmayan her insan kullanabilir dili.

Dil insan için inanılmaz kolaylıklar sağlayan etkili bir araçtır ve neredeyse her durumda onu kullanırız; insanın kendisini dışavurması açısından, karmaşık ve etkili fikirleri iletmesine imkan sunan işlevleri vardır. Dil özellikle iki işlevi yerine getirmede önemlidir. Birinci olarak insan dil sayesinde, beğenilerini ve hoşnutsuzluklarını kodlayarak dışavurur. Bu dışavurmada simgelerden yararlanır; anlam içeren parçalar olarak simgeler, bir biçime ve içeriğe sahiptir. Bu simgelere sözcük diyoruz. Sözcükler ses birimlerinden oluşan ve cümlede bir anlamı yaratmak amacıyla kullanılır; cümlede kullanımı sırasında ek yapıları alabilirler. Dilin iletişim aracı olarak işleyebilmesi için biçimler ile anlamların simgelerle bağdaştırılması gerekir ama bu yeterli olmaz; muhatap alınan insanlarca bu bağdaşmanın çözülmesi gerekir. İkinci olarak dilin simge olarak kodladığı mesajlar her kullanımda bir etkileşime hizmet eder; dil bu yönüyle dünyayı değiştirme etkinlikleri sağlamaktadır. Dilin kendisi simgesel olmasına karşın, etkileriyle eylemler icra ettirebilir. Şu halde dil: “fikir sistemlerini beraberinde getirir: Kelimeler içlerinde kavramlar taşır. Dil belirli meselelerin çerçevelendirilmesine ya da baştan şekillendirilmesine yardımcı olur.” (Evans, 2020: 25).

Dilin kilit işlevi, toplumsal etkileşimdir; dilin doğuşu da müşterek etkinliklerle mümkün olmuştur. Dil, müşterek etkinlikler içerisinden, bu etkinlikleri kolaylaştırma süreci içinde gelişmiştir, dil olmasa bu etkinlikler son derece zorlaşmış olacaktı. Tek tek insanların üzerinde ve onlardan bağımsız da olsa dil kullanımı temel bir eylemdir. Dil her ne kadar zihinsel bir temsil olsa da dış dünyada etkili eylemler için dilin taşıdığı bilgiyi, dil dışı başka ipuçlarından gelen bilgilerle bütünlememiz gerekir çünkü dilin dışında süregiden bir realite söz konusudur.

Sözcükler birer simgedir ve biçim-anlam eşleşmesinden meydana gelse de dilin kullanımı farklı düzeyde bilgilerin bir arada çalışmasıyla gerçekleşir. Bunlardan biri fonetik yani ses bilgisidir. İnsanların çıkarabileceği ses envanterinin bir sınırı vardır ve farklı diller farklı seslerden yararlanır ve bazılarını daha sık kullanır. Ses kullanımında tercih, yaşanan coğrafyanın getirdiği yaşam tarzına karşı verilmiş tepkilerle ilgili olabilir. Örneğin açık bozkırlarda yaşayan topluluklarda dalga boyu yüksek kalın seslerin tercih edilmesi olasıdır çünkü seslenmeler daha uzak mesafelere ulaşmaya çalışır. Dilin işleyebilmesi için ikinci bilgi türü sözcüklerin yapısıyla ilgilidir. Basit sözcükleri ekle yahut başka sözcüklerle birleşerek karmaşık kelimeler türetebiliriz; bu sözcükler de cümlelerimizde görevler üstlenmiş olurlar. Sözcük ve cümle türetiminin bilgisine sezgisel olarak sahibizdir ve otomatik olarak işletiriz. Dilin işlemesi için gereken üçüncü bilgi türü, sözcüklerle ve başka dilsel ifadelerle bağdaştırılan anlamla ilintilidir. Bu da bir bağlamın bilgisine sahip olmayı gerektirir. Yine konuştuğumuz dilin cümle yapısı bizim için içselleştirilmiş bir bilgidir ve dil kullanımında otomatik olarak bu bilgiyi kullanırız; sözcükler belli bir sözdizimine uygun olarak cümleye yerleşir. Türkçe gibi bazı dillerde sözdiziminde katı kural olmayabilir, bağlamdaki vurguya göre sözcüklerin dizilişinde değişiklik olabilir.

Dilin kilit işlevi, toplumsal etkileşimdir; dilin doğuşu da müşterek etkinliklerle mümkün olmuştur.

Dilbilim görece yeni bir bilim olarak anılabilir. Ferdinand de Seassure, bu alanın kurucusu sayılabilir; Genel Dilbilim Dersleri adlı notları onun ölümünden sonra ancak 1916’da yayınlanmıştır. Seassure’ün düşünceleri genel olarak yaşadığı dönemin rasyonalizminin etkisindeydi; dolayısıyla dil görüşleri de rasyonalizmin aşırı bir formudur. Onun görüşüne göre dil, insan dışı iletişim biçimlerinin hiçbiriyle bağlantılı değildir. Bu bakımdan da “dilin içgüdü olduğu” anlayışıyla aynı yerdedir. Bu görüş insanın ayrıksılığına dikkat çeker ve mantığı da kadim “eşrefimahlukat” anlayışından pek de uzak değildir. Galileo ile başlayan ve insanı şerefli yerinden edip de onu sıradan bir hayvan düzeyine indiren düşünceye karşı, insana yeniden bir ayrıcalık bahşetmeye sevdalanan Romantizmin insanı “yaratıcılık” ile payelemesi gibi Darwin’den sonra iyice “hayvanlaşan” insana yeni payeler bağışlamak gerekiyordu; Seassure ve ardıllarının bunu başardığını söylemek mümkün. Dönemin hakim natüralist görüşüyle zıtlaşan yapısalcı düşünce, insanı, yeryüzünde hiçbir şeye benzemeyen, ayrıksı bir varlık olarak ele alır.

1950’ler itibariyle dil üzerine tartışmalar alevlenmiş önemli görüşler ortaya atılmıştır. En etkili olan görüşlerden biri de Noam Chomsky’e aittir. Chomsky yaptığı gözlemler neticesinde dilin, çaba sarf edilmeksizin ortaya çıktığını, tüm insanların dil edinme yetisi taşıdığını, dolayısıyla dilin gelişmesini mümkün kılan, doğuştan gelen bir Evrensel Dilbilgisinin var olması gerektiğini iddia etmiştir. Dilin bir içgüdü olduğunu iddia eden bu görüş, akla yatkın gibi görünse de tam olarak bir mittir.[2] Buradaki iddia, insan dilinin hayvan iletişim sistemleriyle tamamen bağlantısız olduğunu, insan dilinin kendine özgün bir yapısı olduğuna dairdir. İnsanın içinde bulunduğu doğadan tamamen ayrıksı olduğunu savunan bu görüşler, dilin nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz. Oysa dinamik bir özelliği olan dil, halihazırdaki işleyişinde belirli olaylarla ilişkili olarak ve bu olayların esnasında kullanıldıkça çeşitlendiğine göre, ortaya çıkışında da benzer şekilde kullanılarak ortaya çıkmış olmalıdır. Elbette insan yavruları daha dünyaya geldiğinde dile hazır bir biyolojiye sahiptir; mevcut sinir yapısı konuşma ve işaret dili edinmeyi sağlayacak şekilde donanmıştır ancak bu biyolojik yapı, içgüdüsel bir dil ve Evrensel Dilbilgisi olduğu anlamına gelmemelidir. İçgüdü olarak dil tezi her ne kadar akla yatkın gibi görünse de deneye ve gözleme dayanan bir yanı yoktur. Benzer bir çerçeveden hareket eden popüler kitaplar yazan Steven Pinker’in kaleme aldığı dil konulu kitaplar da aynı şekilde gerçekle alakasızdır ve aldatıcıdır. Burada dilin mutasyona bağlı olarak ortaya çıkmış olabileceği gibi müphem iddialar öne çıkar ama dilin kademeli olarak ortaya çıkması daha muhtemeldir. Evrimin genel eğilimi, değişikliklerin üst üste biriktirilmesiyle gelişmeleri ortaya çıkarmaktır. Evrimde organizma ile çevresi arasında ikisinin de belirleyici olduğu bir ilişki söz konusudur; evrimde doğa, organizmayı salt maruz bırakan konumda bir belirleyici değildir. Organizma, kendi çevresindeki düzenli unsurlardan en çok yararlanabileceği şekilde evrimleşir.

Bu meselelerin gelip dayanacağı nokta, bir gizeme başvurmaksızın dil ve rasyonel düşüncenin açıklanamayışıdır. Nereden geldiğini bilmediğimiz bir bilgi devreye sokulmak zorundadır. İkna edici deneyim ve genel öğrenme mekanizmaları, bir açıklama olarak rağbet görmeyecektir bu anlayışta; dil, doğuştan gelmeli, genetik yapımızın bir parçası olmalı işte Evrensel Dilbilgisinin gelip varacağı yer.[3]  Oysa günümüzde dilin nasıl öğrenildiği, dillerin nasıl farklılaştığı, kavramların nasıl oluştuğu, dilin kavramsal bilgiyle nasıl bağlantı kurduğu hakkında kapsamlı bilgilere sahibiz artık. Salt insana has bir dil yetisi yok, dil insanın çabasıyla öğrenilen bir şey; dil bir anlamda toplumsal insan olmanın alametifarikasıdır. Bir anlamda dil, her bir insandaki insanlıktır.

(devam edecek)

14 Nisan 2022

[1] Vyvan Evans (2020). Dil Miti Dil Neden Bir İçgüdü Değildir, Çeviren: Mehmet Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

[2] Evans, s. 31.

[3] Evans, s. 36.