Son otuz yılda yeryüzündeki karmaşa ve değişime paralel olarak bilim ve sosyal teori alanında köklü yenilikler içeren çalışma ve anlayışların çoğaldığını görüyoruz. Toplumsal ekoloji, nörobilim, kadın çalışmaları ve özellikle de antropoloji alanında yapılan çalışmalar, daha önce bu alanlarla ilgili bildiklerimizi yıkmakla kalmıyor; modern tıbbın açmazları, kent neresidir, sınıf kavramının yeniden tanımlanması gibi pek çok farklı disiplini ilgilendiren konularda yeni tartışmalara zemin hazırlıyor. Disiplinler arası katı sınırlar geçişken hale geliyor. Murray Bookchin’in toplumsal çevrebilim çalışmaları daha önce soyut ve ekonomi temelli bir siyaset çerçevesinde ilerleyen Marksist anlayışa daha minimal görünen ama daha somut ve gerçekçi bir alan sunuyor. David Graeber, Brian Morris Goldsmiths gibi antropologların çalışmaları, antropolojide uzun süre ana akım durumundaki “tek hatlı evrim” anlayışının toplumsal ilerleme sağladığı sabitinin çoktan eskidiğini, toplumların doğrusal bir ilerlemeyle yol almadığını; dahası tarihçi Harari’nin belirttiği üzere “bugünün insanının geçmişte yaşamış insanlardan daha mutlu” olmadığını söylüyor.
Sosyal teorilerdeki ilerlemeci tarih anlayışının, yaşanan pratiğe bakıldığında gerçekçi olup olmadığının sorgulanma tartışmaları, dolayımlı olarak kurmaca edebiyatın da alışılagelen konu ve üslup tartışmalarını aşındırıyor. Uzunca bir süre insanlığın hal ve sorunlarına bütünün penceresinden bakan konuların yerini yerel halkların özgürlük mücadelesi (Abdulrazak Gurnah’ın romanları), yapay zekâ çağının insanındaki duygu yoksunluğunun doğurduğu boşluk (Kazuo İshiguro), mültecilik, zorunlu göç ve yabancılaşmanın (Agota Kristof romanları)… aldığını gördük. Sosyal teori çalışmalarında göze çarpan, sorunlara büyük ölçekli ve modernist çözüm arayışının yerini; mikro düzeyde ve yerinde çözüm arayışının almasına paralel bir farkındalık, günümüz romanında da görülüyor. İnsanın doğayla birlikte dünyadaki bütün varlıkların- hatta cansız varlıkların da- kültürel iç içeliğini vurgulayan anlatılar yazılıyor.
Fransız yeni kuşak romancılarından Berengere Cournut de Taştan ve Kemikten romanında Kanada İnuitlerinin “beyazlar oraları keşfetmeden önceki” yaşantısını biyo-kültürel evrim anlayışına uygun bir antropolojik okumanın izinde kurmacaya dönüştürmüş[1]. Roman Cournut’nün Kanada İnuitlerinin tarihsel, antropolojik kalıntılarına dair yaptığı okumalar ve müze gezmelerinden biriktirdiklerinin ışığında yazılan bir tür belge roman; yerli halkın avcılık-toplayıcılık dönemi yaşantısının hikâyesi. Romanın sonuna İnuit yaşamına dair fotoğraflar ve bir kısa not da ekleyen Cournut, romanı “…kemikten, mors dişinden, taştan, karibu boynuzundan oyulmuş minik heykellerin” keşfiyle “bu eserlerin hangi toplum tarafından üretildiğini merak” ettiği için yazdığını belirtiyor.
Taş, Kemik ve Uygarlık
“Bir şaman, burada, bir şaman davuluna
Sabah olana dek kayının kederiyle vuruyor”
Ne “büyük anlatı” ne “büyülü gerçeklik” ne de edebiyat eleştirmeni John Carey’nin Jeanette Winterson’ı merkeze koyarak eleştirdiği “yüksek edebiyat” var Taştan ve Kemikten’de. Genç bir İnuk[2] kadını Uqsuralik üzerinden bin yıllar boyu küçük değişiklikler dışında benzer şekilde devam eden bir konar-göçer halkın yaşantısı betimleyici, düz ama masalsı bir üslupla yaratılmış. Romanda zaman ve mekân algısının önüne geçecek bir dil oyununa, bilinç akışı yöntemine başvurulmadan, Uqsuralik’in, büyük bir buz kütlesinin aniden kırılıp diğer parçada kalan ailesinden uzaklaşmasıyla yapayalnız kalması ve soğukla, açlıkla mücadelesi anlatılıyor. Devletin, sınırların, iktidarın olmadığı; bir topluluğun geyik, fok, ayı ve balık avlayıp kimi bitkileri toplayarak ortak yaşadığı; günlerin, ayların sadece yaz ve kış mevsimine göre farklılaştığı bir hayat düşünelim. Buzdan evler, sürekli açlık kaygısı, inatçı bir ayaz, ayı postundan giysiler, ısınmak için birbirine sokulan insanlar… Bütün bu fiziksel zorluklara karşın dayanışma var. Yalnız kalmış genç Uqsuralik, tanımadığı ve salt akrabalık bağıyla oluşmamış bir eve sığınabiliyor, korunuyor. Deneyimin önemsendiği bir sosyal ortamda işler de paylaşım da o anki ihtiyaç çerçevesinde yürütülüyor.
Taştan ve Kemikten çok zor koşullarda yaşayan bir insan topluluğundaki antropolojik arka planı vermesi bakımından değerli. Doğumdan ölüme kadarki hayatta her şey, doğanın akışına uygun ve bu insanlar tarafından kabul görür halde. Ad koyma törenlerinden, kadınların hamile olduğu anlaşıldığında düzenlenen eğlencelere, hastalıkları iyileştiren ve geleceği okuyan Şaman bilgelere, deniz, hava, mağara tanrılarına, avlanan hayvana müteşekkir dualara çok zengin bir ritüel dosyası sunuluyor. Ölen kişilerin adlarının bizde de hâlâ dededen toruna verildiğini, eşyalarının ruhunun orada tutsak kalmaması için çadırın önüne çıkarıldığını okuduğumuzda kültürler arası etkileşimin akıcılığını ve coğrafyanın rolünü görüyoruz; bugün kutsanan ahlak yasalarının arkasında mülkiyet duygusunun olduğunu da. Cinselliğin namusla ilişkilendirilmeyip doğal ve sıradanlıkla karşılandığı, doğan çocuğun ailenin bütünü tarafından önemsendiği ve yetiştirildiği ama herkesin görev ve sorumluluk yüklendiği bir hayat akışının resmi var bu romanda.
Cournut, modern insanın sıradan hatta Morgan ve devamındaki kimi antropologların “ilkel, barbar” gördüğü bir hayatın hiç de sıradan, ilkel, barbar olmadığını; bir yerlerde bırakılan bir ayak izinin yeryüzündeki herkese ait olduğunu, modernleşmenin barındırdığı ve kapitalizmin kendisini üretirken kutsadığı teknolojik gelişmenin insan için iyilik ve mutluluk vesilesi olduğu inancının boş bir inanç olduğunu yalın bir dille, süslemeden aktarıyor. Uqsuralik’in yaşlandığında söylediği üzere, insan doğadaki tüm canlı-cansız varlıklarla uyumluysa huzur içinde ölebilir. Bireysel hırs, tutku, egemenlik arzusu olmadan ve öldürdüğü bir av hayvanına gelecek kuşakların da beslenebilmesi adına özür dilemesiyle yürüyen bir hayat, ne kadar basit ama duygu yüklüdür.
Cournut, Taştan ve Kemikten romanında durup geçmişe ve bugünün insanına bakmamızı, bu karşılaşmayı sorgulamamızı istiyor. İnsanın her şeyin tek söz sahibi olmadığını, doğaya uyum ve diğer varlıkları kendisi kadar önemsemenin mutluluk için esas olduğunu hatırlatıyor. Günümüz romancılarından Georgi Gospodinov da Hüznün Fiziği romanında “İnsan bir süreliğine susmalı ve oluşan sessizlikte başka bir öykü anlatıcısının –bir balık, yusufçuk, sansar veya bambunun, bir kedi, orkide veya çakıl taşının-sesine kulak vermeli. Arıların roman yazmadığını örneğin, nereden biliyoruz?” diyordu. Dünyayı ve yanı başımızdaki insanları anlamamız gerekiyor, bunun için de sakince bir durup “arılar da roman yazabilir” dememiz gerekiyor.
Romanın sonunda yaşlı Usguralik, uygarlık denen aslında teknoloji olduğunu; para ve kâr hırsının uygarlık olarak sunulduğunu, küreselleşmenin başlangıcını hatırlatıyor. Beyaz adamın kendi topraklarına gelmesiyle, Şamanları yalancı olarak nitelediğini, çocuklarının alışkanlıklarını ve değerlerini değiştirdiğini söyleyerek aslında bir halkın yok oluşunun altını çiziyor. Beyaz adam kendisine para kazandırmayacak hiçbir yaşam biçimine, dile, kültüre hayat hakkı tanımadı zira. Oysa çeşitliliğin insan için zenginliği aşan çok temel bir ihtiyaç olduğunu Kanadalı antropolog Wade Davis çok güzel özetliyor:
“Sayısız kültür bir araya gelip yeryüzünü kuşatan zihinsel ve manevi yaşam ağını meydana getirir. Biyosfer dediğimiz biyolojik yaşam ağı yeryüzünün selameti için ne kadar önemliyse, bu yaşam ağı da o kadar önemlidir. Bu sosyal yaşam ağına “etnosfer” diyebiliriz. Bu terim, bilincin ortaya çıkışından bu yana insan imgeleminin hayat verdiği bütün düşüncelerin, sezgilerin, mitlerin, inanışların, fikirlerin ve esinlerin toplamı olarak tanımlanabilir. Etnosfer, insanlığın en önemli mirasıdır. Düşlerimizin meyvesi ve umutlarımızın tecellisidir; bizi meydana getiren ve iflah olmaz derecede meraklı, müthiş uyum yeteneğine sahip bir canlı türü olarak yarattığımız ne varsa hepsinin simgesidir.”[3]
Bir Roman Bir Yol
Taştan ve Kemikten, bir edebi roman değil. Roman tekniği ve dil örgüsü çok basit. Animist bir topluluğun yarattığı ve artık çoğumuzun sadece adını bildiği bir kültürün, ne adına, nasıl yok edildiğini; bir tek insanın değerli olduğunu, bir tek insanın konuştuğu yaşayan bir dilin bile ontolojik bir değeri olduğunu göstermesi bakımından değerli bir ara kurmaca. Cournut’nün romanı roman yapan temel ögeyi, kendi iç bütünlüğü ve tutarlığı olan kurmaca gerçekliği, ihmal mi ediyor? Bir yönüyle evet. Yukarıda “belge” roman dediğim bağlam dolayımıyla yazarın elindeki bilgiyi bir kurmaca bilgiye dönüştürmesi, onu edebi bakımdan zayıf kılan bir olgu ancak burada ikinci bir nokta var ki roman tekniği açısından nesnel varoluşla araya mesafe koyan ve okurun açısından da ilgi uyandıran bir nitelik bu: Cournut cebindeki bilgiyi ustaca, bu tür bir romanın doğurabileceği handikap olasılığını bertaraf ederek kullanmış. Nedir bu dersek, roman, roman gerçekliği kurarak ilerlemiyor; okur dış bir bilgiyle sahip olduğu İnuit yaşantısını elinde tutarken anlatı masal tekniğiyle ilerliyor. Kişiler, olaylar doğaüstü varlıklarla iç içe. Doğum da ölüm de bizim bugünkü algımızın çok uzağında bir basitlikle yaşanıyor. Böylece okura, İnuit söylencelerini, inançlarını, Şaman dualarını gerçekte yaşamış oldukları bilgisinden uzaklaştırma fırsatı veriyor. Yaşadığımız hayatın sıkıcılığına bakıp içimize dönmemiz için bir soru işareti sunmak da az bir şey değil.
[1] Berengere Cournut, Taştan ve Kemikten, Can Yayınları, Çev. Esin Özlü Akseki, 2021.
[2] İnuk, İnuit sözcüğünün tekili; İnuit halkından biri demek. İnuit ise Kanada’da yaşayan Eskimolara verilen ad. Eskimo sözcüğü “çiğ et yiyen” anlamına geldiği ve küçümseyici, aşağılayıcı kabul edildiği için Kanada’da yasal olarak da İnuit sözcüğü kullanılıyor.
[3] Wade Davis, Yol Bilenler, Kolektif Kitap, Çev. AkınTerzi, 2015.