Bir tarafta batan silikon vadisinin en büyük bankasının yarattığı 2008 krizi korkusu diğer taraftan emeklilik yaşının ve prim süresinin artırılması girişimleri ile başlayan grev dalgası bugünlerde gündemde.
Silikon Vadisi’ndeki şirketlere finansman sağlayan en büyük bankanın iflası, sektöre olan güveni baltalamış ve beklenen para akışını kesmiş görünüyor. Yorumcular, Facebook, Google, Apple veya Amazon gibi büyük şirketler, sermayelerinden milyarlarca dolar kaybetseler dahi bir şekilde hayatta kalmayı başaracağını; ancak daha küçük şirketlerin ve start-up’ların hayatta kalması pek olası olmadığını yazmaya başladı. Platform ekonomisinin parıltılı yüzeyini bir anda nasıl enkaza dönebileceğini açıkça gösteren bir krizin mi başladığını yoksa, bu krizlere karşı sektörel korumalar mı getirileceğini göreceği. Ancak, önümüzdeki süreç, küresel ekonomideki teknolojik yenilikler üzerine kurulu başarı öykülerini şimdiden derinden sarstı.
Açıkçası bu krizden bize düşen, uzun zamandır işçi sınıfının giderek büyüyen parçasının bu şirketlerde istihdam edildiği,, platform ekonomisine dair bir kocaman üretim ve hizmet zincirinin içinde çalışmak zorunda kaldığını hatırlamayınca anlaşılır olacaktır. Bu çalışma formunun sosyal haklar konusunda işçiyi oldukça güvencesiz kıldığını, sadece örgütlenme açısından değil, aynı zamanda işçi sınıfın yoksullaşması ile firmaların işçiler üzerindeki kontrol gücünün insan haklarının minimum standartlarının bile fazlasıyla altında kalarak bir haysiyet saldırısını kendiliğinden meydana getirdiğini söylemek önemli. Bu açıdan ister start-up denilen ve büyük firmalarla bağımlı çalışma ilişkisinde olan küçük ölçekli firmalarda çalışın, ister büyük firmalarda ilgili krizin boyutları, ne ölçüde iflas dalgası yaratacağı ve bu iflasların ne kadar ölçekte insanı etkileyeceği zamanla ortaya çıkacak. Bu gündemi emeklilik yaşının yükseltilmesi ile birlikte tartışmak ise çoklu krizlerin bu korkunç yıkımında hükümetlerin suç ortaklığını ifşa ediyor.
Fransa’da Macron’un seçim vaatlerinden olan tasarıya göre, 2030’a kadar 62’den 64’e çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda 43 senelik prim ödeme karşılında emekli maaşından yararlanma hakkına sahip olabiliyor. Fransa’da elbette toplumsal uzlaşmaya dayalı olduğu vurgulanan toplumsal modelin yine çalışanlar tarafından finanse edilmesi söylemi kabul görmedi, günlerdir Fransa grevde. Fransa’da yaşayanlar pandemideki kapanmaya benzer bir etkisi olduğuna işaret ediyor, grevler tüm hayatı etkilemiş durumda gibi görünüyor ki şimdiden bu grevlerin sonuçlarının yine çoğunluğu asgari ücretin altında çalışan işçi sınıfını vuracağına dair söylemler artmış durumda. Zira enerji sektöründe sendikaların öncülüğündeki grevlerin elektrik üretimini düşürmesi, enerji fiyatlarının artması ile karşılanmış sermaye tarafından. Sermayedarlar en bilindik karşı saldırıyı yapıyor ve grevlerin maliyetlerini fazlasıyla fiyatlara yansıtarak, yine tüketici olarak emekçileri, üretici olarak emekçilerle karşı karşıya getiriyor. Holdingler karlarından ödün vermezken, hükümet siyasi gücünü holdinglerin tekelci karını garantilemek üzere kullanırken, uzlaşmadan bahsetmeleri ne kadar ironik. Enerji holdingi EDF işçileri, geçtiğimiz haftanın sonunda iş bırakmaya başlamış ve Total Energies rafinerilerindeki grevler de ülkenin petrol ve mazot arzını etkileyebileceği konuşuluyor.
Sadece enerji sektöründe değil, temizlik işçileri de grevde. Ulaşım alanında da grev etkilerini gösteriyor. Bu konuda hükümet temsilcilerinden birinin zorunlu çalışmayı gündeme getirerek, işçileri çalışmaya zorlamak için hapisle tehdit ettiğini bile görmüş olduk.
Elbette emeklilik konusu ve güvencesiz çalışma koşulları toplumsal cinsiyetle de bağlantılı. Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı ücret eşitsizlikleri ve zaman yoksulluğu nedeniyle zaten emeklilik konusunda erkeklerle eşit koşullarda değil. Yine bu nedenlerle, emekli maaşları erkeklerden yüzde 40 daha düşük ve görünüşe göre ironik şekilde reform adı verilen emeklilik yara tasarısı, bu eşitsizliği daha da artıracak. Biraz açacak olursak, 2027 itibarıyla prim ödeme süresi 43 yıla çıkarılarak, özellikle çocuk bakımı, hasta ve yaşlı bakımı gibi gerekçelerle çalışma yaşamı kesintiye uğrayan, uzun zaman çalışamaz hale gelen ve daha sonra iş hayatına geri döndüğünde daha kötü koşulları kabul etmek zorunda kalan kadınlar cezalandırılmış olacak. Erkeklere daha bağımlı hale gelecek bir hane yaşamının içine kadınlar hapsetmek anlamına geliyor bu durum. Pek çok kadın, tam bir emekli maaşı almak için 67 yaşına kadar bekleyebilecek durumda olsa ile 43 senenin primini tamamlaması gerekecek. Tam bir sosyal haktan dışlama mekanizması çalışacak gibi görünüyor. Fransa’da kadınlar için ortalama brüt emekli maaşı 1.145 Euro iken, erkekler için 1.924 Euro olmasının tam da bu hikayeyi yani, ücretler ve prim ödeme sürelerindeki eşitsizliği somutlaştırıyor.
Bu iki gündemi birlikte okursak daha önceden bahsettiğim çoklu krizler ve toplumsal çöküş konusunu yeniden ele almak şart görünüyor. Zira genel olarak bir fikir edinmek için bazı eğilimlere bakalım: Örneğin 1970’lerde, yani neoliberal ekonomik dönüşümün öncesinde, tüm ulusal ekonomik çıktının yüzde 70’i emekçilerin payına ücret geliri olarak düşerken, sadece yüzde 20’si kar olarak sermaye payına düşmekteydi. Anca günümüzde yüzde 56’sı ücret payı iken, yüzde 33’ü kar payı olarak bölüşülüyor, üstelik emekçilerin nüfus içindeki payının artmasına rağmen. Reel olarak gelirin de oldukça düştüğü yine pek çok araştırma ile ortaya konulmuş. Daha önce de bir yazıda bahsettiğim gibi, en az 1 buçuk milyar işçinin yaşadıkları ülkelerdeki enflasyon karşısında ücretleri gerilerken, bu en zenginlerin servetleri günde 2,7 milyar dolar artmaktaymış. Bugün Avrupa birliği ölçeğinde her on işçiden biri asgari ücretin altında kazıyor. Bildiğiniz gibi Türkiye’de asgari ücret alan işçi oranı tüm işçilerin yüzde 70’i civarında. Böylelikle aşırı yoksullukla aşırı zenginlik aynı anda artıyor. Karların olağanüstü büyümesi için yüzde 99’un fakirleşmesi zaten kapitalizmin mantığı gereği. Dahası artan kiralar, ulaşım maliyetleri, artan gıda fiyatları ve eğitim ve sağlığın yüksek bedellerle sunulan hizmetler haline gelmesi de bu sürecin nasıl işlediğini açıkça gösteriyor. Dünya Bankası’na göre ikinci dünya savaşından bu yana küresel eşitsizlik ve yoksullukta en büyük artış yaşanıyor. Ekolojik krizler ise felaket kapitalizmi vurgusunu güçlendiriyor.
Yaşadığımız felaket, dayanışmacı bir birlikteliğin gücünü ortaya koyduğu kadar, sınırlarını da göstermiş oldu. Dayanışmanın birbirini yaralarını sarmak ve örgütlenmek için bir başlangıç olduğuna inanıyorum; ancak bu yetmez. Yeni bir dünyayı felaketleri kara dönüştüren mekanizmalardan arındırmadıkça, mekanlarımızı toplumsal gücümüzü ve politik özne olma kabiliyetimizi güçlendirecek şekilde eşitlikçi bir formda inşa etmedikçe, o sınıra hep çarpacağız; kendimizi paralasak da bir arpa boyu yol alacağız. Fabrikalar tarlalar siyasi iktidar, her şeyin “emeğin” olacağı güne kadar mücadeleye devam etmeliyiz.