Dünyada ve ülkemizde neler yaşandığını az çok biliyoruz, ama bu dünya yerine nasıl bir dünya koymak istediğimizi ve ne yapmamız gerektiğini pek de bilmiyoruz sanırım. Birlikte düşünmeye ne dersiniz! Okuyup sen de düşünceni ortaya koyabilirsin.
Bir yerde çelişki varsa orada mutlaka bir kriz vardır. Dünya, kapitalizmin varlığıyla birlikte emek sermaye temel çelişkisinin tetiklediği bir dizi krizi yaşamaya başlar ve artarak bu kriz günümüze kadar gelir. İşin bir tür paradoksu, yaşanılan krizler bir yandan kapitalizmin sonunu hazırlarken, diğer yandan krizlere karşı bağışıklığını artırarak onu güçlendirmesi ve ömrünü uzatıyor olmasıdır. 2008’deki krizde kapitalizmin sonunun geldiğine inanan akademisyenlerin sayısı hiç de az değildi. Keza 2020’deki pandemide “dünyanın artık eskisi gibi olamayacağı” dillendirilerek bir bakıma kapitalizmin dönüşmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. Demek oluyor ki, krizleri yaratan kapitalizm aynı zamanda krizleri yönetebilme becerisi ve gücüyle de onu aşabilmektedir. Başka bir deyişle, kapitalizm kendi krizini ancak yönetemediği zaman yıkılmaya ve yeni bir devrimci sürece evirilmeye başlar. Bu süreci yaratacak da hiç kuşkusuz emek cephesidir.,
Kapitalizm, kar, daha fazla kar demektir. Bunun için sadece fabrikada işçinin yarattığı artı değere el koymakla yetinemez; canlı ve cansız, maddi ve manevi varlığıyla dünya-evren onun etki alanı ve kar güdüsünün aracıdır. Kapitalistin bu doymak bilmez kar ve birikim güdüsüdür ki dünyada derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal krizlerin olduğu kadar çevre-iklim, pandemi ve göçmen krizleri gibi hemen tüm krizlerin de yaratıcısı olur.
Sosyalist Bloğun dağılmasının yarattığı olumsuzluk ve belirsizlik
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla reel sosyalizmin dünya çapında gerilediğini ve uluslararası sermayenin “yenidünya düzeni” söylemiyle etkinliğini ve egemenliğini dünya çapında yaygınlaştırmaya başladığını görürüz. Bu gelişmeler sermaye çevrelerince sosyalizmin yenilgisi kapitalizmin ise nihai zaferi olarak yansıtılır; emek sermaye çelişkilerinin ve sınıf mücadelelerinin ortadan kalkacağı, dünyadaki krizlerin, savaşların son bulacağı, refah devletlerin oluşacağı, demokrasi ve özgürlüklerin tüm dünyada egemen kılınacağı türünden birçok safsatalar ortada dolaşır. Ancak gerçekte yaşanılanlar ise bunun tam tersidir.
Bu süreçte, sendikalar ve meslek odaları başta olmak üzere genel anlamıyla toplumsal örgütlülüklerin ve emek sermaye çelişkileri ekseninde sınıf mücadelelerinin dünya çapında gerilediğine, etnik ve dinsel temelli çatışmaların, bölgesel savaşların arttığına şahit olduk. Kapitalist devletler tarafından sosyal ve demokratik hakların budandığını, keyfi otoriter yapıların devlet yönetimlerine egemen olmaya başladıklarını, bütün kamusal alanların sermaye tarafından yağmalandığını, toplumun pervasızca sömürüsünü, yoksulluğun giderek daha da arttığını, emek sermaye arasındaki gelir adaletsizliğinin derinleştiğini gördük. Kısacası emek cephesi her alanda gerileyip daha fazla kaybederken, tersine sermaye cephesinin büyüdüğünü ve kazandığını görürüz.
Yeni Bloklaşmalar ve NATO’nun işlevi
Bu süreçte yaşanılan önemli bir gelişme kapitalist ve sosyalist blok olarak bölünen zıt iki kutuplu bir dünya ve güç odağının yerini birbiriyle hem çatışan hem de uzlaşabilen sistem içi küresel ve bölgesel yeni güç odaklarına bırakmış olmasıdır. ABD ve AB bu süreçte güçlenerek çıkar. Rusya konvansiyonel ve nükleer bir güç olması itibariyle küresel bir güç olarak belirli ölçüde ağırlığını korurken ekonomik ve alan hakimiyeti bakımından bir güç kaybına uğrar. Çin ise özellikle ekonomik alanda küresel bir güç olarak belirir. Türkiye, İran, Hindistan, Mısır gibi ülkeler ise bölgesel bir güç olarak bu süreçte yer edinmeye çalışır. Küresel sermaye güçlerinin hemen tüm dünya ülkelerinin içine derinlemesine nüfuz etmesi ve bu ülkeleri kapitalist-emperyalist sisteme tümüyle entegre etmesi ve hegemonyasını artırması ise bu ülkelerde yıkıcı etki yaratır. VARŞOVA paktı dağılırken NATO’nun varlığı da tartışılmaya başlanır. Ancak NATO’nun ikili karakterini göz önüne aldığımızda NATO’nun dağılmasını değil, tam tersine özellikle ABD açısından güçlendirilmesi öne çıkar ve birçok ülkenin NATO’ya alınması da sağlanır. ABD egemenliğindeki NATO’nun işlevlerden birinin kendi hegemonyasına ayak bağı olabilecek Rusya ve Çin gibi ülkeleri ablukaya alıp onların gücünü sınırlandırmak ve bölgesel güçleri kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırması olurken, diğer işlevi ise dünyadaki anti-kapitalist hareketlerin bastırılmasını ve dünyanın neoliberal kapitalist sistemin çıkarlarını güvenceye alacak ölçüde askeri ve siyasi önlemlerin alınmasını sağlamaktır.
Kapitalist-Emperyalist Ülkeler Arasındaki Rekabet Bir Dünya Savaşına Evrilir mi?
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ve Çin’in Tayvan’ı kendi toprağına katma girişiminin bir üçüncü dünya savaşına yol açıp açmayacağı da tartışılan konulardandır. Her savaşın bir gereksinimden doğduğu bir realitedir. Daha önce yaşanılan 1 ve 2. paylaşım savaşı bir gereksinimin sonucuydu. Alman tekelci sermayesinin pazar gereksinimi bu savaşları kaçınılmaz hale getirmişti. Bu savaşlar sorunu çözmek şöyle dursun daha da ağırlaştırarak krizi derinleştirmiş ve kapitalist dünyanın sonunu hazırlayacak boyuta getirmiştir. Bugün, nükleer silahların kısmen kullanılmasının bile dünya açısından onarılması güç sonuçları doğuracak boyutu ve karşılıklı nükleer dengeler bir dünya savaşını frenlerken, yine sermayenin küresel karakteri ulusal devletlerin pazar gereksinimi gibi bir sorunu da büyük oranda çözerek var olan çelişkilerin savaş yöntemleriyle çözümünü engellemektedir. Ancak geçmişte olduğu gibi bugün de sürekli gerginlik stratejisi ve bölgesel savaşlar emperyalist ülkelerin, sermayenin bir gereksinimi olarak her zaman yer edinmektedir. Bu bakımdan “3. Dünya Savaşı çıkmaz” şeklinde yapılan değerlendirmeler günümüz gerekçeleriyle de doğrulandığını söylemeliyiz. Bugün sadece Çin ile ABD arasında bir ekonomik rekabet yok aynı zamanda ABD ile AB ülkeleri arasında ve tüm dünyadaki sermaye güçleri arasında da kıyasıya bir rekabet mevcuttur; ancak bu rekabetin bu ülkeler arasında direk bir savaşı değil ama bir vekâlet savaşlarını gündeme getirdiğini söylemek olasıdır. Ortadoğu’da yaşanılan gelişmeler bunun açık örneğini bize vermektedir. Kısacası, rekabet ve entegrasyon sermayenin yapısı gereği bir arada sürdürülürken aradaki rekabetin direk bir savaşa evirilmesini günümüz koşulları pek olanaklı kılmamaktadır.
Neoliberal Politikaların Yarattığı Toplumsal Değişimler ve Yıkım
Sovyetlerin dağılması kapitalist-emperyalist sömürü ilişkilerinde özde bir değişimi getirmemiştir; ancak dünya sisteminin tek kutuplu hale gelmesi kapitalist sömürü ilişkilerini daha yaygın, yoğun ve pervasız bir hale getirir ve emek sermaye çelişkisini de giderek sermaye ile tüm toplum arasındaki bir çelişkiye dönüştürmeye başlar. Bu bir anlamda tüm toplumun mülksüzleştirilmesi, yoksullaşması, orta sınıf denilen kesimin de giderek çökmesi anlamına gelir. Bu süreç gelişmekte olan ülkelerden metropollere doğru genişleyerek bütün dünyada etkisini göstermektedir.
Bir yandan işçilerin fabrikalarda artı değerle yalın sömürüsü, öte yandan tekel karlarıyla tüm toplumun sömürüsü, çevrenin yağmalanması, özelleştirmelerle kamu sektörüne çökme ve toplum tasarruflarının sermaye kesimlerine aktarılması gibi çeşitli teşvikler tüm toplumun sermaye için çalışması anlamına gelir. Üretime yeni teknolojilerin sokulmasıyla doğrudan üretici sayısındaki azalma ve işsizliğin artması, iş yaşamının fabrikalardan hizmet alanına, ofislerden ev ortamlarına kaymasıyla sosyal-sınıfsal yapıdaki değişimler göze çarpar. Bu gelişmelerin işçi sendikalarının nitel ve nicel gücünü ve etkinliğini giderek azaltırken finans, eğitim, sağlık, hukuk, ticaret, turizm ve otelcilik, sanal birçok hizmet sektörünü oluşturan düşük ücretli, güvencesiz, sendikasız kitlelerin ağırlığını artırır. Bu nesnel olgu toplumun sosyal dokusunu birbiriyle daha az bağlantılı, daha bireysel ve daha apolitik ve karmaşık bir hale sokar…
Yaşanılan Savrulmalar, Örgütsüzlük ve Belirsizlik Hali
Kapitalizm “yenidünya düzeni”nde toplumun tüm umutlarını kırdı ve istediğini veremedi. Kapitalistler pervasız sömürüleriyle sermaye birikimlerini artırırken toplumun maddi ve manevi değerlerinin ve birikimlerinin de yıkıcısı oldu. Bu noktada emek güçlerinin bir umudu oluşturup bunu topluma gösterememeleri ya da anlatamamaları toplum açısından daha da yıkıcı olmakta ve toplumun savrulmasını getirmektedir. Kapitalizm kendisi için rasyonel bir yapıyı oluştururken toplum için rasyonelliği oluşturamazdı. Tüm olumsuzluklara karşın mevcut durumun sürdürülebilmesi kapitalizmin toplumsal krizleri yönetebilmesinin bir becerisi olarak görmek gerekir. Bu noktada tabii ezilen sosyal sınıfların örgütsüzlüğü ve dolayısıyla bu gelişmelere yanıt verememesi süreci kapitalizmin lehine geliştirerek onu alternatifsiz kılar.
Geçmişte sosyalizm somut bir biçimde alternatif bir sistem olarak kapitalizmin karşısına dikilmişken, günümüzde, bırakalım işin somutluğunu, sosyalizmin kapitalist sistemin alternatifi olduğu gerçeği ortaya konulup güçlü bir biçimde seslendirilmiş değildir. Bugün günümüz koşulları içinde strateji, taktik, örgütlenme, mücadele, devrim gibi konular sistemli olarak örgütsel yapılar içinde bile tartışılıp ortaya konulamamaktadır. Hemen her şey burjuva partilerinin ve parlamentarizmin kuyruğuna takılmış durumdadır. Geçmişin sol içindeki dağınıklığı bugün daha bir hoyratça yaşanmaktadır. Dünyadaki sosyalizmin ve ülkemiz devrimci sürecinin geçmiş tarihselliği içinde yengi ve yenilgisini kapsamlı olarak analiz edip doğru bir biçimde kavrayabilmiş ve ortaya koymuş değiliz. Dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmeleri ve bunun ülkemize etkilerinin analizini de yapabilmiş değiliz.
Değişen ve Değişmeyen İlişki ve Çelişkiler
Türkiye ABD ve AB ile eskiden beri olagelen siyasi, askeri, ticari ve mali ilişkilerini zaman zaman sorunlu olsa da özde bir değişime uğramadan sürdürmektedir. “YENİ SÖMÜRGECİLİK”, “SÖMÜRGE TİPİ FAŞİZM”, “EMPERYALİZM İÇSEL OLGU” olduğu yönünde yapılan tespitlerde öz itibariyle değişen bir şey yoktur; ancak bu tespitlerin Türkiye aleyhine daha da derinleştiğini (güçlendiğini) söylemek olasıdır. Türkiye bölgesel bir güçtür, ama “alt emperyalist” unsur olmaktan uzaktır. Bunu sınırlayan birçok etmen vardır. Öncelikle de ekonomik-mali gücü bunu çevirebilmekten uzaktır. Diğer yön, bölgenin gerek ABD ve AB için gerekse de Rusya ve Çin için stratejik öneme haiz olması bunu frenlemektedir. Bir diğer sınırlayıcı etken ise Arap ülkelerinin ve yakın komşu ülkelerin direnci ve böyle bir girişime sessiz kalmayacaklarını ortaya koymalarıdır. AKP döneminde Osmanlıcılık hayaliyle sürdürdüğü Ortadoğu politikası ters tepmiş ve ülke için ağır bir bedeli de olmuş, dolayısıyla geri adım atmak durumunda kalınmıştır. Şimdilerde ise eskiye dönmenin yolu aranmaktadır. Yapılan hamasetin karşılığı yoktur. Türkiye’nin hemen her yönden dışarıya bağımlılığı dış politikadaki serbestliğini ortadan kaldırırken bölgede ancak Rusya ve ABD’nin sınırladığı alan içinde bir serbestlik kazanabilmektedir. Türkiye’nin ABD ve AB’ye karşı Rusya ve Çin kartını oynamaya çalışmasının da gerçekte bir karşılığı yoktur. Geçmiş dönemlerde de benzer politikalar güdülmüş ancak Türkiye yine asıl görevini (emperyalizmin ileri karakolu) ifa etmekle kalmıştır, çünkü hemen tüm stratejik ilişkiler bağımlı olduğu Batı’yla sürdürülmek zorunda kalmıştır.
Yeni Dönemde Ülkede Yaşanılan Siyasal Süreç
Dünyadaki dönüşümün ülkedeki siyasal gelişmelere en büyük etkisi, sınıf mücadelesinin yerini ağırlıklı olarak etnik ve dinsel temelli kimlik mücadelesine bırakmış olmasıdır. Bu yönelimin gerek bölgemizde gerekse dünyanın birçok yerinde de yer edindiğini görürüz. Ülkede azınlık kimliklerin baskılanması ve bu sorunların demokratik bir çözüme ulaştırılamaması sınıf temelli mücadelenin gerilediği bir dönemde ve ortamda bu kimliklerin kendilerini açığa vurmasını ve başat bir sorun olarak gündemde yer edinmesini getirir. Esasında, egemenlerin, ezilen ve sömürülen emekçi kesimleri bölmek için onları sınıf temelli sorunlarından uzaklaştırıp kutuplaştırdığının ve kimlik siyasetlerini körüklediğinin de bir realite olduğunu burada vurgulamak gerekir.
Bu süreç içinde, özellikle Kürt hareketinin siyasal etkinliğini artırmasıyla Kürt sorunu politik gelişmelerin başat bir unsuru ve yönetime karşı ülkedeki tek etkin muhalefeti haline gelir. Etkinliği pek görülmeyen ülkedeki sınıf temelli devrimci-demokratik muhalefetin de bu alandan kendine yer açmaya ve buradan yükselmeye başladığını söyleyebiliriz. Aleviler ise 93 Sivas katliamıyla bu kimlik siyaseti içine adeta iteklenir. Kürtlerin ve Alevilerin karşısına da açık ya da gizli devlet güdümlü ve örgütlü Türk milliyetçi ve siyasal İslamcı yapılar dikilecektir. AKP ve MHP’nin bu siyasal atmosfer içinde büyüdüğünü görüyoruz. Bu faşizmin ve gericiliğin kitleselleşmesi, toplumsallaşması anlamını taşır.
Ne yapmalı?
Ne yapılması gerektiği hususunda devrimci-demokratik sol-sosyalist kesim içinde kuramsal bir ortak düşünce ve eylem birlikteliği sağlanabilmiş ve ortaya konulmuş değildir. Bu da sosyalist solun ne kadar dağınık, örgütsüz ve ülke sorunlarından uzak olduğunun bir göstergesidir. Adeta rüzgâra yelken açmış durumdalar. Seçimden seçime gündeme gelebilen ve seçimlerde bile gerekli birleşik tutarlı tavrını ortaya koyamayan bir sol ile karşı karşıyayız. Kürt ve Aleviler içinde kendine yer açmaya çalışan bir sol hareketin Türkiye Halklarının temsilciliğine soyunabilmesi ve mevcut düzene alternatif bir söylem ve eylemi oluşturabilmesinin olanağı yoktur.
Bu azgın neoliberal kapitalist dünyanın kötülüklerini biliyoruz. Tüm toplum bu süreci yaşayarak öğrendi ve öğrenmektedir. Toplum emeğiyle geçinenler ile sermayesiyle geçinenler, yani zenginler ile yoksullar arasında kalın bir biçimde bölünmüş durumdadır. Orta sınıfın büyük bir kesimi eriyerek yoksullar içine katılmıştır. Resmi veriler ülkede toplumun büyük çoğunluğun açlık ve yoksulluk endeksinin içinde yaşadığını söylemektedir. Kapitalistler kendi içindeki her bir bunalımı yine kendi içinde çözmeye çabaladılar; ama kriz çözülür gibi olsa da çözülmedi ve derinleşerek sürdü. Bugün, sermaye güçlerinin dünya ve ülke halklarını baskılayarak, manipüle ederek, zengin ve yoksulluğun bir kader ve kapitalist düzenlerinin alternatifsiz olduğunu söyleyerek insanlığı bu krizle yaşamaya alıştırmaları olayıyla karşı karşıyayız.
Dünyada ve ülkemizde insanların büyük çoğunluğunun asıl sorununun temel maddi geçim araçlarına ulaşmak olduğu açıktır. Bu başlı başına bir insan hakları sorunudur. Sağlıklı beslenme, suya kavuşma ve barınma sorunu; ifade ve örgütlenme özgürlüğü, eğitim, sağlık, bilgi edinme; ulaşım, iletişim, gezi, seyahat özgürlüğü; İnanç ve etnik temelli özgürlük sorunları, kadın ve çevre sorunları… İnsanlık çözüm bekleyen ve iç içe geçmiş bir dizi yaşamsal sorunlarla karşı karşıyayken dünyanın bir avuç azınlığı servet yığma derdinde. İnsanlığın sorunları adaletsiz, eşitsiz, acımasız bir avuç para babasına hizmet eden kapitalist bir düzen içinde çözümlenemez. Çeşitli kılıklardaki burjuva iktidarları her türlü baskı aygıtlarıyla, kendi icat ettikleri hukuklarıyla, olmadı keyfiyetleriyle bir avuç para babasına hizmet etmek ve toplumun yoksulluğunu yönetmekle uğraşıyorlar; tüm toplumsal kesimler ve çevre yağmalanıyor.
Devletin demokratikleştirilmesi sağlanmadan da ülkemizde bu toplumsal sorunların herhangi birinin çözüme ulaşma şansı yoktur. Bu noktada toplumun da demokratik teamüllerini oluşturması ve güçlendirmesi gerekmektedir. Farklı mesleklerden, düşüncelerden ve kimliklerden emekçilerin birbirini dinlemesine ve anlamasına ihtiyaç vardır. O halde sorun tepeden tırnağa “DEMOKRATİKLEŞME” sorunudur. Bu demokratikleşme ülkenin de dünyanın da “DEVRİMİ” , yeni bir sosyalizmin “DEMOKRATİK SOSYALİZMİN” inşası olacaktır. Bu DOĞRUDAN DEMOKRASİ, halkın her adımda karar süreçlerine, yönetime doğrudan katılması demektir.
İnsanlık “YENİ BİR DÜNYANIN GEREKLİ VE OLANAKLI” olduğuna inanmalı ve somut verileriyle istenilen dünyayı ortaya koymalıdır. Ve böyle bir dünyayı yaratmak için yeni şartların yeni araçlarıyla; yeni bir dil, yeni bir yaklaşım ve yeni bir stratejiyle birlikte toplumsal bir sinerji yaratılarak mücadele edilmelidir. Üretim alanlarından kopuk, yoksulların kitlesel mücadele birlikteliğini sağlamayan bir örgütlenme ve çalışmanın başarılı olma şansı yoktur. Birlikte mücadele etmek sadece ülke yoksullarıyla sınırlı değil, bütün dünya yoksullarına açılmalıdır; çünkü, Türkiye’nin sorunu aynı zamanda diğer ülkelerin sorunu; diğer ülkelerin sorunu da Türkiye’nin sorunudur. Bugün sermaye güçlerinin küreselliği emek güçlerinin de küreselliğini ortaya koymuştur. Yaşanılan göçler bile bunu somut bir biçime sokabilmiştir. Bir ülkenin devriminin dünya devrimiyle zamandaş hale geldiğini söylemek yanlış olmaz. Bu basit bir enternasyonal dayanışma değil, tüm dünya sorunlarına bütüncül bir bakış demektir. Dünya ve ülkenin devrimci sürecinin nasıl bir seyir izleyebileceğine dair bir öngörü ortaya konulurken; evet siyasal hattı da “DOĞRUDAN DEMOKRASİ” olarak çizmek gerekecektir. Ancak bu yaklaşım tüm ezilen ve sömürülen kitlelerin birlikteliğini sağlayabilir.
DOĞRUDAN DEMOKRASİ hattı daha başından itibaren ortaya konulmalı ve çalışma ve örgütlenmenin de temel ilkesi haline getirilmelidir. Hayatın her alanında bu örgütlenme ve çalışma ortaya konulmalıdır. İster “burjuva temsiliyeti” olsun, ister “sosyalist temsiliyet” olsun temsili demokrasiler azınlığın ya da çoğunluğun zorbalığından, kokuşmuş ve hantal bir bürokratik mekanizmadan başka bir şey yaratmamıştır. Kitlelerin eseri olacak devrim ancak yine kitlelerin doğrudan katılımıyla sürebilir ve hayat bulabilir. Bu konuda yaşanılan dünya pratikleri insanlık için büyük derslerle doludur. Doğrudan demokrasi her adımda ve her alanda bireylerin ve her toplum kesiminin rızalığını gerektirir; onun için tüm boyutlarıyla katılımcı ve demokratiktir,
Doğrudan demokrasinin oluşturulmasının zorluğu açıktır, ancak bu yapı kurulmaz değildir. Yapı sonradan değil, temelden başlayarak şimdiden inşa edilmelidir ki kolay ve başarılı olsun! Her bir alışkanlık, her bir kültür, her bir insanlık değeri şimdiden toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz etmelidir, ki doğrudan demokrasi, toplumsal devrim, dünya devrimi hayat bulsun!