“Dogmanın, sansürün ve keyfiliğin,
ilerleme ve insan onurunun ölümcül
düşmanları olduklarını göstererek,
yola devam edeceğiz…”[1]
“Seyirciyi rahatsız etmek istiyorum,” diyen Erdal Beşikçioğlu’na göre, “Ruh ve matematiktir tiyatro. Biri olmadan diğerinin anlamı olmaz…”
Bunun için “Tiyatro, yetiş imdadıma!/ Uyuyorum. Uyandır beni/ Karanlıkta kayboldum, yol göster bana ya da bir ışık yak// Zayıfım,/ Dostluğun ışığını yak/ Körüm, bütün/ Işıkları bir araya topla/ Çirkinliğin ‘Boyunduruğu altındayım,/ Galip getir güzelliği/ Nefretle kuşatıldım,/ Sevginin tüm gücünü ver bana,” diyen Ariane Mnouchkine sonuna kadar haklıdır.
Çünkü ‘27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde, 2015’in ‘Haldun Taner Yılı’ ilan edilmiş olması dolayısıyla eşi Demet Taner’in hazırladığı bildiride ifade edildiği gibidir hemen her şey:
“Tiyatro, yüzümüze tuttuğu aynada kendimizi görmemizi, anlamamızı, yalnızca bizim mi, tüm insanlığın sorgulanmasını sağlar. Kendi toplumunun yanlışlarına parmak basarken, insana yönelir, insanı anlatırken insanlığa seslenir.”[2]
Tam da Haldun Taner’in, ‘Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’ndaki “son tirad”ında haykırıştaki üzere:
“Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varız. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş sedâ olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayâl olur kalırız. Görüyorum hepiniz gardıroba koşmaya hazırlanıyorsunuz, birazdan tiyatro bomboş kalacak ama tiyatro işte o zaman yaşamaya başlayacak. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Virjinya’nın bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı hâlinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yokuz, seyircilerimiz de kalmadı, ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır ve perde!”
* * * * *
Doğrudur. Türkçe kaynakların çoğunda belirtildiği üzere, Taner ülkemizde epik tiyatronun ve kabare tiyatrosunun öncülerindendir. Ama onun asıl önemli yanı, kendi sanatçı kimliğinde sözünü ettiğim ‘tiyatro insanı’ kavramını bütünüyle somutlaştırmış oluşudur.”
Taner (1915-1986) dedik: O, tiyatronun silinemez imzasıdır…
Edebiyat ustası, öykü ustası, tiyatro ustası… Sadece oyun yazarı değil, tiyatro kuramcısı, uygulayıcısı ve hocası… İnsanlık ve efendilik ustası… Epik, diyalektik yöntemden, kabare türüne, tiyatro sanatında ilkleri gerçekleştirdi. Eleştiriyle ironiyi harmanladı. Geleneksel tiyatromuzun özelliklerinden yararlanıp çağdaş eserler yarattı.
Taner, coğrafyamızda epik tiyatronun ve kabare tiyatrosunun en önemli öncülerindendi. Ama onun bu öncülüğünü önemli kılan öğe, bu türlerin uygulanışında taklitten hep kaçınması ve her iki tiyatroyu çok başarılı bir biçimde yöresel motiflerin örgüsüne yerleştirmesiydi.
Taner, evrensel ile ulusalın kesiştiği noktaları yakalamış, bunları hem toplumsal hem de sınıfsal açıdan irdelemiş, ince zekâsı ile yaptığı çözümlemeleri enfes bir mizah anlayışı içinde topluma aktarmıştı.
Taner’in gülümseten, güldüren, kahkaha attıran mizah anlayışının temelinde her zaman tersinleme (ironi) vardır. Tersinleme, “olması beklenen” ile “gerçekte olan” arasındaki uyumsuzluğun ince alayla yoğrulmuş anlatımıdır. Tersinleme yaklaşımı böylece “karşıtların çelişkisi”ni gösterme hedefine yönelir. Yazma uğraşının tadını tersinleme yoluyla çıkarma eylemi, özellikle Taner tiyatrosunun “düşündürerek eğlendirme” yönündeki baskın çizgisini belirlerken; metinlerinde alçakgönüllülükle kurulan bir bilgece söyleyiş doluluğu gözlenir hep. Bu nedenle de sıradan bilgelikmiş gibi geliyor bu bize. Bir acı tebessüme benzetilebilir belki daha çok. “Ben söylemiştim,” böbürgenliğinin en küçük izine rastlanmıyor çünkü onda.
Onun önemi “Tiyatro sanatının hangi dalında çalışırsa çalışsın, önce kendini tam bir ‘tiyatro insanı’ donanımı ile yetiştirmiş olmak ve ancak ondan sonra oyunculukta, yönetmenlikte, oyun yazarlığında, sahne tasarımında vb. uzmanlaşmak. Dünyayı sahneye getiren bir sanat olan tiyatronun kapılarını çalan kimsenin, her şeyden önce dünyanın bütününe ilişkin ‘kozmopolit’, yani çok-kaynaklı bir bilgi birikimini edinmesi. Ve son olarak da bu ‘tiyatro insanı’nın bütün bilgi birikimini tiyatronun -öteki bütün sanatlardan farklı olarak- hem bir sanatsal biçim, hem de toplumsal bir kurum olduğu bilinciyle pekiştirmesi.
Doğrudur. Türkçe kaynakların çoğunda belirtildiği üzere, Taner ülkemizde epik tiyatronun ve kabare tiyatrosunun öncülerindendir. Ama onun asıl önemli yanı, kendi sanatçı kimliğinde sözünü ettiğim ‘tiyatro insanı’ kavramını bütünüyle somutlaştırmış oluşudur.”[3]
İş bu nedenle de ölümü üzerinden yıllar geçmiş olmasına karşın bir yazarın aranması, okunuyor olması onun ölmediği anlamına gelmelidir. Taner’e de bu gözle bakmalıyız. O kültür birikimini, bilgiçlik taslıyor izlenimi bırakmayan bir ince mizahla örttüğü için, bir düşün ötesinden baktığı gerçekler daha inandırıcı bir izlenim bırakıyordu.
Taner’in çalışmalarını da bir deneme anlayışıyla değerlendirecek olursak, topluma bir ayna tutarken yaşamayı da yorumlamak istiyordu.
Kuşkusuz o önce öykücüdür. Ama yazdığı oyunlar öykülerinden daha etkili olmuştu.
* * * * *
Zeynep Oral, “Oynadığı her role sonsuz saygıyla, sevgiyle, özenle yaklaşır… Her birinde yalnız kendisiyle yarışır… Oyundaki şiiri, şiirdeki oyunu yakalamaya çalışır,” diye tanımlar Ofluoğlu’nu
Ve 11 Aralık 2012’de kaybettiğimiz; 1940’larda başladığı tiyatro kariyerine oyunculuğun yanı sıra seslendirme sanatçılığını, sinemayı, yazar ve yönetmenliği de katan usta Mücap Ofluoğlu…
Ofluoğlu, en son İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndaki yönetim ve tüzük değişikliklerine karşı yapılan protestodaki duygusal konuşmasıyla ağlatmıştı izleyenlerini…
Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi önündeki sessiz eylemdeki konuşmasında Ofluoğlu “Ne güzel, ne ağlamaklı, ne mutlu günler yaşadık burada. Muhsin Bey de vardı. Nur içinde yatsın. Muhsin Ertuğrul ve nicesini tanıdım, hayatlarını yazdım. Bunları yazdığım için mutluyum. Siz de bu mutluluğa sahip çıkın. Bırakmayın bu tiyatroyu. Bu tiyatroya verilen emeğe yazıktır. Ben buraya gözyaşı dökmeye gelmedim, sizi alkışlamaya geldim,” diye haykırmıştı.
1923 İstanbul doğumlu Ofluoğlu, Haydarpaşa Lisesi’nden mezun oldu. Sanat hayatına İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Çocuk Bölümü’nde başladı. Oradan Dram ve Komedi bölümüne geçen sanatçı sinemaya da 1943 tarihli Faruk Kenç filmi ‘Dertli Pınar’la adım attı. 1946 tarihli ‘Jül Sezar’ temsiliyle de önce figüran olarak Şehir Tiyatroları’nın büyük oyunlarına geçti. Ofluoğlu, aynı zamanda 1940’larda Moliere’in ‘Hastalık Hastası’ oyununu Türkiye’de ilk kez sahneye koyan sanatçı olarak da tiyatro tarihine geçti.
Aynı tarihlerde, sanatçı İpek Film Stüdyoları’nda seslendirme kariyerine de başladı. 1940’lardan beri çeşitli filmlerde sesiyle yer alan sanatçı, bu alanın da öne çıkan isimlerinden biriydi. Hatta 1960’larda Öztürk Serengil seslendirmeleriyle adı anılmaya başlasa da daha sonra oyuncuyla arasının açılması sonucu onun seslendirmesini yapmayı bıraktı.
Altmışlı yıllardaki Öztürk Serengil filmleri furyasını anımsayanlar olacaktır. Öztürk Serengil’in seslendirmesini Ofluoğlu, kendi uydurduğu garip bir jargonla, – yeşşe, şepke, temem, bilakis, mangıraj, kelaj gibi sözcüklerle – yapıyordu. Bu sözcükler özellikle gençlerin diline dolanmış, olay “gençlerin ve çocukların Türkçesi bozuluyor” gerekçesiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na kadar uzamıştı.
Olayın bu boyutlara taşınmasıyla Öztürk Serengil bir basın toplantısı yapıp, “Bu sözcükler bana ait değil, seslendirmeyi yapan Mücap Ofloğlu’dur,” demişti. Bunun üzerine de çok kızan Ofluoğlu, önceden söz verdiği iki filmin daha dublajını yapmış ve seslendirmeyi bırakmıştı.
Oyunculuğun yanı sıra yazarlık da yapan Ofluoğlu, Sabahattin Ali’nin kurucusu olduğu siyasi mizah dergisi ‘Marko Paşa’nın önce yazar kadrosunda yer aldı, sonra da derginin yazı işleri müdürü ve sahibi oldu. 1979’a kadar İstanbul Şehir Tiyatroları’nın kadrosunda yer alan Ofluoğlu, 1970’ler başında bu kurumda canlandırdığı ‘Cyrano de Bergerac’la büyük ilgi gördü ve tiyatroda şöhret kazandı. İstanbul ve İzmir Şehir Tiyatroları, Küçük Sahne ve Oda Tiyatrosu, Ofluoğlu’nun sanat hayatında yer alan kurumlardan bazıları. Bir dönem Suzan Ustan ile birlikte kendi tiyatrosunu kurarak Barillet ve Grady’nin ‘Kaktüs Çiçeği’ oyununu sahneye taşıdı.
1981’de Küçük Sahne’de ‘Eski Moda Komedya’ oyununu yönetip oynayan sanatçı, yine 1980’lerde Nedret Güvenç’le beraber sunduğu TRT sabah programı ‘Hanımlar Sizin İçin’le televizyonun da tanınan simaları arasına girdi. Hisar Eğitim Vakfı adına 1983’te Tiyatro’da 40. yıl jübilesini yapan sanatçı, toplanan gelirle İstanbul Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü öğrencilerine burs verdi.
2006 Afife Jale Ödülleri’nde Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü’nü, 2007’de Tiyatro Eleştirmenleri Onur Ödülü’nü aldı. 1945’ten beri çeşitli yerlerde yayımlanmış şiirlerini 2011’de ‘Fotoğraftaki Çocuk’ adlı kitapta topladı.
Zeynep Oral’ın, “Oynadığı her role sonsuz saygıyla, sevgiyle, özenle yaklaşır… Her birinde yalnız kendisiyle yarışır… Oyundaki şiiri, şiirdeki oyunu yakalamaya çalışır,” diye tanımladığı Ofluoğlu için “Hayatı, yalnızca bir hayat değil, insanlara insan olmayı öğretecek ders kitaplarından biridir,” diye ekler Turgay Fişekçi de…
“Renkli-Gül gibi doğmalısın/ Rengin ne olursa olsun/ Siyah beyaz sarı/ Bir kalbin olmalı bir beynin/ Kalbin bıkmadan sevmeli/ Durmadan düşünmeli beynin/ İnsan doğmuşsun/ İnsan ölmelisin,”[4] diyerek yaşayan “Tiyatronun en güç dalı olan komedide doruklara tırmanmıştı”[5] ve de “O her zaman gençti, inanılmaz bir çalışma temposuyla durmadı hiç,” ifadesiyle Tuncel Kurtiz’in…
* * * * *
“Halkımızın tarihi Anadolu’nun tarihidir,” diyen Dilmen’in, eserlerinde tarih ve mitolojinin büyük izleri görülen bu önemli tiyatro yazarının ölümü ister istemez, “acaba geride oyun yazarı kaldı mı?” sorusunu akla getirirken
Sonra Yüksel Pazarkaya’nın, “Tiyatronun başyazarı” sıfatına layık gördüğü ve 8 Temmuz 2012’de 82 yaşında yıldızlara uğurladığımız Güngör Dilmen…
Tiyatromuzu farklı damarlardan besleyen bir yazar olarak Dilmen’in, döneme damgasını vuran oyunlarından oluşan bir kucak kitap vardı. Dünyanın da sayılı tiyatro yayıncılarından Mitos-Boyutça Toplu Oyunlar başlığı altında yayımlanan yedi ciltte: i) ‘Midas’ın Kulakları’, ‘Midas’ın Altınları’, ‘Midas’ın Kördüğümü’ (Toplu Oyunları 1/ Midas Üçlemesi, 1993); ii) ‘Kurban’, ‘Bağdat Hatun’, ‘Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını’ (Toplu Oyunları 2/ Kadın Oyunları Üçlemesi, 1996); iii) ‘Küp Hamit’, ‘Avcı Karkap’, ‘Ayak Parmakları’, ‘Galatea ile Pigmalion’, ‘Toplar ve Paşalar’, ‘Misyoner’, ‘Afyon Savaşı’ (Toplu Oyunları 3/ Kısa Oyunlar, 1996); iv) ‘Deli Dumrul’, ‘Akad’ın Yayı (Toplu Oyunları 4/ 1998); v) ‘Kuzguncuk Türküsü’, ‘Şan, Şeref’, ‘Ün: Amfitrüon’ (Toplu Oyunları 5, 2000); vi) ‘Devlet ve İnsan’, ‘İttihat ve Terakki’, ‘Hâkimiyet-i Milliye Aşevi’ (Toplu Oyunlar 6, 2003); vii) ‘Keşif’, ‘Yol’, ‘Pantolog’, ‘İlse Koch’, ‘Girit Masalları’, ‘Hezarfen Ahmet Efendi’, ‘Karagözün Filozofluğu’ (Toplu Oyunları 7/ Gölge Tiyatrosu Oyunları, 2010)
Ayrıca bir diğer üçlemesi de Pan Yayınlarından çıktı: ‘Ben, Anadolu’ (Eskiçağlılar-Osmanlılar-Cumhuriyetliler, 2008).
Mitos-Boyut’un yayımladığı tek oyunları da şunlardı: ‘Osmanlı Dram Kumpanyası’ (2002), ‘Gelileo’nun Günahları’ (2009), ‘Canlı Maymun Lokantası’ (2011)
Ölümü ardından sahnelenen son oyunu da, ‘Sokrates Bulutlarda’ (Mitos-Boyut, 2012) idi Dilmen’in…
O, tiyatro yazınında sanatın sorgulayıcı gücüyle olanaklarını sonuna dek kullanırken; bağnazlık, bilim karşıtlığı, boş inançlar, tapınımlar, dogmalar, tabular, buyurganlık, tutkular, erk vb.’leriyle hesaplaşmıştı.
“Halkımızın tarihi Anadolu’nun tarihidir,” diyen Dilmen’in, eserlerinde tarih ve mitolojinin büyük izleri görülen bu önemli tiyatro yazarının ölümü ister istemez, “acaba geride oyun yazarı kaldı mı?” sorusunu akla getirirken; “Yaratmadan, çalışmadan, üretmeden duramayanların kuşağı… Sürekli üretimi kalıcı ahlâka dönüştürenlerin kuşağı… Ve hele, ürettiklerini başkalarıyla kucaklar dolusu paylaşmadan hiç duramayanların kuşağı…”[6] diye nitelenmeyi hak etmişti. Çünkü “Sanatın ve sanatçının hakkını veren bir insandı O,” Ayşe Emel Mesci’nin altını çizdiği üzere…
* * * * *
Ahmet Cemal’in, “Kimi zaman yaprak dökümünün hayat ağacını vurmakta acelesi vardır. Bu defa da öyle oldu. Temmuz sıcaklarının yaprak dökümü, tiyatronun iki büyük ustasını ve emekçisini peş peşe önüne katıp götürdü,” diye ifade ettiği acılarla Dilmen’in ardından bizi bırakıp gidenlerden biri de Ergin Orbey’di…
18 Temmuz 2012’de hayatını kaybeden tiyatro yönetmeni, eğitimci, idareci ve oyuncu Ergin Orbey, konservatuvar eğitiminin ardından girdiği Devlet Tiyatroları’nda (DT) uzun yıllar oyuncu, yönetmen ve idareci olarak görev yapmış, 1960’lı yıllarda Eskişehir’de şişli eskort kurulan Belediye Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmenliği’ni üstlenmiş, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı oyunculuk bölümünün kuruluşunda da aktif rol oynamıştı.
1978 yılında DT genel müdürlüğüne getirildi, 1979’da ise Kültür Bakanlığı Danışmanlığı yaptı. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nde, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde eğitimci ve sahne yönetmeni olarak çalıştı.
Ayrıca Ankara Sanat Tiyatrosu’nda da yönetmenlik yaptı. 2001 yılında Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın Kurucu Genel Sanat Yönetmenliği görevini üstlenen sanatçı, çeşitli Yeşilçam filmlerinde de rol aldı. Sinemada özellikle ‘Hababam Sınıfı’nın efsane müfettişi olarak yer edinmişti.
Orbey’in yönettiği oyunlar arasında ‘Kuvay-ı Milliye Destanı’, ‘Bir Şehnaz Oyun’, ‘Nafile Dünya’, ‘Simavnalı Şeyh Bedreddin’, ‘Müfettiş’ de bulunuyordu.
“Vestigia semper adora/ Eski eserler önünde hep saygılı ol,” diyerek Onları unutmayacağız, unutturmayacağız…
24 Haziran 2015 17:13:05, Ankara.
N O T L A R
[*] Patika, No:94, Temmuz-Ağustos-Eylül 2016…
[1] Mario Vargas Llosa.