1850’li yıllar yoksullara reva görülen yaşamı barbarlık olarak nitelendiren İngiliz basını bir hayli gürültü kopardığı zamanlardır. Karl Marx, Kapital’de bu durumu “geçici ve yapmacık bir yaygara” olarak değerlendirir.
1854 yılında yayınlanmış bir Charles Dickens romanı Zor Zamanlar. Romanların gazetelerde tefrika edildiği bir dönemde Household Words haftalık gazetesinde 10 bölüm olarak yayınlanmış. Dickens’ın onuncu romanı olduğunu dikkate alırsak romanın tecrübeli bir yazarın kaleminden çıktığını da eklemek gerekiyor. Konusuna bakarak Dickens’ın Zor Zamanlar’ı yazmasının amacı, dönemin İngiliz toplumunun sosyo-ekonomik bir resmini eleştirel olarak çizmek olduğu görülebilir. 1850’li yıllar yoksullara reva görülen yaşamı barbarlık olarak nitelendiren İngiliz basını bir hayli gürültü kopardığı zamanlardır. Karl Marx, Kapital’de bu durumu “geçici ve yapmacık bir yaygara” olarak değerlendirir. Friedrich Engels de yakın yıllarda yayımladığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1844) kitabında, işçilerin durumuyla ilgili basında yer alan haberleri “sansasyon edebiyatı” olarak nitelendirmişti. 1846 yılında İrlanda’da kıtlıktan bir milyondan fazla yoksul insanın ölmesi de kamuoyunun sefalete dikkatini çekmiş olmalıdır. O tarihlerde kapitalizmin en gelişkin merkezi olan İngiltere’de benzer bir vakanın olma ihtimali, sanayide işgücü kitlesinin ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bu durumda “kamuoyunun” vicdanlardan çok, kapitalist sömürünün geleceği ilgilendirmiş olabilir.
Zor Zamanlar romanı Tohumları Atmak, Ekinleri Biçmek ve Ürün sırasıyla üç kısımdan oluşuyor. Tarımsal bir faaliyeti anlatan bu adlandırmalar, bir sembolizasyon elbette ki. Çocukların eğitilmesi, hayata atılması ve hayatta karşılaşılan sonuca imalar içeren bir sembolleştirme bu. Adlandırmaların İncil kaynaklı olarak Hıristiyan kültürüyle ilişkileri üzerine analizler söz konusuysa da romanın temel tezi, 18. Yüzyılda ortaya atılan ve 19. Yüzyılda da yaygın olarak savunulan Faydacılık (utilitarianism) felsefesinin toplumsal yaşamda, savunulduğu gibi hiç de “iyi” bir düzen ortaya çıkaramadığını göstermektir. Dickens, Faydacılığın karşısına bir felsefi görüş savunarak çıkmaz ancak, duygulara özel bir önem verdiğini gösterir. Bu tutum, bir parça da olsa, yaşadığı dönemde bir “duyarlılık” yanlısı felsefe olan Romantizmle ilişkilidir. Edebi bir eser olarak Zor Zamanlar’ı rahatlıkla romantik akımın içerisinde değerlendirebiliriz. Özellikle 19. Yüzyıl pozitivizme, maddiciliğe, faydacı aklın katı gerçekçiliğine karşı duyguları öne çıkaran Romantizmin öne çıktığı bir dönemdi. Örneğin Mary Shelley, Frankestein romanıyla bu hesapçı aklın nerelere varabileceğini göstermek istemişti. Alfred de Musset, Alphonse de Lamartine, Victor Hugo gibi romantik yazarların 1830 ve 1848 isyanlarında emekçilerin yanında yer aldığı, grevlere destek verdiğini anmak gerekir.
Romanın henüz başında “Şimdi; sizlerden yalnızca gerçek bilgiyi istiyorum. Bu çocuklara yalnızca gerçekleri öğreteceksiniz” ifadeleri Faydacı felsefenin savunucusu olan Gradgrind’in ağzından çıkar. Gradgrind’in kendi yaşam felsefesine uygun eğitim veren bir okulu vardır. Gradgrind çocuklarının okulda matematik, istatistik, biyoloji gibi “gerçek” yani günlük yaşamlarında “işlerine yarayan” bilgileri öğrenmelerini ister. Bu işe yarayacak bilgiler ise kişinin çıkarını ve hesaplarını bilmesi üzerine olanlardır. Duygulara yer yoktur bu dünyada. Bay Gradgrind, “merhametli biri berbat bir ekonomisttir” (s.199) diye düşünür. Ona göre insanların kafasından fanteziler, duygular vb. hevesler atılmalıdır. Gradgrind okulda bir Gerçekler Komisyonu kurulmasını bile düşünür: “Gerçek denetmenlerinden oluşacak ve herkesi gerçeklere bağlı kalmaya zorlayacak bir komisyon olacak bu. Düş sözcüğünü dağarcığınızdan söküp atmalısınız. Onunla işiniz yok. Gerçeklere aykırı yöntem ve duygularınızı kullanamazsınız.” (s.10) Öğretmen Choakumchild’in görevi de tam budur.
Gradgrind’in büyük çocukları on beş yaşlarındaki Thomas ile bir yaş büyük ablası Louisa, “eğitimlerinin tek hedefi olan akıl” ile yetinmezler; sirkteki eğlenceyi merak edip izlerken babaları onları yakalar. Böyle bir davranışta bulunmalarını baba, okula yeni gelen Sisy Jupe tarafında ayartılmalarından kaynaklandığını düşünerek onu okuldan atmayı düşünür. Cecilia (Sisy Jupe), Slary Sirki’nde atlara bakan ve köpeğiyle birlikte hokkabazlık yapan birinin kızıdır. Babası eğitim alması için okula gönderir ancak okuldaki derslerin tarzına uygun biri değildir. Onda bir sanatsal yan vardır ve babasıyla ilişkisi derin duygular üzerine kuruludur. Babası ona yeterince faydası dokunamadığı için çaresizlik içinde ondan habersizce onu terk eder. Tam da babasına, Cecilia’yı okuldan atacağını söyleyecekken Gradgrind, onun eğitimini üstlenir ve karısına yardımcı olması için evine alır. Ancak Sisy, onun gözünde yavaş öğrenen, ümitsiz bir vakadır. Sisy, okulda anlatılanları öteki çocuklar gibi öğrenememekten mutsuzdur ve kendini suçlar. Örneğin Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği kitabından Louisa’nın anladıklarını anlayamamıştır. Öğretmen, “Bir ulusta elli milyon para var, bu ulus zengin sayılmaz mı?” (s.57) diye sorduğunda Sisy, “Para kimde ya da ne kadarı bana ait, bunları bilmeden zengin mi değil mi, nereden bilebilirim” diye yanıt verir. Aslında Sisy bu yanıtı vermekte haklıdır ve verdiği yanıt doğrudur ama bu eğitim anlayışına uygun bulunmaz. Yine Choakumchild, Sisy’e, “Bu sınıf kocaman bir kent, burada bir milyon kişi yaşıyor, her yıl da açlıktan sokakta yirmi beş kişi ölüyor. Bu oran hakkında ne diyeceksin?” (s.57) diye sorduğunda, “Açlıktan ölenlerin işi diğerleri milyon da olsa, milyon milyon da olsa çok kötü” yanıtını verir. İnsani duygularla hareket eden Sisy’nin verdiği yanıtlar, “gerçekçi” eğitimin istediği yanıtlar olmayacaktır. Roman boyunca görülecektir ki Sisy, Dickens’ın model kişisidir. Öteki karakterlerdeki “bozukluklara” karşı Sisy, duyguları olan, sanatsal ilgileri ihmal etmeyen, insanları iyi tanıyan, onlarla iyi ilişkiler kuran, vefalı, merhametli ve fedakar bir insandır. Hep babasının bir gün döneceği umuduyla yaşar. Faydacı akıl felsefesine göre yetişen çocuklar hayatın altından kalkamazlar ve karşılaştıkları sorunları aşmaları için Sisy onlara yardımcı olur.
Romanın başkarakteri, Gradgrind’in beş çocuğundan ikisinin adlarının Adam Smith ve Thomas Malthus olması, Gradgrind’in dünya görüşünü ortaya koyan ayrıntılardandır. Dickens, roman boyunca sık sık klasik iktisadın laissez faire (bırakınız yapsınlar) ilkesini ironik bir tavırla hatırlatır. Zor Zamanlar, kapitalizmin erken dönemlerinde sömürü ilişkilerini ve toplumsal çarpıklıkları gösterme bakımından kontrast bir romandır. Toplumsal gerçeklik karikatürleştirilmiş tipler aracılığıyla belirlenmeye çalışılır. Karakterlerin abartılı ve keskin halleri bunu doğrular. Gradgrind, Bayan Sparsit, Bounderby’nin dışında çocuk karakterler Bitzer, Louisa, Thomas, Cecilia da abartılıdır. Fikirler çatışmasının yanında sınıf çatışmasını da romanda bulabiliyoruz. Uzun yıllardır fabrika işçisi olarak çalışan Stephan Blacpol ve sevgilisi Rachel, ezilmiş karakterlerdir. Bu “gariban” işçi takımı gerçek ahlaka ve dürüstlüğe sahip oldukları için merhameti hak etmektedirler. Dickens ahlakiliğinin ilk niteliği, merhamet duygusunun varlığı ve gerekliliğidir.
Faydacılık, “iyi”nin ve “doğru”nun teorisi olduğu iddiasıyla, bir bilgi günlük hayatta işe yarıyorsa doğrudur, yaramıyorsa yanlıştır, görüşünü savunur.
Aslında Adam Smiht ve Thomas Malthus gibi düşünürlerden hoşlanmayışı da bunların merhameti öne çıkaran Hıristiyan ahlakı yerine, “herkesin kendi çıkarının peşinde koşması gerektiği”ni savlayan bireyci ve faydacı felsefeleri savunmalarındandır. Faydacılık, “iyi”nin ve “doğru”nun teorisi olduğu iddiasıyla, bir bilgi günlük hayatta işe yarıyorsa doğrudur, yaramıyorsa yanlıştır, görüşünü savunur. Bu anlayışta, iyi olan en fazla yarar sağlayandır. Bu düşünceler ilk olarak 18. yüzyılda Jeremy Bentham tarafından savunulmuştu. Klasik iktisatçılar olarak anılan Adam Smith ve Thomas Malthus gibi isimler de bu görüşü savunmaya devam ettiler. Adam Smith’in amacı, toplumu, öznel değerlendirmelerin dışında akılcı yöntemlerle evrensel akılcı yöntemlerle incelemektir. Bu da onu “bilimsel” olarak açıklanabilecek rasyonel davranış varsayımına götürmüştü; ekonomi de rasyonel yöntemlerle yönetilebilmeliydi ona göre. Adam Smith’in mantığında, doğadaki düzenin insan toplumunda da olabileceğiydi. Böyle bir toplumda kendi faydasını en üst düzeyde tutmaya çalışacak insanlar, kendileri bunu amaçlamasa da toplumun çıkarlarını da gerçekleştirmiş olacaktır. Oysa Dickens bu görüşlere itiraz ediyor: “Bu dokuma işyerinde birkaç yüz el. Şu kadar beygir buhar gücü. Şu kadar güç verilince makine ne iş yapar hesaplanabiliyor. Ne var ki iyilik ve kötülüğü, sevgi ve nefreti, mutsuzluk ya da yurtseverliği, iyiliklerin kötülüklere dönüşme oranını ya da tam tersini bu yinelenen hareketler ve ifadesiz yüzlerden çıkarıp hesaplamak olası değil.”(s.68). “Doğal yasa” fikri, burjuva felsefesinin kendini temellendirdiği bir mihenkti. Buna bağlı olarak çıkarların “bilimsel” olarak savunulmasına imkan veren bir anlayış olarak Faydacılık felsefesi gelişmiş oldu. Bu ilgiyle insanların ahlaksız olmadıkları söylenerek sistemin savunuculuğu yapılabiliyordu. Bu felsefenin temel şiarı, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”di ama yeni düzenin egemeni olan burjuvazi, geleneksel toplumun kendi içindeki dayanışma örgütlerini zorla ortadan kaldırmayı seçti. Örneğin Fransa’da Devrimden sonra Jakoben iktidar, emekçilerin tüm dayanışma örgütlerini yasa dışı ilan etmiş, bunu da eşitlik adına yapmıştır.
1839’da Manchester’a gidip fabrikaları ve işçilerin, çocukların yaşam alanlarını dolaşarak onların çok kötü koşullarda yaşadıklarını gördü. Bu izlenimleri Zor Zamanlar’a şöyle yansır: “Kırmızı tuğlaların kentiydi ya da dumanla küller izin verseydi, kırmızı tuğladan bir kent olacaktı. Şimdiyse bir yerlinin boyalı suratı gibi kırmızı siyahtı. Fabrikaların ve yüksek bacaların kentiydi. Bacalardan sayısız yılanlar gibi dumanlar yükseliyor, birbirine dolanıyor, hiç çözülmüyordu… Kapkara kanalı, kötü kokulu mor boyalı suların aktığı bir nehri, pencerelerinden bir yığın gürültünün yayıldığı fabrika binaları, deli bir filin başını sallaması gibi inip kalkan, inip kalkan buhar pistonları vardı. Birbirine benzeyen iki büyük caddeyle birbirine benzeyen bir yığın küçük sokakta, birbirine benzeyen bir yığın insan aynı saatte gider gelir, sokaklarda aynı sesleri çıkarır, aynı işi yapardı. Her günleri bir ötekine benzer, her yılları bir öncekiyle bir sonrakinden farklı olmazdı.” (s.24). İnsanları stoklayan bir depoya benzeyen Coketown’da çalışanların pazar sabahları yorgun gözlerle gidebilmeleri için on sekiz farklı tarikatın kilisesi inşa edilmişti, ancak Coketownluların bu kiliselerle pek ilgilendiği de söylenemezdi. Dickens, bu kiliselere bağlı kişiler Avam Kamarası’nın her oturumunda halkın zorla dindar yapılması önerisini getirdiğine de değiniyor (s.25). Bu bağlamda Marx’ın dinin “kalpsiz dünyanın kalbi” olduğunu söylemesini dikkate almak yerinde olur.
Dickens’ın da işçilerin koşullarının düzeltilmesi istemiyle başlatılan kampanyalara destek vermiş, senatörlere mektup yazmış olduğunu belirtelim. Dickens, devrimci bir siyasal mücadele yerine “vicdanlı” bir uzlaşım yanlısıdır aslen. Roman boyunca öne çıkan “sevgi” vurgusu, işverenler ile işçiler arasında sevgi ve anlayışa dayalı bir uzlaşı çağrısı olarak da okunabilir. Fritz Lang’ın ünlü filmi Metropolis’te (1927) işverenler “beyin”, işçiler ise “el” olarak simgelenmişti ve “Beyinle el arasında yürek vardır” çağrısıyla finale varılıyordu. Sınıf çatışmalarının şiddetlendiği her dönemde bu tarz bir “iyi niyet” elçilerinin ortaya çıktığı söylenebilir. 13. ve 14. Yüzyıllarda yaşamış olan Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi isimlerin eserlerinde sevgi, hoşgörü, kardeşlik, uzlaşı mesajları dolu olması, dönemin kargaşa ortamıyla ilgili olmalıdır. Romanda greve giden işçilerin tutumları radikal ve amaçsız bulunuyor: “Başka toplantılarda sıkça rastlanan amaçsız merak, boşgezerliğin getirdiği ilgi ya da ilgisizlik yelpazesinden herhangi başka bir ton yoktu burada. Her kişi, durumunun olduğundan da kötü olduğunu duyumsuyordu.” (s.131).
Dokuma fabrikası ve banka sahibi Bounderby, sonradan zengin olmuş bir burjuvayı temsil etmektedir ve işçi düşmanıdır. Greve giden işçileri, işbirlikçi şahitler bularak suçlayıp kolonilerdeki cezaevlerine göndermek istemektedir (s.141). Bu adam, geçmişteki yoksulluğundan bahsederek yükselmiş olduğu sosyal tabakanın gözünde ün kazanmaya çalışmaktadır. Soyluluğa özel bir önem vermektedir. Soylu bir aileden gelen Bayan Sparsit’i yanında çalıştırmakta ve ona özel bir hürmet göstermektedir. Diğer taraftan neredeyse otuz yıldır dokuma fabrikasında onun için çalışan işçi Stephan’a karşı çok acımasız davranarak sendikacılar aleyhine şahitlik yapmadığı için onu işten kovar.
Gel zaman git zaman eğitimlerini tamamlayan Gradgrind’in çocukları hayata atılacaktır. Louisa ve Tom, eğitimlerini “başarıyla” tamamlar. Baba dostu olan Bounderby bu çocuklarla özel olarak ilgilenir, eğitimlerinin her aşamasını takip eder. Tom, Bay Bounderby’nin bankasında muhasebeci olarak çalışmaya başlar. Louisa da artık yirmi iki yaşına gelmiş genç bir kızdır. Bounderby, Louisa ile evlenme teklifini Gradgrind’e iletir; o da memnuniyetle karşılar ve kızına sorar. Kızı ise Tom ve babasının isteğine uyarak kendisinden otuz yaş büyük bir adaman evlenme teklifini kabul eder. Louisa ve Bounderby’nin sekreteri Bayan Sparsit dışında herkes bu evlilikten memnundur. Louisa herhangi bir tepki göstermediğinden memnuniyetsiz olduğu anlaşılmaz, çünkü hiçbir duygusal tutuma sahip olmamıştır o. Tom da kardeşinin bu evliliğinden memnundur çünkü her ne kadar babasına ve Bounderby’e göstermese de eğlence ve kumar düşkünüdür. Bankanın kasasında çalıştığı için de para sızdırma imkanı bulabilmektedir. Daha sonra, “gerçekçi” eğitimden geçmiş sınıf arkadaşı Bitzer tarafından hırsızlığı ortaya çıkarılacak ve ülke dışına kaçmak zorunda kalacaktır. Louisa da Jem Harthause adında bir adama aşık olacak ve Bounderby ile evliliğini bitirecektir. Louisa da yaşamdaki mutsuzluğunun babasının aldırdığı eğitim anlayışından kaynaklandığını düşünür ve babasını sorgular: “Bana nasıl yaşam vermiş ve onu bilinçli bir ölümden farklı kılacak her şeyi beden nasıl almış olabilirsin! Ruhum nerede? Duygularım nerede? Ne yaptın bana baba? Şuracıkta, çiçeklere boğulması gereken şu bahçeye ne yaptın baba?” (s.200). Her iki çocuğunun da bu hale düşmesinden dolayı, Gradgrind katı eğitim anlayışını sorgular ve hata ettiğini anlar.
Tüm davranışları ölçüp biçilmiş, hesaplanmıştı. Eğlenceyi zırvalık olarak niteliyor, para ve prestij kazanmak istiyordu. Aldığı maaşı hiç harcamıyor, biriktiriyordu. O, altı kuruştan altmış bin sterlin çıkarmış kapitalist masalına inanıyor ve işçilerin nasıl olup da altı kuruştan altmış bin sterlin yapamadığını merak ediyordu.
Eğitimin tamamlayan sadık ekonomist Bitzer, Bounderby’nin ajanı olarak bankada çalışmaya başlar. Bounderby evlendikten sonra bankada yaşamaya başlayan Sparsit’in yardımcısı rolünü yürütürken jurnalcilik de yapıyordu, çünkü onun “tutkuları ve sevgileri yoktu.” Tüm davranışları ölçüp biçilmiş, hesaplanmıştı. Eğlenceyi zırvalık olarak niteliyor, para ve prestij kazanmak istiyordu. Aldığı maaşı hiç harcamıyor, biriktiriyordu. O, altı kuruştan altmış bin sterlin çıkarmış kapitalist masalına inanıyor ve işçilerin nasıl olup da altı kuruştan altmış bin sterlin yapamadığını merak ediyordu (s.111). Akıllı birinin ilk amacı, para kazanıp yaşamını düzeltmek olmalıydı.
Bankadan para çalındığı haberi ortalığa yayıldığı zaman ilk suçlanan daha önceden patronu Bounderby tarafından işten atılan Gariban Stephan olur. Artık Bounderby’nin karısı olan Louisa, kardeşi Tom’u da yanına alarak Stephan’ın sevgilisi olan bir kadın işçinin, Rachael’in evine gider. Bu ziyaret, onun ilk kez bir işçinin evine gidişidir. O zamana kadar işçilerin bir yaşamı, bir kişiliği olduğu aklına bile gelmemiştir. Yazar şöyle anlatıyor: “Varlıklarının yüzlerce, binlerce olduğunu biliyordu. Belirli bir süre içinde, ne kadarının ne adet üreteceğini biliyordu. Onları karıncalar ya da arılar gibi kovanlarından, yuvalarından girip çıkarken düşleyebiliyordu. Bunu da çalışan insanlardan çok çalışan böcekler hakkında bilgi sahibi olabildiği için yapabiliyordu. Şu kadar çalıştırılıp şu kadar ödeme yapılacak, işi bitirecek şeyler. Yasaların karşısında sorun çıkaracak, zorluklara batıp çıkacak bir şeyler. Buğday az olunca az yerler, çok olunca çok yerler. Yüzde bilmek kaç hızıyla çoğalır; bilmem kaç oranında suç, falanca oranda da yoksulluk üretirler. Perakende düşünülmez, toptan değerlendirilir, zenginlikler üretirler. Arada bir deniz gibi kabarır, onun gibi zarar verirler. Zararın çoğu da kendilerine olur. Coketownlu işçiler böyleydi işte. Nasıl denizi onu oluşturan damlalar olarak görmemişse, işçileri de tek tek insanlar olarak görmemişti Louisa.” (s.148).
Çalıştığı bankadan 150 sterlini Tom’un çaldığı anlaşılır ve onu Gradgrind’in okulunda, onun anlayışına uygun olarak yetişen en iyi öğrenci sayılabilecek Bitzer, Bounderby’e teslim etmek üzereyken Gradgrind, kendi okulunda okuduğunu hatırlatır ve durumu görmezden gelmesi için para teklif eder; ancak bankada yükselme söz konusuyken parayı kabul etmez. Üstelik aldığı eğitim anlayışı şükran ya da kişisel yakınlık gibi duygusal tutumlara izin vermez. Bitzer’in her eylemi aldığı eğitimin çerçevesinde şekillenir. Bitzer, Gradgrind’e aldığı yaşam felsefesinin her şeyin parasının ödenmesi gerektiğini içerdiğini; çünkü her şeyin parasal bir karşılığı olduğunu, hiç kimsenin hiçbir şeyi karşılıksız alamayacağını hatırlatır: “Şükran duygusu anlamsızdır. İnsan yaşamının her santimi alınıp satılacak bir maldır. Cennet’e böyle girilmiyorsa, oranın pek politik ve ekonomik bir yer olduğu söylenemez. Bu da orada işimiz yok demektir.” (s.264). Kendi öğrencisinden hiçbir karşılık göremeyen Gradgrind, “gerçekçi” bir yaşam felsefesine sahip olmadıkları için küçümsediği Salary Sirki çalışanlarından yardım görerek oğlunu Bitzer’in elinden kurtarmayı başaracaktır. Kitabın temel tezini de, Sisy’nin babasından kalan ilaç şişesini kadıköy eskort yıllarca saklamasına atıfla sirkin sahibi Bay Salary dile getiriyor: “Bu iki şeyi düşündürüyor. Biri: Bu dünyada sevgi diye bir şey var. Her şey çıkar üzerine kurulu değil. İki: Sevginin hesabı farklı. Neler yaptıracağını kestirmek güç.” (s.267).