arama

Murat’ın Düşü, Lamborghiniler Ve Dünyayı Değiştirebilmek…[1]

Sibel ÖZBUDUN
Öyle bir dünya ki, en zengin yüzde bir, yolculuğa çıktığında geceliği 15 bin dolarlık otellerde konaklıyor, bir milyon dolar değerinde elmas süslü Chanel saatine bakarak veriyor randevularını.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Sibel Özbudun Sibel Özbudun
  • 1 Star
    Loading...

“Teröristlerin alışveriş yapmamızı
engellemesine izin veremeyiz.”[2]

 

Adı -diyelim ki- Murat. 15-16 yaşlarında. Bebekliğini bildiklerimizden. Egeli bir köy çocuğu. Akranı delikanlıların çoğu gibi, okulda dikiş tutturamıyor. Buna pek aldırır gibi de gözükmüyor; döne döne aynı sınıfları okumasına, öğretmenlerle, idarecilerle sık sık takışmasına karşın hâlen okula gidiyor olmasının iki nedeninden biri onun aslında çok zeki, çok parlak bir çocuk olduğuna iman eden annesinin ve büyükannesinin ısrarlarını boşa çıkarmamak… İkincisi ise, tabii “öğrencilik” statüsünün babasının marangoz atölyesindeki zorlu çıraklıktan kaçarak kankalarıyla aylaklık etmesine olanak sağlaması.

“Ne olacak bu işin sonu, Murat?” diye sorduğumdaysa yanıt hazır: “Sibel Nene (köyün tüm çocukları için biz Temel Dede ve Sibel Nene’yiz), planım hazır: 18 yaşımı bitirdiğimde hemen bankadan 2-3 milyarlık kredi çekeceğim; bir galeri açıp araba satacağım. Ama öyle Vosvos, Renault, Citroen gibi “dandik” arabalar değil; Lamborghini, Jaguar, Ferrari filan…”

İçinde yaşamak zorunda bırakıldığımız dünyanın “ahlâksızlığı”nın veciz bir özeti. İki bakımdan ahlâksızlık: Birincisi, okusa da okumasa da yaşamı boyunca açlıktan belki biraz daha fazlasına yazgılı bir köy yeniyetmesine hayalini kurduracak bir dünyanın gerçekten de var oluşu… ‘Oxfam’a 2016 yılında dünyanın en zengin yüzde 1’inin servetinin geri kalan yüzde 99’unkine eşitleneceği öngörüsünde bulunduran,[3] ve 2016’da bu öngörünün gerçekleştiğine tanık olduğumuz, ya da, dünyanın en zengin 8 kişisinin toplam 426 milyar dolarlık servetinin, dünyanın yoksul yarısının, yani 3.6 milyar kişinin elindeki miktarla eşit olduğu[4] bir dünya…

Öyle bir dünya ki, en zengin yüzde bir, yolculuğa çıktığında geceliği 15 bin dolarlık otellerde konaklıyor, bir milyon dolar değerinde elmas süslü Chanel saatine bakarak veriyor randevularını. Manhattan’da 90 milyon dolara satılan dairesinde ikamet ediyor, 7.5 milyon dolarlık altın kaplama Lamborghini’siyle dolanıyor kentin caddelerinde.[5] Otomobilinden indiğinde yere bastığı ayakkabının markası: Testoni; 38 bin dolara satılıyor. Gözlerini güneş ışıklarından 380 bin dolarlık Dolce&Gabana’yla koruyor; 890 bin dolara Stuart Hughes’dan giyiniyor.

Parti verdiğinde şişesi 2’şer milyon dolara satılan, şişesi elmas kakmalı Gout de Diamants şampanyası ya da Henry IV Dudognon Heritage konyağı ikram ediyor konuklarına.. Tatile çıktığında, özel jetinin ya da 1.5 milyar dolarlık Eclipse yatının rotasını gecesi 11 bin dolara, tümüyle kendisine ait kılabileceği Cayo adasına (Belize) doğru kırıyor… Ya da 10 ila 50 milyon dolara satın aldığı kendi adasına[6]…

Tüm bunlar olurken, dünyanın en yoksul yarısı, 3.5 milyar kişi bir gün daha hayatta kalabilmek için canını dişine takmış, çırpınıyor: Dünya Sağlık Örgütü (WHO), günde 16 bin, yani saatte yaklaşık 750 çocuğun yoksulluktan kaynaklanan nedenlerden (yetersiz beslenme, içilebilir suya, sağlık hizmetlerine erişimsizlik) dolayı yaşamını yitirdiğini bildiriyor, örneğin. Yine Dünya Sağlık Örgütü, 7 milyarlık dünya nüfusunun 2 milyar 400 milyonunun günde 2 dolardan, 1 milyar 300 milyonunun ise 1.25 dolardan az bir gelirle yaşamak zorunda olduğunu; 2 milyarının kanalizasyon sistemine, 1 milyarının ise temiz içme suyuna erişemediğini, 870 milyonunun gece yatağa aç girdiğini, 800 milyon yetişkinin okuma yazma bilmediğini kaydetmekte.[7] Enerji koridorların denetleme, kaynaklarını yağmalama hırsının körüklediği savaşlardan, şiddetten, açlıktan kaçan on binlerce Ortadoğulu, Afrikalı, Asyalı sığınmacı, umut tacirlerince tıkış tıkış dolduruldukları şişme botlarda Akdeniz’e dökülüyor… Avrupalı sahil güvenlik görevlilerinin, plajlarda serinleyen tatilcilerin kayıtsız bakışları altında…

Ne ki, “yeni” süper-zenginler, har vurup harman savurdukları dünyanın kendileri için de bir tehdit oluşturduğunun bilincindeler. Paralarını yalnızca ultra lüks bir yaşam ve gösterişe değil, aynı zamanda felaket senaryolarına hazırlanmaya da harcıyorlar: Kimliklerinin koruma altına alındığı panik odaları ve aylarca, yıllarca yetecek yiyecek ve suyun depolandığı, hizmetkârları hazır yüksek güvenlikli binalar; bedeni, ya da (daha düşük bir fiyatla) en azından baş kısmını dondurarak ölümsüzlüğü güvence altına alma çabaları; uzmanların ölüm korkusuyla başa çıkmaya yardımcı olmak üzere Brezilya cangıllarında Ayahuasca şamanlarıyla ayin ayarlamaktan, evlerde kıyamet simülakrlarına dek çeşitli paketler sunduğu ölüm korkusunu yenme seansları[8], ya da kaynaklarının ve sürdürülebilirliğinin büyük bir hızla tükenmesine yol açtıkları dünyadan kaçıp giderek başka bir gezegene (örneğin Mars’a) yerleşme planları, Ay ya da Mars’tan arazi satın alma girişimleri[9]…

Evet, bu ahlâksızlığın birinci boyutu: Servetleri elinden alınıp orta hâlli bir yaşam sürmeye mahkûm kılınsalar, el konulan varlıklarıyla dünyanın aç ve yoksul yarı nüfusunu ömür boyu insanca bir yaşama kavuşturmaya yetecek bir avuç dolar trilyonerinin, hafsalaya sığmayacak şaşaa içinde yaşıyor ve ölüyor[10] olması…

 

“Postmodern toplumumuz, bir tüketim toplumudur,” diyor örneğin Z. Bauman. “Tüketim toplumu dediğimizde, toplumun tüm üyelerinin tüketici olduğu ayrıntı ve yerleşik durumundan daha öte bir şey kast ediyoruz-“

 

Ancak ahlâksızlığın ikinci bir boyutu da var… Sanırım etkisi daha ölümcül: 15 yaşında geleceksizliğe mahkûm köy delikanlısına yeryüzündeki bu zincirinden boşanmış adaletsizliğe öfke duyacak, tepki koyacak yerde dünyanın iliğini, kemiğini sömüren bir avuç asalağa özendiren ahlâksızlık… Bu ikinci ahlâksızlık üzerinde durmakta yarar var.

Baudrillard Marksist kuramın temel zaafının nesnelerin üretimi, üretim araçlarının üretimi üzerine temellenmesi olduğunu, oysa zamanımızı karakterize edenin, eksenin tüketim araçlarının üretimine, ya da “bir gösterge olarak meta ve bir meta olarak göstergenin eşzamanlı üretimine” kaymış olması olduğunu belirtir.[11] Baudrillard’a göre günümüzde (kapitalist) toplum tüketicilerin gereksinim ve taleplerinin değil, aşırı üretken kapasitenin güdümü altındadır. “Çağdaş kapitalizmin temel çelişkisi… neredeyse sınırsız bir üretkenlik ile ürünü sarf etme gereksinimi arasındaki çelişkidir. Bu aşamada yalnızca üretim mekanizmasını değil, tüketici taleplerini de kontrol altına almak sistem açısından hayatî hâle gelir.”[12]

Bu gereksinim doğrultusunda oluşturulan tüm bir tüketici-denetimi mekanizmasının işleyişi sonucu, tüketim nesneleri gereksinim karşılayıcı özelliklerini yitirecek, birer “kimlik göstereni”ne dönüşeceklerdir. Baudrillard’a göre bu, postmodern lingüistikteki gösteren ile gösterilenin birbirinden kopması eğilimine denk düşmektedir; Baudrillard’a göre “tüketim toplumu”nu, nesnelerin maddi nitelikleri ve işlevlerine göre sunulduğu önceki dönemden ayırt eden, yaşam tarzı ve toplumsal yaşamdaki konumla ilgili göstergelere dönüşmüş olmalarıdır.[13]

Aslına bakarsanız, günümüzde post- ya da neo- ön-takılı Marksistlerin hemen tümü, neoliberal ideologlarla birlikte, günümüz dünyasını karakterize eden temel özelliğin üretimden çok tüketim olduğu kanısındadır.[14]

“Postmodern toplumumuz, bir tüketim toplumudur,” diyor örneğin Z. Bauman. “Tüketim toplumu dediğimizde, toplumun tüm üyelerinin tüketici olduğu ayrıntı ve yerleşik durumundan daha öte bir şey kast ediyoruz – tüm insanlar, üstelik yalnızca insanlar değil, zamanın behrinden beri tüketici olagelmişlerdir. Kast ettiğimiz şey bizimkinin, öncellerimizin modern toplumunun, sınai evresinde bir ‘üretici toplum’ olduğu gibi, derin ve aslî anlamda bir “tüketim toplumu” olduğudur.”[15]

Bauman, dahası her şeyin uçuculaştığı, gelgeç bir karakter yüklendiği, “katı olan her şeyin buharlaştığı” bu yeni, postmodern zamanlarda tüketim nesnelerinin birey için bir “kimlik” göstereni olduğu kanısındadır. Günümüz dünyası, artık sınaî kapitalist toplumdan farklı bir işleyiş sergilemektedir: işler sabit süreli, geçici, arızî ve esnektir. Bu nedenle, “iş temelinde yaşam boyu bir kimlik inşa edebilme olasılığı insanların büyük çoğunluğu için… ölmüş ve gömülmüştür.”[16] Günümüzde insanların kimlikleri sınıf, toplumsal cinsiyet, evlilik, aile gibi göreli sabit roller tarafından çok, bireysel temelde ve tüketim tarafından belirlenmektedir.[17] Yani son web sitelerinde sörf yapmak, “in” tatil mekânlarına gitmek, iPod’lardan indirilmiş müzik dinlemek, akıllı telefona sahip olmak, saçına şekil vermek, marka spor ayakkabılarıyla dolaşmak, gözde restoranlarda yemek yiyip moda mekânlarda takılmak, spor salonlarında boy göstermek… Bunlar insanların dolayımsız ihtiyaçlarını karşılamaktan çok, çevrelerinden “kabul” görecek bir kimlik inşa edebilmek için tükettikleri mal ve hizmetlerdir.[18]

Ve günümüz “tüketim toplumu”, “hedonistik bir ahlâk”la tanımlanmaktadır: Max Weber’in “püriten ahlâk”la tanımladığı “üretim toplumu”nun tersine… Çünkü (yine Baudrillard’a göre, tüketim ve tüketicilik gereksinim, arzu hatta zevk nosyonuna denk düşmemektedir; zira tüketilen artık maddî nesnenin kendisi değil, göstergedir: göstergeler ihtiyaçları karşıla(ya)maz[19]… Bu nedenledir ki akıllı telefonlarının ya da otomobillerinin ya da bilgisayar oyununun bir üst modeli çıktığında, elindekini çöpe fırlatıp, onu edinmek için çırpınır durur insanlar… Bu açlık, bu susuzluk, giderilememeye yazgılıdır! Çünkü “nihayetinde tüketim bastırılamayan bir yoksunluk üzerine temellenmektedir.”[20]

Yeni Sol’un “tüketim toplumu” üzerine teşhis ve saptamalarını paylaşmamak mümkün değil. Bize kapitalist toplumdaki yabancılaşma üzerine derinlemesine düşünmeye olanak verecek malzemeyi sağladıklarına kuşku yok. Ancak eleştirel bir yaklaşım gerekiyor.

İki nedenle “eleştirel”: Öncelikle, post-Marksist yazarların “tüketim toplumu” kurgusu, “sanayi-sonrası” Kuzey toplumlarına münhasırdır. Ve dünyanın (müreffeh Kuzeylilerin tükettiklerini üreten) “lanetlilerini” ısrarla görmemektedir.

 

Büyük ölçüde adını hiç duymadığımız adamlar tarafından yönetiliyoruz, akıllarımız kalıba dökülüyor, zevklerimiz biçimlendiriliyor, fikirlerimiz oluşturuluyor.

 

Doğrudur, 1970’lerin sonu, ve 80’lerde devreye giren neoliberal ekonomik programlarla birlikte “paslı kuşağın” emeğin bol, boğaz tokluğuna çalışmaya razı ve örgütsüz olduğu, rüşvete bağlanan, halklarının iliğini sömüren yöneticileri çevre kirliliğini vb. dert edinmeyen, kaynakları bol, vergileri düşük, denetimsiz Güney ülkelerine kaydırılması, Kuzeyli işçi sınıfının “deregülarize” edilmesi, örgütsüzleştirilmesi, esnek zamanlılaştırılmasıyla birlikte, bildiğimiz mavi tulumlu işçi sınıfı gözlerden silindi. Devasa AVM’leri, on-line alış veriş âlemiyle Kuzey, uçsuz-bucaksız bir tüketim sahnesine dönüştü. Ancak marketlerin raflarındaki tüketim nesnelerini bir üreten var: Endonezya’nın izbe ter atölyelerinde, El Salvador maquiadoralarında, Diyarbakır’ın mahalle aralarında, Fas’ın yeraltı işliklerinde, Kuzey’in gözlerinden ırak, çocuk işçiler, genç bursa eskort kadınlar, Kuzey’in doymazca satın alıp biraz oyalandıktan sonra fırlatıp attığı akıllı telefonları, spor ayakkabıları, iPod’ları, bilgisayarları, tişörtleri, takıları, play station’ları, makyaj malzemelerini… üretiyor. Hem de sefalet ücretleri karşılığında… Bir başka deyişle, Marx’ın (ve özellikle de İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda Engels’in) betimlediği 19. yüzyıl kapitalizminin fazla uzağında değiliz. “Post” ya da değil, Marksizm’den esinlenen bir düşüncenin, küresel sömürü ve eşitsizlikler üzerine biraz daha kafa yorması gerekmiyor mu?

Bununla bağlantılı olarak ikinci ve daha önemli bir nokta ise, post-Marksist “tüketim toplumu” tasarımlarının, neoliberalizm ideologlarıyla birlikte, kapitalizmden bir “kopuş”u varsaymasıdır. Vurgu üretimden tüketime kayarken, iktisat ve siyaset, bir kenara itilir, semiyotik, psikanaliz, kültürel incelemeler gözde tahlil araçları olarak öne çıkartılır. Bir başka deyişle, bir veri kabul edilen “yabancılaşma” (müreffeh Kuzey kapitalizmi bireyi) ilgi odağına yerleştirilirken, yabancılaşmayı yaratan koşullar göz ardı edilir. Tüketim ve tüketim arzusu, Zeus’un öfkesine hedef olmuş ölümlüler için bir Tantalos yazgısıdır artık adeta; sıyrılınması güç bir ethos, sarıp sarmalayıcı ama faili meçhul bir zeitgeist’dır.

ilgili içerik Kent Meydanları

Oysa fail, bellidir. Bizatihi psikanalizin kurucusu Freud’un yeğeni Edward Bernays, siyasal propaganda ile reklamın aynı mantıkta işlediğinin ayırdına varmıştı ve ilk baskısını 1922’de yayınladığı Propaganda’da faili ortaya koymaktaydı:

“Kitlelerin örgütlü alışkanlık ve görüşlerinin bilinçli ve akıllı manipülasyonu demokratik bir toplumda önemli bir unsurdur. Toplumun bu göze görünmeyen mekanizmasını manipüle edenler, ülkenin gerçek yönetici iktidarını oluşturan görünmez hükümeti oluştururlar. Büyük ölçüde adını hiç duymadığımız adamlar tarafından yönetiliyoruz, akıllarımız kalıba dökülüyor, zevklerimiz biçimlendiriliyor, fikirlerimiz oluşturuluyor. Demokratik toplumumuzun örgütleniş tarzının mantıksal sonucudur bu…

Kişinin bu durum karşısında takınmayı tercih ettiği tutum ne olursa olsun, gündelik yaşamlarımızın hemen her alanında, ister siyaset olsun, ister iş dünyası, ister toplumsal davranışımız olsun, ister etik düşüncelerimiz; kitlelerin aklî süreçlerini ve toplumsal örüntülerini anlayan göreli az sayıda kişi tarafından yönetiliyoruz – yüz yirmi milyonun küçük bir kesimi. Kamusal aklı denetleyen telleri çeken, eski toplumsal güçleri dizginleyen, dünyayı bağlayıp yönlendirecek yeni tarzları icat edenler, onlar.”[21]

Bernays, “demokrasi”lerde insanların beyinlerini biçimlendiren, düşünce ve duygularının yönünü çizen bu “gizli el”in olmazsa olmazlığını ön varsaymaktaydı; ama en azından, insanlara “mal satma”ya (bu “mal” bir paket sigara, bir otomobil ya da bir siyasi parti, bir lider olabilir) yönelik çabanın, sınırlı sayıda bir ideolog grubu (Gramsci bunlara “organik aydınlar” diyor) tarafından yürütülen ideolojik bir girişim olduğunun ayırdındaydı; ve tüm bunlar, kapitalizmin işleyişine içkin, olmazsa olmaz süreçlerdi: “Eğer kapitalist ‘yumurta satmak’ istiyorsa, devlet yumurtaya teşvik uygular, propaganda ‘yumurta alın’ der, tüketiciye bir statü simgesi olarak yumurta imgesi satılır; ve oylama zamanı geldiğinde ‘insanların yumurtayı tercih ettiği’ çıkar ortaya. Sözün özü, insanlar retoriğe (insanları ikna sanatı) ve retoriğin modern biçimi olan propagandaya tabi tutulmaktadır.”[22]

Bu, insanların maruz kaldıkları propagandaya sorgusuz sualsiz boyun eğen pasif alıcılar mı, yoksa kendilerine sunulanla aktif bir müzakere sürdüren, seçen, alımlayan, yorumlayan etkin aktörler mi olduğu tartışmasından bağımsız olarak böyledir. Üretenler (bu durumda Güney’in sınıf bilincine varmamış yoksul emekçileri, kır yoksulları, göçmen işçiler, taşeronlaştırılmış beyaz yakalılar, deklase entelektüeller… hasılı geçinebilmek için işgücünden başka satılacak hiçbir şeyi olmayan milyarlar…), üretim araçlarını ve sevk ve idareyi elinde tutanlar (bu durumda çoğunlukla Çokuluslu şirketler ve onların taşeronları, bürokratları ve teknokratları) ve tüketiciler (alışveriş merkezlerinin raflarını, showroomları, sanal alışveriş kanallarını tıkabasa dolduran milyarlarca malı hırsla tüketen ve gözü bir türlü doymayan oniomanik (alış veriş hastalığına tutulmuş) yığınlar arasındaki karmaşık ilişkileri gözardı edip bu ilişki yumağının salt bir unsuru üzerinde duran tahliller, noksanlığa mahkûmdur. Nihayetinde benliğin kültürel kavranılışı ile dönemin iktisadî-siyasal uygulamaları arasında yakın bir korelasyon vardır ve dönüştürücü olmayı hedefleyen bir tahlil çerçevesi, bu korelasyonu çözümlemeye yönelmelidir.

Bu durumda “tüketim toplumu” üzerinde düşünürken, post-Marksist tahlillerinin bu noksanlığı, akıldan çıkarmamalı.

O zaman dilerseniz, baştaki küçük anekdotumuza, şu 18’ini bitirdiğinde milyarlık kredi çekip Lamborghini galerisi açma hayali kuran Murat sorunsalına dönelim.

“Bir ideoloji olarak neoliberal iktisadi, toplumsal ve siyasal ilişkilerin, yabancılaşmanın, ‘narsisizm’ olarak kavramsallaştırdığımız ayrı bir biçimine yol açtığını iddia ediyoruz,” diyor McDonald, Wearing ve Ponting.[23] Ve 21. yüzyılın tüketim toplumlarını karakterize eden narsisizmi Amerikan Psikiyatri Derneği’nin saptadığı kriterlere göre şöyle teşhis ediyorlar:

“Özbenlik düzleminden itibaren narsist, kendisine aşırı önem verir ve yetki tanır: başarı, parlaklık, güzellik ve ideal aşk fantezileriyle meşguldür. Narsistler yalnızca kendilerinden daha yüksek statüdekilerle ve özel ya da eşsiz nitelikli kişilerle ilişki kurmaya çabalar. Bir narsist aşırı beğenilmeyi gereksinir ve arzular ve kendilerine ve başkalarına ilişkin gerçekçi olmayan beklentilere sahiptir. Sürekli olarak başkalarını kendi amaçları doğrultusunda bilinçli-bilinçsiz istismar ettiklerinden, benmerkezci, sürekli kendileriyle meşgul davranışları, ilişkilerinde genellikle sorun yaratır. Bir narsist, başkalarının öznel deneyimlerine karşı empati, duyarlılık ya da kabulden yoksundur ve başkalarını kıskanır ya da kıskanıldığını düşünür.”[24]

Ancak, yabancılaşmanın özgül bir biçimi olarak narsisizm gökten zembille inmemiştir. Ya da münferit bir duygu/davranış bozukluğundan ibaret değildir. Yani narsisizm, Murat’a özgü bir bireysel bozukluk değildir. McDonald, Wearing ve Ponting bu spesifik bozukluğu neoliberal iktisat politikalarıyla bağdaştırıyorlar.

 

“Narsist,” diyor Giddens, herkesi rakip kategorisine dahil etmekle, ekip çalışması ve işbirliğine övgüler düzerken, aynı zamanda derin antisosyal dürtüler beslemekle grup güvenliği ve sadakatini berhava edecektir.

Nasıl mı?

Neoliberal uygulamalar istihdamı deregülarize ederken, öncelikle, kapitalizmin aile, cemaat, cinsiyet rolleri vb. verili statüleri aşındırarak birincil kimlik kaynağı kıldığı çalışmaya/mesleğe/sınıfa bağlı kimlik gösterenlerini etkisizleştirecektir. Bir yandan “tüm emekçiler için yaşam boyu istihdam güvencesi, saygın ve insanca bir emeklilik hakkı” gibi emek örgütlerinin önlerine koyduğu hedefler ve bunları kısmen de olsa ihtiva eden “sosyal devlet” uygulamaları neoliberalizm tarafından lağvedilerek… İş, böylelikle, yalnızca göçmenler, etnik azınlıklar, kadınlar, gençler gibi istihdamın saçağındakiler için değil, tüm emekçiler için geçici, arızî, sürdürülmesi başta kişisel performans olmak üzere çok sayıda kırılgan koşula bağlı bir “lütuf”a dönüşecektir. Yalnızca mavi yakalılar için değil, beyaz yakalılar için de. Sigorta elemanı, her ay belirli bir sayıda kişiyi sigortalamak zorundadır; üstelik bir önceki ay kazandığı fazla puanları ertesi aya aktaramamaktadır. Üç kez belirlenen hedefin altında kaldığında, personel müdürü kapıyı gösterir kendisine. Bankadaki müşteri temsilcileri her ay belirlenen bir kredi kotasını doldurmak, şubeye borcuna sadık, güvenilir yeni müşteriler kazanmak zorundadır; bunun için seyyar satıcılar gibi kapı kapı dolaşırlar. AVM’lerdeki satış elemanları, yalnız satış sırasında müşteriye hizmet vermekten değil, aynı zamanda ona aklında olmayan başka ürünleri pazarlamakla yükümlüdür. Öğretim elemanları akademik yükselme için bir yıl içinde belirli sayıda makale yayınlatmak zorundadırlar… vb. vb. Tüm ücretliler, sık sık yinelenen krizlerde, şirketin ilk aklına gelen önlem olarak uygulayacağı “işçi tensikatı”nda kapı önüne konulan olmamak için, ücret artışı talep etmeden, hatta aylarca ücretini alamadan, sosyal haklarından kesintilere razı olarak, işten atılan arkadaşının da işini üstlenmeye rıza göstererek çalışmak zorundadır.[25] Hiper rekabetçi küresel ekonomik çevre, rasyonelleşme ve münhasıran şirket kârlılığı üzerine odaklanan anlayış, sendikaların giderek güç yitirdiği, iş güvencesinin ortadan kalktığı, daha uzun ve daha yoğun çalışma saatlerine, kısa ya da sabit süreli sözleşmelere ya da proje temeline dayalı bir istihdam ortamını biçimlendirmiştir.

Bu koşullar, emekçiler arasındaki dayanışmayı tahrip ederek yüksek ölçüde rekabetçi bir çalışma ortamını biçimlendirir. Elemanlar birbirlerinin elindeki müşteriyi “kapmak”, diğerini personel müdürü nezdinde küçük düşürmek için birbirleriyle yarışır. “Narsist,” diyor Giddens, herkesi rakip kategorisine dahil etmekle, ekip çalışması ve işbirliğine övgüler düzerken, aynı zamanda derin antisosyal dürtüler beslemekle grup güvenliği ve sadakatini berhava edecektir. Kural ve düzenlemelere saygı va’zederken gizlice bu kuralların kendisini bağlamadığına inanacak, neoliberalizmin atomize toplumunda içkin ötekilik korkusunu sergileyecektir.”[26]

Evet, “narsist kişilik”, çalışanları ölümcül bir hem yukarıya doğru tırmanma, hem de istihdam piyasasının dışına düşüp meteliksiz kalmama, kredi kartı borçlarını ödeyememe yarışına sokan neoliberalizmin bataklığında biçimlenmektedir.

Ağır stres altında, insanı insanlığından uzaklaştıran, çevresindeki herkesi alt edilmesi, ayağı kaydırılması gereken bir rakip olarak görmesine yol açan bu “hayatta kalma” yarışında insanların yarışmayı sürdürebilmesi için sopanın yanısıra, bir de bir tutam ota ihtiyacı vardır.

İşte bu “bir tutam ot”, tüketimdir: yalnızca hayatta kalabilmek, karnını doyurmak, başını sokacak bir dam altı bulabilmek, soğuktan, sıcaktan korunabilmek, bir yerden bir yere gidebilmek, haberleşmek vb. için gerekli nesnelerin değil, kendini “krallar/kraliçeler” gibi hissetmesini sağlayacak şeylerin tüketimi…. Neoliberal ekonomi politikaların süreğen bir gelecek kaygısı, “durmayalım, düşeriz” telaşı, her gün varlık alanının bir parçasını sermayeye kaptırma, kendi yaşamını denetleyememe, geleceğini biçimlendirememe yetisizliğine mahkûm kıldığı insan(cık)lar için kendini güçlü, muktedir, yetkin, güzel, yakışıklı hissetme avuntusuna olan ihtiyaç…

 

Ya televizyonla 1995 yılında tanışan Fijili genç kızların yüzde 74’ünün, TV yayınının başlamasından 34 ay sonra kendilerini “çok şişman” bulmaları, zayıflama araçlarına, diyet ürünlere yönelmeleri…

 

Eskiden zenginler “esrarengiz”diler. Kentin gözlerden ırak semtlerinde, kale gibi duvarlarla, ağaçlarla gizlenmiş villalarında, gözlerden uzak bir yaşam sürerler, gazetecilerin hiç hoş karşılanmadığı özel kulüplerinde kendi aralarında eğlenir, magazin medyadan uzak durur, ille kamuoyu önünde boy göstermeleri gerektiğinde, hayırsever iş adamı/kadını pozlarına bürünürlerdi. Bugün bu “gizem” dağıldı. Milyarderler kulübü üyeleri villalarının kapılarını magazin basına ardına kadar açıyor, yatlarında sefa sürerken magazin muhabirlerine özel pozlar veriyor, lüks yaşamlarını en azından TV dizilerine yansıtarak tırmanma yarışında birbirlerini ezerek tutunmaya çalışan ölümlülere “rol modeli” sunuyorlar. Hiç değilse manken, futbolcu, film yıldızı gibi epigonları aracılığıyla…

“Zenginler Kulübü” yaşamının imgesi artık orada, adeta yeterince çaba gösteren herkesin erişebileceği bir yerde duruyor. Yatlar, özel jetler, şampanyanın su gibi aktığı partiler, elmas kolyeler, Şeyşel adalarında tatiller… süslüyor üç kuruş kazanmak için labirente sıkışmış fareler gibi koşuşturan modern şirket kölelerinin ya da işsiz güçsüz delikanlıların, genç kadınların düşlerini. Tamirci çırakları bir iPhone edinmek için parçalıyorlar kendilerini. Avustralyalı gençler hayatta başarının göstergelerinin ne olduğu sorulduğunda, bir solukta sıralıyorlar: seçkin modaevlerinden giyinmek, şöhret, interneti iyi kullanabilmek, prestijli mağazalardan alışveriş yapabilmek, üniversite mezuniyeti, bankada bir milyon dolarlık bir hesap ve “para getiren” bir konuda uzman kabul edilmek…

Ya televizyonla 1995 yılında tanışan Fijili genç kızların yüzde 74’ünün, TV yayınının başlamasından 34 ay sonra kendilerini “çok şişman” bulmaları, zayıflama araçlarına, diyet ürünlere yönelmeleri…

Veya ABD’de kredi kartı borçlarının Haziran 1996’da 1000.6 milyar dolardan Haziran 2007’de 2442.3 milyar dolara fırlayışı… Avustralya’da 18-24 yaş arası gençlerin ortalama kredi kartı borçlarının 14 000 doları geçmiş olması[27]… Ya da Türkiye’de büyük bölümü bireysel olmak üzere “batık” kredi miktarının 2014’de 36 milyar TL’den Ocak 2016’da 47 milyar TL’ye, borçlu sayısının ise 4 milyonu aşması[28]…

Ya da Coca Cola ve McDonalds dünyasının yol açtığı fazla kilolardan kurtulmak, “fit” görünmek, ideal bedene kavuşmak için spor salonlarına, zayıflatıcılara, diyet ürünlerine, kas geliştiricilere harcanan milyonlar.

“Bu meta fetişizmi (şeylere yönelik aşk), tözün yerini alıyor. Çevrim “yaşama ve var olma” sevincinden, ‘sahip olma’ sevincine, oradan da ‘sahipmiş gibi yapma’ sevincine kayıyor. Bir başka deyişle, tüketim güdümlü kapitalist toplumda milyardermiş gibi gözükmenin bir milyar dolara sahip olmaktan daha önemli gözüktüğü bir yere doğru ilerliyoruz! Bu fikirden ilerlersek, modern dilde ifade etmek gerekirse, kısa bir süre sonra hepimiz tweet’lerle konuşacağız ve değer kaç ‘beğeni’ kazandığımızla ve aynada kendimize nasıl baktığımızla ölçülecek. Bu kültürde şişirme ve gösteri günü kazanıyor ve töz ile hakikat anlamsız sayılıyor (ve sahtelikler hakikat olarak görülüyor).”[29]

İnsan(cık)lar milyarderlerin ve onların dalkavuklarının -mankenler, futbolcular, artistler…- göz kamaştırıcı yaşamlarını taklit etmek, bedenlerini sanal ortamda kendilerine sunulan modellere benzetmek için çırpınadururken, bir şey daha yitip gidiyor ellerinden: kolektif olarak yaşamı biçimlendirme perspektifi, örgütlü davranan kitlelerin yetilerine ilişkin özgüven…

Gözlemciler, “tüketim toplumları”nın önemi bir ortak özelliğinin siyasal katılımdaki belirgin düşüş olduğu kanısında birleşiyorlar. 2000’li yılların başlarından bu yana, pek çok ülkede seçimlere katılım oranı yıldan yıla düşüyor. “Oy versem de ne değişecek ki…” çaresizliği, siyasetten, giderek her türlü örgütlü çabadan kaçışa dönüşüyor. Kolektif davranışın dönüştürücü gücüne olan güvensizlik, çalışma yaşamındaki kıran kırana rekabetçilikle birleştiğinde, iPod’lar, parfümler, akıllı telefonlar, marka ya da marka taklidi giysiler, laptoplar, spor malzemeleri, egzotik yiyecekler, acentaların sunduğu tatil paketleri ve daha bir sürü ıvır zıvırla doldurmaya çalıştıkları bir boşluk açılıyor bireylerin ruhlarında… Lüzumsuz şeylerle doldurdukça genişleyen bir boşluk…

* * *

Devrim için, bu dünyanın değişmesi gerektiğine inanan, başka bir dünyanın mümkün olduğunu bilen ve bu dünyayı kolektif bir çabayla, elleriyle kurabileceğine güvenen insanlar gerekiyor.

 

Marksizm’le, Leninizm’le, ya da hatta anarşizmle aranız nasıl, bilmiyorum. Ancak içinde yaşadığımız dünya muazzam boyutlara varmış eşitsizlikleri, bir avuç süper zengin nereye harcayacağını kestiremediği, tutarını kendisinin dahi bilemediği servetlere hükmederken açlığa, sefalete, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe, enerji savaşlarında, küresel iklim değişikliklerinin yol açtığı kuraklıkta, kıtlıkta kırılmaya mahkûm kılınmış milyarları ve sınır tanımayan kapitalist iştahın elinde hızla tükenmekte olan doğası ile acilen bir devrimi gereksiniyor. Yalnızca emeğin, yalnızca insanlığın değil, yeryüzü yaşamının, bios’un kurtuluşunu hedefleyen küresel bir devrim.

Ve devrim için öyle üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkiye düşmesi filan yetmiyor. Yerküre olarak o koşula çoktan ulaştık.

Devrim için, bu dünyanın değişmesi gerektiğine inanan, başka bir dünyanın mümkün olduğunu bilen ve bu dünyayı kolektif bir çabayla, elleriyle kurabileceğine güvenen insanlar gerekiyor. Kapitalizmin gözlerinin önünde sahnelediği “çalış, didin, kazan, tüket” oyununu ve bu oyun uğruna sonsuz, nafile ve giderilemeyecek bir tüketim açlığına mahkûm kılınmayı elinin tersiyle itecek, personel müdürünün gözüne girmektense, mesai arkadaşının elinden tutmanın çok daha insana yaraşır, çok daha zenginleştirici bir edim olduğunun bilincinde gözü tok, gözü kara, umut dolu, kolektivist insanlar…

Bu durumda, neoliberalizme karşı, başka, yeni, eşitlikçi ve herkese yetecek bir dünya kurma mücadelesi, aynı zamanda piyasa ekonomisinin çürüttüğü, ya karşılıksız bir hedonizme, kof bir narsisizme ya da sefil bir yaşama yazgılı kıldığı insanları “verili” kabul etmeye ve yazıklanmaya değil, onları dönüştürmeye yönelik bir ahlâk mücadelesini gerekli kılıyor.

Murat’ın ufkunu Lamborghini pazarlamacılığından, dünyayı değiştirme iradesine doğru kaydıracak bir mücadele…

Hiçbirimiz, küresel neoliberalizm karşısında kendi gemimizi kurtaramayız. Ama hepimiz, yeni bir özgüven, kararlılık, umut ve ethos’la, hepimizi ve dünyayı, onu yok etmekte olan asalakların elinden kurtarabiliriz.

25 Eylül 2017 11:32:44, Çeşme Köyü.

N O T L A R

 [1] 22 Ekim 2017 tarihinde Özgür Üniversite’nin “Kapitalizmin Neden Bir Geleceği Yok” başlığıyla İstanbul’da düzenlediği Sempozyumun 4. Oturumu’ndaki “Etik Kriz” konulu konuşma… Kaldıraç,  No:196, Kasım 2017…

[2] George Bush, Eylül 2001.

[3] Dario Kenner, “The inequality of Overconsumption: The Ecological Footprint of The Richest”, Kasım 2015… http://whygreeneconomy.org/inequality-of-overconsumption/

[4] “Oxfam: 8 Kişinin Serveti Dünyanın Yarısının Varlığına Eşit”… http://www.dw.com/tr/oxfam-8-ki%C5%9Finin-serveti-d%C3%BCnyan%C4%B1n-yar%C4%B1s%C4%B1n%C4%B1n-varl%C4%B1%C4%9F%C4%B1na-e%C5%9Fit/a-37149889.

[5] Yalnız New York’da değil, Lamborghini CEO’su Brett David, Arjantin, Venezüella, Çin ve Rusya’dan gelen siparişlerin kendilerini dahi şaşırttığını söylüyor. (Lynn Stuart Parramore, “The Obscene Lifestyles of The New Global Super-Rich”, Alternet, 24 Ocak 2014… http://www.salon.com/2014/01/24/the_obscene_lifestyles_of_the_global_super_rich_partner/)

[6] “All That Money Can Buy – The Lifestyle Of The Super Rich”… https://www.naamagazine.com/lifestyle/all-that-money-can-buy-the-lifestyle-of-the-superrich/

[7] “What is Extreme Poverty?”… https://www.thelifeyoucansave.org/learn-more/what-is-extreme-poverty

[8] Lynn Stuart Parramore, “The Obscene Lifestyles of The New Global Super-Rich”, Alternet, 24 Ocak 2014… http://www.salon.com/2014/01/24/the_obscene_lifestyles_of_the_global_super_rich_partner/

[9] Sesilia Whitestone, “İyi Bir Yatırım Olarak Mars ve Ay’dan Arazi Almak Hakkında Bilmeniz Gereken 10 Şey”… https://onedio.com/haber/iyi-bir-yatirim-olarak-mars-ve-ay-dan-arazi-almak-433909

[10] Çinli bir iş adamı, annesi için, altın kaplama toplardan selamlama atışı yapıldığı, 600 kişilik bir bandonun eşlik ettiği bir cenaze töreni düzenledi. (Lynn Stuart Parramore, “The Obscene Lifestyles of The New Global Super-Rich”, Alternet, 24 Ocak 2014… http://www.salon.com/2014/01/24/the_obscene_lifestyles_of_the_ global_super_rich_partner/)

[11] Peter McLaren ve Zeus Leonardo. “Jean Baudrillard: From Marxism to Terrorist Pedagogy,” Naming the Multiple: Poststructuralism and Education içinde. Der.: Michael Peters. Connecticut: Bergin and Garvey, 1998: 222.

[12] Jean Baudrillard. “The Consumer Society”, Jean Baudrillard: Selected Writings içinde, der.: Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001: 41.

[13] “Hannah Arendt and Jean Baudrillard: Pedagogy in the Consumer Society”… http://infed.org/mobi/hannah-arendt-and-jean-baudrillard-pedagogy-in-the-consumer-society.

[14] “Bu, en azından benim kullanımında işlevi, kültürde yeni formel özelliklerin ortaya çıkışını, genellikle örtmeceli bir şekilde modernleşme, sanayi-sonrası ya da tüketim toplumu, medya ya da gösteri toplumu ya da çokuluslu kapitalizm olarak tanımlanan yeni tip bir toplumsal yaşam ile yeni bir iktisadi düzenin ortaya çıkışıyla bağdaştırmak olan bir dönemleştirme kavramıdır. Kapitalizmin bu yeni momenti, ABD’nde 1940’ların sonu ya da 50’lerin başlarındaki savaş-sonrası sıçrama ya da Fransa’da 1958’de Beşinci Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlatılabilir.1960’lar birçok bakımdan anahtar geçiş dönemidir; yeni uluslararası düzenin (yeni-sömürgecilik, Yeşil Devrim, bilgisayarlaşma ve elektronik bilişim çağı) eşzamanlı olarak yerleşikleştiği aynı zamanda kendi içsel çelişkileri ve dış direniş tarafından sarsıldığı bir dönemdir.” (Frederic Jameson, Postmodernism and Consumer Society”… http://art.ucsc.edu/sites/default/files/Jameson_Postmodernism_and_Consumer_Society.pdf)

[15] Zygmunt Bauman, “The Self in a Consumer Society”, The Hedgehog Review, Güz 1999: 36.

[16] Zygmunt Bauman (2005) Work, Consumerism and the New Poor Maidenhead, UK: Open UP.

[17] Bauman işbölümü, işbirliği ve koordinasyon gerektiren “kolektif bir çaba”, karşılıklı yükümlülüklere dayalı bir topluluk varsayan olan üretken çalışma karşısına, “tümüyle bireysel, tekil ve eninde sonunda yalnız bir faaliyet” olan tüketimi koyar.