arama

Ekonomi ve Distopya

Arif ARSLAN
Teknoloji ve bilimin gelişiminin kendiliğinden refah sağlayacağı tezleri, kapitalizmin kâra endeksli yapısının tam anlaşılamayışından kaynaklanır.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

Gençler henüz katılaşmamış zihinleriyle yeni zeminlere çok daha dikkatli bakıyor ve sunulan alternatife anlamaya çalışıyor.

 

İktisat İdeolojisi
Öğrencilerle katıldığımız bir ekonomi atölyesinde distopyayı konuştuk. Yakın diyaloglardan edindiğim izlenim, öğrencilerin distopyaya ilgi göstermesinin asıl nedeni bu eserlerin fantastik edebi eser olarak görülmesi. Distopyaların toplumsal yanından ziyade edebi niteliklerine ilgi gösterilmesi de ayrıca dikkat çekici bir durum. Ancak söz konusu odak, ekonomi olunca ister istemez gündelik hayatla kurgu buluşmak zorunda kalıyor. Ekonomi de bir üst başlık olunca, hemen ana akım literatürün kavramları ortalıkta uçuşuyor. Böyle durumlarda eleştirel düşünceyi öne çıkarabilmek zorlaşıyor. İster istemez olgunun eleştirisi yerine, kavramların eleştirisine öncelik vererek zemini dönüştürme mücadelesine girişmiş oluyoruz. Yine de muhabbetin muhatabı gençler olduğunda işlerin daha kolay olduğunu söylemek gerekiyor. Gençler henüz katılaşmamış zihinleriyle yeni zeminlere çok daha dikkatli bakıyor ve sunulan alternatife anlamaya çalışıyor.

 

“Okul yoksulların çocuklarını orada herkesin eşit olduğuna, orada öğrencilerin yalnızca yeteneklerine ve zekalarına göre değerlendirildiklerine, sınıflandırıldıklarına ve seçildiklerine inandırarak onları şunu kabul etmeye ……”

 

“Kaynakların kıt, isteklerin sonsuz olduğu”ndan başlayan bu tanımlar devamında, liberal kapitalist ideolojinin önermeleriyle konuşur. Konuk bir akademisyen ağırlıklı olarak söz alıyor ve liberal tezleri tekrar tekrar ortaya sürüyor. Zaman zaman vicdani bir yönelimle ezilenler için de “iyi” şeyler dileyerek “çalışma”nın gerekli olduğu, “çalışanın da hakkını alması gerektiğini” belirtiyor. Kendince düşünmeye çalışan lise talebeleri de ağırlıklı olarak liberal kapitalizmin tezlerini yineleyerek ideolojinin doğallaşmasına hizmet etmiş oluyorlar. Çalışmanın gerekliliği, insan doğasının bencilliği, rekabetin ilerlemeyi ve verimliliği arttıracağı kabulleriyle hareket eden gençler; tüketimin kötülüğü, çevrenin kirlenmesi, yozlaşmanın artışını “iyi bir sistem” içindeki çelişkiler ve olumsuzluklar olarak görüyor. Beyin fırtınası evresinde kimi gençler, “özel mülkiyet”i, “para”yı, “çok çalışma”yı sorun olarak tartışıyor. En azından tanışmaları gereken temel kavramları içeren cümleler kurarak mevcut kabullerin sorgusunu amaçlayan cümleler kurarak “meta”, “piyasanın eleştirisi”, “işbölümü”, “özel mülkiyet” kavramlarını gündeme getirerek, kısmen de açarak zihinlerde kurulan bilgi binasının yıkımını amaçlıyorum. Bunlar balyoz darbeleri değil elbette.

Lise düzeyinde ekonomi tartışmalarının yapılması aslında çok alışıldık bir durum değil, yapıldığında da liberal kapitalizmin temel argümanlarının ve kavramlarının ötesine geçmediği de görülüyor. Bir şeyin “değeri” yerine  “faydası” üzerinden işletiliyor düşünce. Vaktiyle neo-klasik iktisatçıların hokus pokusuydu bu. Egemen söylem kendini, eğitim aygıtları aracılığıyla kolayca yeniden üretebiliyor. Heyecanla atölye çalışmasına katılan gençler, kendi deneyimlerinden, yani “görünen” dünyadan ekonomi analizleri yapmaya hevesli. Arz-talep, denge noktası, kâr-maliyet analizleri havada uçuşuyor. İnsanların rasyonel olduğu ve rasyonel hareket ettiği tezi doğrultusunda ortaya konulan önermelerin de rasyonel olduğu inancı hakim. “O halde neden kriz oluyor?” diye bir soru geldiğindeyse konuk akademisyen uzunca ezber cümleler kuruyor. Neticede aktörlerin kusurlarından kaynaklı olarak aksamaların ve krizlerin yaşandığını dile getiriyor. Aslında ideoloji dediğimizde tam da bu durumu, yani gerçeklikle kurulan hayali ilişkiyi dile getirmek istiyoruz. Adorno der ki: “Burjuva rasyonalitesi, kendini devam ettirebilmek için irrasyonel eklentilere ihtiyaç duyar.” (Sahicilik Jargonu: 41). Kabahatlerin öznelere yıkılması, aynı zamanda bir düzeltilebilirliği varsaymakta, en azından sistemin sorunlu olmadığına dair bir fon kurmaktadır. Bourdieu’nun okulları, eşitlik görüntüsü altında eşitsizliğin üretildiği yerler olarak analiz eder. Ranciere de benzer şekilde, “Okul yoksulların çocuklarını orada herkesin eşit olduğuna, orada öğrencilerin yalnızca yeteneklerine ve zekalarına göre değerlendirildiklerine, sınıflandırıldıklarına ve seçildiklerine inandırarak onları şunu kabul etmeye zorlayacaktır: Eğer başaramıyorlarsa, demek ki yetenekleri yoktur, zeki değillerdir ve dolayısıyla başka yere gitmeleri daha iyi olur. Böylelikle okul temel bir simgesel şiddet yeri olarak konur ki bu şiddet eşitlik yanılsamasının ta kendisidir.” (Siyasalın Kıyısında: 63). Alternatif yaklaşımlar, eleştiriler hiçbir şekilde dile getirilmiyor. Ekonomi de gerçekliği açıklayan bir temel bilim olarak kendi görevini yerine getirmiş oluyor.

Distopya 

Distopya sözcüğünü “kötü bir yer” anlamında ilk kez İngiliz liberal filozof John Stuart Mill, Özgürlük Üstüne eserinde kullanmıştır. Ama Stuart Mill’in devrinde kapsamlı olarak yazılmış bir distopik roman yoktu. Distopyalar hem siyasal hem de edebi metin olarak ilgi konusu olabilir. Günümüzde distopik metinlerin okuyucu ilgisi bakımından ütopyalardan daha çok ilgi gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Bunda yaşamın karmaşıklığı ve kaotik oluşuna dair bir algının baskın olduğu, geleceksiz ve belirsizlik duygusunun yaygın olmasının rolü olduğunu söylemek yanlış olmaz. En eski zamanlardan beri bir tür ceza olarak kötücül bir yer tahayyülleri vardı. Karanlık yer altı, cehennem… gibi mekanlarla ilişkili olarak ortaya çıkan tahayyül distopik bilincin ürünüdür. Kimi zaman da ütopik metinlerin, katı hiyerarşiye endeksli kalması aynı zamanda distopik bir metin özelliği kazanmasına neden olabilir. Örneğin Platon’un Devlet adlı yapıtı, siyasal bir ütopya olarak ortaya konulsa da katı bir sınıfsallık ve hiyerarşik tahayyülü ile distopik bir devlet sistemi ortaya çıkarmış olur. Merkantil anlayışların yükselişe geçtiği bir dönemde Thomas More’un Ütopya‘sı, bu türe adını veren metin olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren insanlığa dair bir iyimserlik duygusunun egemenliğinden söz edebiliriz. Bu ilgiyle de ütopya-distopya karşıtlığında, ütopyaların belirgin şekilde egemen yapıtlar olarak yazıldığı/okunduğu söylenmeli. Özellikle de Fransız Devrimi sonrasındaki siyasal ilgiler yanında, sanayi üretim biçiminin gelişmesi geleceğe dair iyimser bakışın yaygın kabul görmesine neden olmuştu. Gelişen dünyanın yıkıcılığını ilk görenlerden biri Mary Shelley’dir. Shelley, Frankestein adlı yapıtında ürkünç bir insan tipolojisi ortaya koyarak bilimsel gelişmelerin huzursuz bir dünya ortaya çıkaracağına dair kehanetlerde bulunur. Marx ve Engels tarafından ütopik sosyalistler olarak anılan birçok yazarın yapıtları 19. yüzyılda geleceğe dair umutlu tahayyüllerdi. Etienne Cabet’in İkarya’ya Yolculuk, Robert Owen’ın Yeni Toplum, Charles Fourier’in Falanster adını verdiği komünler, doğayla uyum içinde eşitlikçi bir toplum hayalini ortaya koyar. William Morris’in Hiçbir Yerden Haberler, Edward Ballamy’nin Geleceğe Bakış yapıtları ilgi gören ütopik metinler olmuştur. 20. yüzyıla gelindiğinde ise tek tük ütopik metinler kaleme alınmıştır. Emile Zola’nın Emek (1902) adlı ütopyası, Fourier’in yolundan gitmektedir. Özellikle bilgi ve teknolojilerin hayatın zorunlu çalışmalarını azaltacağı ve toplumlara refah getireceği beklentisini görürüz bu ütopyada. Teknoloji ve bilimin gelişiminin kendiliğinden refah sağlayacağı tezleri, kapitalizmin kâra endeksli yapısının tam anlaşılamayışından kaynaklanır. Bilgi ve teknolojinin gelişimi, çalışan kesim açısından işin yoğunlaşmasından başka bir anlama gelmez. Dahası işçinin emek gücünün bir meta haline geldiğini ve alınıp satılmaya konu oluşunu dikkatten kaçırır. Belki de üzerine ayrı bir yazı yazmayı hak eden Kızıl Yıldız (1908) fizikçi ve kimyager Alexander Bogdanov’un sosyalist bir ütopyasıdır. Bu ütopyanın Marx’ın analizlerine daha sadık olduğunu söylemek de mümkün. 19. yüzyılın son çeyreğinde kapitalizmin saldırgan ve yıkıcı/yok edici rekabetçiliği, insanlarda geleceğe dair iyimserlik bırakmadı. H.G. Wells emperyalist dönemin distopyacı yazarlarından biridir. Efendi Uyanıyor (1899) edebiyat tarihinin ilk distopyası olarak anılır. Parasının getirisi faizler sayesinde dünyanın en zengin kişisi olmuş Graham’ın dünyanın tek efendisi ve sahibi oluşunun öyküsüdür bu. Bilimkurgu ve ekonomi içeren politik bir distopyadır bu roman. Jack London’un Demir Ökçe (1911), Yevgeni Zemyatin’in Biz (1920),  Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya, Ayn Rand’ın Ego/Anthem (1938), Georg Orwell’ın Hayvan Çiftliği (1945) ve  Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1949), Ray Braudbery’nin Fahrenheit 451 adlı yapıtları en çok bilinen distopyalardır.

 

Toplumun bir bütün olarak üretime sürüldüğü 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında uluslar arası düzeyde rekabetin de bir hayli kızıştığını görmek mümkün.

 

Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya romanı distopyalar arasında özel olarak tartışmayı gerektirir. Ancak konu başlığı, ekonomi ile sınırlı olduğundan siyasal ve etik analizlere yer veremem şimdi. 1929 Ekonomik Bunalımı sonrasında yazılmış olması, parçalanmakta olan bir toplum için en uygun yaşam tarzı, geleneksel değerleri sahiplenmek olabilir. Huxley de bunu gözetmiştir. Birleşik Devletler hükümetinin aileyi koruma kampanyaları en başta sinema sektöründe, reklamlarda öne çıktı. Sürekli olarak mutlu aile pozları yaygınlaştı. Huxley’in romanında da korkulması gereken dünyada, aile hiçe sayılmaktaydı. Bu korkunç devlet, toplumu sınıflara bölmüş, genetik olarak klonlayarak her sınıfı işbölümüne göre şekillendirmişti. (Sanki varolan toplum sınıflara bölünmemiş gibi) Öylesine abartılı bir kontrol söz konusuydu ki, tüplerde yetiştirilen insanların embriyolarına yer alacağı sınıfa göre tüpe alkol damlatılıp zeka düzeyleri belirleniyordu. Aynı fabrikada çalışacakların çalışma sırasında daha uyumlu olmaları için 33’lü, 66’lı, 99’lu insan üretimleri yapılıyordu. Amaç daha verimli bir üretimdi. Aslında gerçek yaşam da tamamıyla verimli üretim planına göre dizayn ediliyordu. Fabrika çalışma ortamlarında iş sürecinin düzenlenmesi ayrı bir “bilim” haline gelmişti. Taylorizm ve Fordizm adıyla anılan, işin parçalara bölünerek iş yapıcıların vasıfsızlandırılması temelde insanı makinelerin bir uzantısına dönüştürüyorsa da verimliliği arttırdığı için bütün dünyada yaygınlaşıyordu. Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar ve Jean Renoir’in Bizim İçin Özgürlük filmlerinde bu tarz üretimin ortaya çıkardığı yabancılaşma ele alınmaktadır. Distopyalara genel olarak göz attığımızda ağırlıklı olarak siyasal ve kültürel analizlerin öne çıktığı söylenebilir. Eserlerin özellikle edebi yapıtlar olması, bu yönlerin öne çıkmasının gerekçesi olabilir.

Her birinin ayrı bir bağlamı ve korkusu olmakla beraber distopyaların yazıldıkları zaman ile ilişkileri önemlidir. Karamsar bir ruh halinin getirdiği bir koruyuculukla çoğunun muhafazakar bir teze yaslandığı da gözden kaçmamalıdır. Daha kötüsü olmasındansa varolanı korumak yeğdir bu anlayışta. Toplumun bir bütün olarak üretime sürüldüğü 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında uluslar arası düzeyde rekabetin de bir hayli kızıştığını görmek mümkün. Lenin’e göre “kapitalizmin en yüksek aşaması” sayılan emperyalizm kavramı da bu dönem için açıklayıcı bir kavram olarak siyasi düşünceye girmiştir. Buradaki vurgu, toplumsal ve düşünsel meselelerle iktisadi meselelerin iç içeliğidir. Kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabet, açık paylaşım savaşlarını doğurdu. Yüzyılın başında eski üretim tarzlarının değişimine paralel olarak siyasal kabukların çatladığı görüldü. 1905 ile 1911 arasında Rusya, Çin, Türkiye, Meksika gibi ülkelerde devrimler oldu. Sömürünün artışı, alt sınıflarda bir hareketliliğe de yol açtı. Dünyanın yeniden şekillenmesi gerekiyordu ki, ilk Dünya Savaşı bu noktada patlak verdi. 1917 Bolşevik Devrimi ile savaş adeta yarıda kalmış oldu. Savaşanlar kendi dışlarında bir düşmanın ortaya çıkmasıyla savaşı durdurdular. Bu “düşman” daha tehditvari bir noktadaydı. Yalnız dıştan değil, içten de tehdit oluşturuyordu. Özellikle Avrupa bu “komünist” düşmana alan bırakmamalıydı. Hem kitleleri seferber edecek hem de kapitalizmin kendi krizini baştan savacak bir çözüm ortaya konmalıydı. Özellikle büyük burjuvazinin de desteğini alan bir siyaset olarak faşizm devreye girmiş oldu. Faşizmin ilk amacı, kitlelerin ruhuna bulaşmış olan Marksizmi kovmaktı. Özellikle Almanya’da Hitler, bunu açıkça ifade etmekteydi.

Birinci Dünya Savaşı’nda ölümün soğuk nefesini ensesinde duymuş olan Avrupa entelektüelleri, insanın ve dünyanın nereye gittiği konusunda bir fikirleri yoktu ama korku sarmıştı her yanı. Dışavurumculuk akımı sanat aracılığıyla bu korkuyu defalarca yansıtmıştır. Fritz Lang’ın Yorgun Ölüm filmi buna örnektir. Yaşamın anlamsızlığı, amaçsızlığı kitleselleşti. Otoriter, bürokratik, kontrolcü bir devlet, “birey”i çoktan ezip geçmişti. Modernizm hiç de beklendiği gibi güzel bir dünya getirmemişti. Kafka’nın romanlarında, hiçe sayılan bireyin durumu ortaya serilir. Kitlesel bir sanat olarak sinemanın bu dönemde yaygınlaşması, bu dönemin tinselliğini filmler üzerinden okumamızı da kolaylaştırır. Faust, Dr.Caligiari’nin Odası, Dr.Murnau, Metropolis, Modern Zamanlar, Büyük Diktatör, İradenin Zaferi…

Distopyaların “bireyci” bir dünya algısıyla yazıldıklarını ama klasik liberalizmden farklı olarak insan doğasını iyicil olarak gördükleri söylenebilir. Klasik liberalizm kendi meşruluğunu “bırakınız yapsınlar” ilkesine bağlı olarak “güçlü ve yetenekli olanın başarılı olacağını” savlamış, gücün ve yeteneğin de insanın doğası gereği mülkiyetçi, bencil, açgözlü olduğu ilkesiyle sağladığı görülür. Distopyalarda ise sistemsel sorunlar öne çıkar. Ağırlıklı olarak devlet tahakkümü sorundur. Bireyler kendi hallerinde iyicildir ve içlerinde hep bir dayanışma, paylaşma, fedakarlık duygusu taşırlar. Her iki anlayışın da koşulların belirleyiciliğini ihmal eden bir idealizm olduğunu söyleyerek, “insanın doğuştan açgözlü olmadığı”nı kabullenmesi bakımından distopyaların olumlanması gereken bir yanı olduğunu belirtmeliyim. Distopyalarda betimlenen dünyaların aslında günümüz kapitalizminde adeta canlandırılıyor. Kapitalizmin ortaya çıkardığı insanlığın yıkılmışlığı, en kötü distopyalara taş çıkartacak cinsten. Her şeyin metalaşması, genetik müdahalenin insan hayatını hiçe sayması, hayati olan her şeyin parasallaşması gündelik hayatın gerçeklikleri olmuş durumda. Günümüz neoliberal kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşam biçimi ve siyaset biçimi, distopyalara da taş çıkartır. Savaşlar, silah sanayinin her gün daha çok büyümesi, dünyanın kirletilmesi, insanların kobay olarak kullanılması, açlıktan ölümler, katliamlar, organ kaçakçılığı… yeterince distopik değil midir? 50-60 yıl öncesin distopyaları maalesef bugün gerçektir.