İbadet nasıl ki sevap kazancı için Allah’a karşı bir ödev ise çalışma da iyi insan olmak için ve aldığı parayı hak etmek için disiplinli olarak yapılması gerekli bir şey olarak görülür.
Türkiye’de çalışma ve ekonomi meseleleri gündeme geldiğinde, genelde etnik, dini ve yerel kimliklerin rolü üzerinde belli bir sol kesim dışında pek de durulmaz. Ekonomiyle ilgili olan her şeyin kültürel olan her konuyla bir şekilde ilgisi vardır. Hele de büyük yıkımların olduğu bir dönemin ardından geç ulus devletleşebilmiş bir ülkede geçmişe dayalı anlatıların göklere çıkarılması kaçınılmazdır. Türkiye’de çalışma ilişkilerinin gerçekleşmesinde İslam’ın, günlük hayatta önemli bir kurucu olduğunu görmek gerekiyor. Kapitalistleşme süreci ilerledikçe dinin etkisi elbette ki çözülecektir ancak günümüzde inkar edilemez bir önemi var. İslam öteki dinlerden farklı olarak bir hayat tarzı oluşturmada tüm hayatı kuşatan pek çok alanla ilgili düzenlemeler barındırmakta.
İslam dininin iktisadi anlayışını incelen Sefer Yavuz, İslam’ın günlük hayatı kuşatıcı hükümleri cinsel göreneklerden, ekonomik etkinliklere, devlet işlerine, giyim kuşama, bilime ve sanata, doğuma ve ölüme dair emredici normatif düzenlemeler içerdiğini düşüncesindedir. İslam’da çalışmanın yüceltilerek adeta ibadet konumuna yükseltilmesi, çalışma disiplininin önemsenmesi, çalışmanın mutluluk kaynağı olarak görülmesi insanın ihtiyaçlarını temin için gerçekleşen bir eylem değil, iç huzuru sağlayan bir faaliyet olarak tavsiye edilmesi söz konusudur. Yavuz, dinsel zihniyetin, “iş yönelimli-çileci çalışma tutumu” ve “mistik yönelimli-teslimiyetçi çalışma tutumu” oluşumunda belirgin bir etkisi olduğunu anket bulgularına dayanarak ortaya koyuyor. Hem etkin hem verimli bir çalışma ve onun getireceği başarı, dini bir düzlemle ilişkilenerek önemsenir. İşini hakkıyla yapma ve helal kazanç elde etme anlayışı öne çıkar ve patronların uyguladığı çalışma disiplinine mümkün olduğunca riayet edilir. Bu tarz bir çalışma tutumunda, dünyevi ibadet ile çalışma arasında bir paralellik ve denge kurulur. İş disiplini ile ibadet disiplini arasında bir bağ kurulur; ibadet nasıl ki sevap kazancı için Allah’a karşı bir ödev ise çalışma da iyi insan olmak için ve aldığı parayı hak etmek için disiplinli olarak yapılması gerekli bir şey olarak görülür. Kapitalizmin “girişimci” tipine uygun bir söylemle her türlü çalışma ve gayretin ahrette ödüllendirileceği inancı, ütopik bir yönelim olarak teşvik edici ve gayretlendirici bir motivasyon yaratmaktadır.
Kapitalist ilişkilerin egemenliği yaygınlaştıkça, kapitalist ilişkilerin kurulmasına karşı direnme mekanizmaları olarak işlev görmeye başlayan kapitalizm öncesi unsurlar, bertaraf edilmek yerine uzlaşılmaya davet edilmiştir. Kapitalizmin her zaman sermaye birikiminin arttırılmasına yönelik olarak hareket ettiği, dolayısıyla da uzlaşabildiği her tür kültürel unsunla eklemlendiği söylenmelidir. Türkiye kapitalizminin özellikle 1980 sonrası neoliberal politikaların devreye sokulmasıyla dinsel ve muhafazakar ideolojiyle uzlaştığı açıkça görülür. Dindar muhafazakar kesimin, kapitalist ilişkilerin içine çekilmesi ve aktör olarak boy göstermesi yanında, kitleler açısından mobilize edici ve kapitalistik ilişkileri normalleştirici yaşam biçimlerine dahil olmaları özel bir inceleme konusu olmalıdır. Özellikle 2000’li yıllardan sonra, yeni bir İslamcı tavır, siyasal alanda rol alarak kapitalist ilişkileri derinleştirme ve genişletme hususunda başarılı olmuştur. Türkiye’de muhafazakar ideoloji, kapitalizmle tanışıldığından beri “Hıristiyan Batının bilimini alıp kültürünü almama” refleksif düşüncesi üzerinden kendini kursa da geçen zaman bu yönelimin başarısız olduğunu göstermektedir. Olan şey şudur: Kapitalizm en derin düzeyde kendi kültürünü getirmektedir.
Bir tür “ütopyacılık” olan İslam’ın asr-ı saadet tasavvurunun, ruhsal karşılığı günlük hayatta “tevekkül” adıyla karşılık bulur. Özellikle de yüz yüze çalışma ilişkilerinde tevekkül düşüncesinin, dindar işçilerin çalışma sürecine katılımda yönlendirici olduğu ve olumsuz birçok durumu sineye çekmede etkili olduğu söylenebilir.
Modernleşmeci İslamcılığın önemli figürlerinden Mehmet Akif Ersoy, şiirleriyle, “tembelliğe” savaş açmış, neredeyse yegâne İslami ibadet biçiminin “çalışmak” olduğu iddiasındadır:
“Bekaayı [geleceği] hak tanıyan sa’yi [çalışmayı] bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekaa sa’y olursa hak edilir.
Bu harp işinde kazanmaktadır çalışmış olan;
Çalışmayıp oturandır gebertilen, boğulan.
Kimin kolunda mesai denen vefalı silah.
Görülmüyorsa, ümit etmesin sonunda felah.”
İslami tahayyül Hz. Muhammed’in yaşadığı zamanı, “asr-ı saadet” (mutluluk çağı) olarak niteler ve o dönemi yeniden diriltebilmek amacıyla “zenginleşerek güçlenme” amacının gereği olarak çalışma ahlakını benimser. Bu süreçte ideoloji, kişileri, gelecek yerine geçmişe ya da sınıf ilişkilerini gizleyen imge ve fikirler olarak devreye girmiştir. Mehmet Akif’in, Molla Davutzade Mustafa’nın Rüyada Terakki (1911) tahayyül ettiği gelecek söylemiyle, günümüz Türkiye’sindeki İslamcı tahayyül arasında büyük bir fark yoktur. Özellikle de kriz zamanlarında dinginlik ve güvenlik arayışı önem kazanır; bu dönemler ideallerle donanmış bir gelecek tahayyülüne yol açar. Böyle bir algının hakim olduğu zamanlarda, fedakarlıklar yüceltilir ve tahakküm koşullarına daha kolay razı gelme söz konusu olur.
Bir tür “ütopyacılık” olan İslam’ın asr-ı saadet tasavvurunun, ruhsal karşılığı günlük hayatta “tevekkül” adıyla karşılık bulur. Özellikle de yüz yüze çalışma ilişkilerinde tevekkül düşüncesinin, dindar işçilerin çalışma sürecine katılımda yönlendirici olduğu ve olumsuz birçok durumu sineye çekmede etkili olduğu söylenebilir. İnsanın gerçekleştirmek istediği bir iş için gereken her şeyi yaptıktan sonra, sonucu “Allah’tan bekleme”si halinin adıdır. Bu anlamda tevekkül, insanı çalışma konusunda harekete geçiren ve ümitsizliğe düşmekten kurtaran bir değer olarak benimsenir. Çünkü ulaşmayı planladığı hedefe ulaşamadığı durumlarda insan, tevekkül sayesinde ümitsizliğe düşmeyecek; nerede hata yaptığını, hangi konularda yetersiz olduğunu gözden geçirecektir. Böylece eksiklerini gidermek suretiyle ulaşmak istediği hedefi yakalamak için tekrar çalışmaya koyulacaktır. İslam’da insan, tevekkül inancıyla çalışmaya teşvik edilir; çünkü İslam’ın Allah’ı; çalışana, emeğinin karşılığını mutlaka veren bir güç ve adalet sahibi olarak kabul edilir.
Kapitalizmin mantığı bir bütün olarak toplumun hayati olan her kılcal damarına nüfuz etmek zorundadır; toplumun bütününün işbirliği söz konusu olmadan kapitalist sistem işleyemez. Bu bakımdan siyasal partiler, meslek örgütleri, medya gibi kurumları yoğun bir şekilde devlet aygıtı tarafından toplumsal bir uzlaştırıcı işlev üstlenirler. Zaten devlet olmadan kapitalizmin işlemesi mümkün değildir. Bireylerin dünyasında dinsel etki bir yana, devletin bir aygıtı olarak genişlemiş olan dinsel kurumlar da, içinde bulunulan kapitalist ekonominin taleplerine uygun olarak konuşmaktadır. Müftülüğünün düzenlediği “İslam ve Çalışma Ahlakı” konulu bir konferansta il müftüsünün, “Aile içi iletişimde sevgi, saygı ve hoşgörü gelişir ve uygulanırsa bu durum iş hayatına da olumlu manada yansır. Evinde ailesiyle huzurlu olan kişiler, işyerindeki çalışma arkadaşlarıyla ve vatandaşlarla diyaloga girerken daha kibar, anlayışlı, düzeyli ve hoşgörülü olur. Bu durum, yönetimi ve hiyerarşi düzenini kolaylaştıracağı gibi iş verimini ve çalışma hazzını da artıracaktır. Ayrıca, adaletli yönetim ve hakkıyla çalışmanın olduğu yerde, kazanılan paranın bereketi fazlasıyla hissedilecektir.” (Hürriyet) ifadeleri dikkate değerdir.
Güçlü bir toplum olma koşulunu endüstrileşme modelinde bulan, manen de kendi tarihine ve kültürüne dönmeyi hedef koyan Milli Görüş adı verilen anlayış, toplumsal ve ekonomik krize girmiş Türkiye’yi, yeni kapitalist aktörlerle canlandırma hedefine odaklanmıştır. “Çalışma yaşamının İslami gereklere uygun bir görünüme bürünmesi”ni amaçlayan MÜSİAD, dinsel tutum ve davranışların kaynağı olarak ortaya konan öykülemelerle işçi kitlesi üzerinde bir çalışma ahlakı yaratma amacındadır. Bir taraftan işçi haklarını ve ücretlerini gerileten yönetim uygulamaları yanında Hz. Muhammed’e atfedilen “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yemiş olamaz.”, “Çalışınız, herkes kısmetini bulur.” ifadelerine sıkça başvurmaktan geri durmaz.
Emeğin değeri ile ilgili olarak İslamcı kabul, liberal teorinin kabulleriyle örtüşür; sermayenin aldığı riske karşılık kârı hak ettiği, emeğin ise harcadığı zamanın karşılığı olarak ücretini aldığını savunur. İslam hukukuna dayandırılan “mudarebe” adıyla anılan bir anlayış, tarihsizleştirilerek günümüze uyarlanır. Bu doğallaştırma mantığında, sermaye zarar etse bile emek, ücretini alacağı için emek “avantajlı” olduğundan, risk alan sermayenin ise fazla kazanması bir hak olarak meşrulaştırılır. İslamcı ekonomi mantığı, zenginliğin kaynağı konusunda üretim alanına bakmak yerine dolaşım ve tüketim üzerinden düşünmektedir. Bu mantığı sahneye koyan birçok öykü dolaşıma girerek hakim anlayışı da pekiştirmiş olur: Abdullah b.Ömer’e “En temiz kazanç hangisidir?” diye sormuşlar, o da “Kişinin kendi elinin emeği, bir de dürüst ticaretin kazancı.” demiş. Öykü bize hakim egemen ilişkileri onaylar şekilde “çalış ya da ticaret yap” önerisini sunuyor. Varılacak genel sonuç ise kapitalizm öncesi kurumların, kapitalizm ile gayet uyumlu bir şekilde egemen ilişkileri koruyan bir ideoloji olabileceğidir. Dinsel ideoloji bunun en açık şekilde görünen örneği durumundadır.
Kapitalist sistemde ‘işveren’ yani patron sıfatının yarattığı ‘çalışmayan adam’ imajına mukabil İslami sistemde, Devlet başkanından kapıcısına; en büyük müteşebbisten sıradan gündelikçiye kadar herkes çalışan kişidir.
1980 sonrasında görünürlüğü artan ve kendini “mütedeyyin İslami girişimci” olarak tanımlayan bir tipolojinin söz konusu. Bu tipin temel özellikleri İslam’ı asli kimlik olarak seçmesi, piyasacılığı desteklemesi, özelleştirme taraftarlığı, modern kapitalist ilişkileri İslamileştirmeye çalışması, aşırı olmamakla birlikte lüksü reddetmeyişi ve dindar oluşudur. Bu dindarlık kimliğinin “Türklük” ideolojisi ile yüksek kesişim noktaları bulunması, evrensel olmaktan ziyade yerel bir sınır taşıdığını da gösterir. Bu kimliğin en belirgin reddiyesinin sınıf düzeyli siyasete karşı olduğu gözlenmektedir: “İslami düşünce savunusunu salt kimlik anlayışına ve kültüre endekslemekte ve sınıf siyasetini görmemektedir. Bu görüşlerin ortaya çıkabilmesini sağlayan zemin, kapitalizmin tarihsel krizine cevaben sınıf temelli siyasetin kimlik siyasetine feda edilişidir. (…) İslami ağların tümü ekonomik, siyasal ve ideolojik yapılara gömülerek neoliberal uygulamalar yerelleştirilmiş ve yerlileştirilmiştir ve neoliberalizmin kaba şiddetinin İslamcı siyaset yoluyla bu yerlileştirilmesi devletin iliklerine kadar sızmıştır.” (Parlak, 2016).
Kapitalizmin sunduğu “sınırsız ve kayıtsız kazanma” peşinde olan İslamcı sermaye aktörleri, İslam kardeşliği retoriğine başvurarak işçilerin “rıza” gösteren bir tavır sergilemesini beklemektedir: “İşçinin kendi kapasitesine göre elinden geldiği nispette dürüst olarak çalışması görevidir. İnançlı bir Müslüman işçi, emeğini kiralayabildiği bir işyeri bulmuş olmasını lütuf olarak kabul etmelidir.” ve “Her Müslüman sürekli olarak Allah’ın kontrolünde olduğunu düşünmesi ve yaptığı işleri bu haleti ruhiye içinde yerine getirmesi gerekir. Üstlendiği yükümlülükleri de bu hava içinde yerine getirmelidir. İşverenin emirleri sözleşme çerçevesinde kalırsa ve Allah’a itaatin sınırlarını aşmazsa, İslamiyet, işçinin bu emirlere itaat etmesini zorunlu bir vecibe olarak sayar.”. Bir kanaat önderi ilahiyatçı, çalışmayı ebedileştirerek “Hiçbirimiz, geçimini sağlama yolunda çalışıp yorulma hususunda muhtar (serbest) değiliz. İnsan, geçimini sağlama yolunda çalışıp yorulmakla, Allah’ın emrine ve kendi kaderine boyun eğmekten başka bir iş yapmış olmamaktadır. O halde bedenen yorulmak, Hz. Adem’e de kıyamete kadar gelecek evladına da ayrılmaz bir arkadaş olmuştur.” (Demir, 2012) ifadeleriyle, en alttakiyle en üstekileri eşitleyen bir dille, kapitalizmi de dışlayarak karşıya alan bir “ortak kader” anlayışı, farklılıkları görünmez kılmaktadır: “Bu dünyaya gelen, hayati ihtiyaçlarını sağlamak için çalışmak mecburiyetindedir. Kapitalist sistemde ‘işveren’ yani patron sıfatının yarattığı ‘çalışmayan adam’ imajına mukabil İslami sistemde, Devlet başkanından kapıcısına; en büyük müteşebbisten sıradan gündelikçiye kadar herkes çalışan kişidir… ‘Amil’ İslam’a göre çalışmak, çalışarak hayat kazanmak, insan oğlu için bir görev olduğu kadar aynı zamanda mukadderat meselesidir. Kader’dir; alın yazısı’dır.”.
Bu süreç şunu göstermektedir ki neoliberal birikim rejimine uygun bir şekilde, pre-kapitalist cemaat toplulukları, sınıf temelli siyaseti kültüre indirgeyerek sınıf çatışmasını örtmeye veya silikleştirmeye meyillidir. Bu ideolojik bagajla kapitalizm için herhangi bir sorun teşkil etmediği gibi, sınıfın yeniden üretiminde önemli bir aparat olarak varlığını sürdürmektedir dinsel ideoloji: “Emek gücünün üzerinde kurulan hegemonya öyle ki, hemşeri cemaatleri, etnik cemaatler hatta akraba grupları ücretlilik normlarını tayin etmektedir. Dini değerlere bağlı olarak örgütlenen cemaatler, neoliberal birikim rejimini meşru kılan hegemonyanın yenileme araçlarından biri olarak görülebilir.” (Durak, 2011).