Paranın bir değiş tokuş aracı olarak kullanılıyor olması, biçimsel olarak ortada bir eşitliğin var olduğu fikrini doğurur.
Psikolojik bir yanılsamaymış gibi algılanan fetişizm, üzerine pek de düşünmediğimiz bir olgu. Ancak Marx’ın çoğunlukla kullanılageldiği gibi ideolojiden ziyade özellikle de en önemli eseri Kapital‘de fetişizme yer verdiğini dikkate almak gerekiyor. Kapitalist toplumda fetişleşme, bize en somut halini parada gösterir. Bir değer stoku ve toplumsal güç olarak işlev gören para, kendisine içkin olan toplumsal gücü, taşıdığı iktidar ilişkilerini eşitleme ve normalleştirme işlevinden bağımsız olarak kullanılamaz. Paranın bir değiş tokuş aracı olarak kullanılıyor olması, biçimsel olarak ortada bir eşitliğin var olduğu fikrini doğurur. “Para parayı çeker” ifadesinde de söylemde dolaştığı gibi, para fetişizmin en has örneğidir aslında. Bu bakımdan kapitalist toplumda biriken zenginliğin gerçek yaratıcısı olan emeği ve onun sömürülmesini gizlemektedir. Paranın kolayca ele geçirilmeyeceğini en çok da üretenler bilir; toprakta ya da ağaçta yetişmez. Para en başta, emeğin ürettiği artık değeri taşıdığına göre, onu asıl var eden ve büyüten çalışanlardır ama onun fetişistik biçimi bu gerçeği saklar.
Değeri olan her şey gibi paranın da kendinden menkul bir değeri olamaz elbette; paranın toplumsal gücü, sınıf temelli olarak ortaya çıkar. Çünkü “…para, bir bireyin özel mülküne dönüşebilen dışsal bir nesne olarak tezahür eder. Paranın toplumsal gücü, özel kişilerin özel gücüne dönüşür.”1 Paraya sahip olanlar, aynı zamanda toplumu kontrol etme gücüne sahip olduğundan dünyanın bütün kavgası da para üzerine olmaktadır. Marx, Kapital‘de paranın bu niteliğini Shakespeare’ın Atinalı Timon oyunundan dizelerle anar:
“Hırsızları başköşelere oturtup
Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar.
Yıpranmış dullara koca bulduran budur;
Hastaneyi, çıbanlı hastaları tiksindiren kadına
Gül kokuları sürer, nisan güneşleri getirir bu!
Haydi git, adı batası çamur!”
Peki paranın gücü nereden gelmektedir? Para, toplumsal bir güç taşıyıcısı olduğu kadar gizemli de bir şeydir de. Paranın kendi başına, bir nesne olarak herhangi bir gücü olmadığını aslında herkes bilir; ıssız bir adada ya da dağ başında bir çanta dolu para ancak yük olurdu insana. Kazadan sağ kurtulan Robinson, ıssız bir adaya tek başına çıkar ve karaya oturmuş gemiden çeşitli erzak ve araçları, adaya taşır. Gemiden taşıdığı balta, çekiç gibi aletlerle kendisine korunaklı bir kulübe yapar. Onun karakterini ele veren ilginç anlardan biri gemide araç gereç ararken altınlara rastlamasıdır: “Bu altınların bu adada benim için hiçbir değeri yok.” diye düşünür ama yine de onları yanına almadan adaya dönmez. Yıllarca adada tek başına kaldıktan sonra paranın hiçbir işe yaramadığını gördüğü halde, bulduğu başka bir batıktaki paraları adaya taşıyamamış olmaktan büyük üzüntü duyar. Bu bakımdan para üzerine konuşurken onun sermaye birikimi içerisinde toplumsal iktidar taşıyıcısı olduğunu unutmamak gerekiyor. İçinde yaşadığımız kapitalizmin asli fetişizmini en iyi şekilde analiz etmek için de bakılacak en temel olgu, parasal ilişkiler olacaktır. Kapitalist toplumun fetişistik niteliği, para üzerinden çözümlenebilir. Soderberg’in dediği gibi, “Para, meta fetişizminin tam merkezinde durmaktadır. Bu nedenle paranın eleştirisi, fetişleşmiş ilişkilerin eleştirisine içkindir.”2
Dolaşım alanı bireysel eşitlik ve özgürlük yanılsamaları üzerinden şekillenir ve kapitalizmin hukuki ideolojisinde karşılık da bulur.
Para, mübadele ilişkilerinde metaların fiyatının sayısal ifadesi olarak değerin sembolüdür. Gömlek almak istediğim zaman, baktığım gömleklerin farklı fiyatlarda olmasının nedeni, onların değer farkını göstermektedir. Değer, maddi bir şey olmadığı halde gömlek üzerinden somutluk kazanmış oluyor. Ben ondan yararlanmak üzere kullanım değerini almak istiyorum; satıcı ise değişim değeri üzerinden bana satmaya çalışıyor. Gömlek satıcısıyla benim aramdaki ilişki yerine benim cebimdeki para ile gömlek eşitlenerek ilişkiye girmiş oluyor; demek ki para, “insanlar arasındaki ilişkileri nesneler arasındaki ilişkilermiş” gibi göstererek saklayan bir şeydir. Bu tam da Marx’ın fetişizm olarak andığı olgudur: “Fetişizm aynı anda hem yaratılmış bir yanılsamaya hem de bir gerçekliğe tekabül etmektedir. Toplumsal bir inşa olan fetişizmi tam da öyle olduğu için parçalamak mümkündür.”3 Peki para bu gizemlileştirmeyi nasıl başarabilmektedir? Analizi biraz daha derinleştirdiğimizde, paranın analizini dolaşım alanında kalarak yapmanın, paranın gizemini ortaya çıkarmak için yetmeyeceği görülecektir. Çünkü dolaşım alanı eşdeğerlik gibi fetişleşmiş bir hareketle işlediğinden, bu alanda paranın fetişi aşılamaz.
Dolaşım alanında para fetişinin gücü, bireysel emeğin toplumsal karakterini ve bu bireyler arasındaki toplumsal ilişkileri açıklığa kavuşturmak yerine, nesneler arasında bir ilişkiymiş gibi göstererek gizleme becerisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü dolaşım alanı bireysel eşitlik ve özgürlük yanılsamaları üzerinden şekillenir ve kapitalizmin hukuki ideolojisinde karşılık da bulur. Nesnelerin içerdiği her türlü özsel farklılık ve özgünlük, para temsili üzerinde silinir gider; para bütün farklılıkları aşarak kendini görünüre çıkarır ve somut gerçekliğin özgün varoluşunu görünmezleştirmiş daha doğrusu ortadan kaldırmış olur. Bu durum aynı zamanda onun gerçek ilişkileri gizleme gücü olarak kavranmalıdır. Biz gömleği parayla değiştiğimiz zaman, gömleğin bizim elimize geçene kadarki yaptığı gezintiyi aklımızdan bile geçirmeyiz.
Kapitalizmde piyasa podyumuna çıkan her türlü gerçek ilişki, buradaki değişim ilişkisinin arkasına gizlenmektedir. Bu gizleme ilişkisi mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerini doğal şeyler gibi göstererek ideolojiye hizmet etmiş olur. Bu nedenle ideoloji eleştirisinde paranın gücünün analiz edilmesi de önemlidir. Paranın bütün kapıları açan bir anahtar olmasını sağlayan en önemli dayanak ise elbette devlet gücüdür. Yabancılaşmanın politik biçimi devlet olarak karşımıza çıkar. Devletin bir üst kurum olarak, toplumun üstünde bir varlık olarak anlaşılması, tersine dönmüş bir düşünüş tarzının örneğidir. Gerçekte devlet insanları ve halkı yaratmaz; insanlar devleti ve yasaları yaratır. Ancak tersine dönen ilişki, sınıflı toplumda eşitsizlikler hakimken devlet karşısında eşitler olarak görülür. İstikrar ilkesiyle hareket eden devlet, biçimsel eşitliği teminat altına alarak gerçek eşitsizliği de daim kılmış olur.
1 Soederberg, Susanne (2016). Borç Refahı Devletleri, Ankara: Nota Bene Yayınları, s.55.
2 a.g.e. s. 43
3 a.g.e. s.43