arama

Duyguların Yükselen Dili: Şiir

Arif ARSLAN
Şiirin soyut imgeler atışmasına döndüğü bir yerde, dilin yaşamın doğallığını ve insanın gerçekliğini yakalaması zorlaştığından bir temsil sorunu da ortaya çıkar.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

Sürekli bir akışkanlık halinde benliğin kendine dil kurması ve ötekinin dilini anlaması zordur. Bu bağlamda edebiyat, hele de şiir, akıntıda duraklayabilmenin kurtarıcı sarmaşığı olanağıdır.

Öznenin öteki ’ne ulaşmasının en temel aracı olan dil, kaygının ve yorgunluk hissinin yıkımları dolayısıyla bırakalım ötekine açılmayı, kendine bakabilmeyi engeller. Sürekli bir akışkanlık halinde benliğin kendine dil kurması ve ötekinin dilini anlaması zordur. Bu bağlamda edebiyat, hele de şiir, akıntıda duraklayabilmenin kurtarıcı sarmaşığı olanağıdır. Sinan Abuzer Akdağ ikinci şiir kitabı Genele Açık Aşk’ta* bulanık ve azgın akıntının sürüklenişinde şiirin bir sarmaşık olabileceğini göstermiş. Şiir, kişinin kendi dilini kurma ve duyarlılığını toparlamanın en yetkin alanıdır hakikaten. Bunu sağlayan imkan da dilin hem gerçeklikle kop(a)maz bağı hem de çok anlamlı ve katmanlı kullanılabilmesidir. Yine de her şeyden önce şiir bir niyettir; bu niyet suskun ve içe çekilen değil, dış’a ses verebilen bir niyet’tir. Akdağ şöyle başlar şiire:

“Kaygı alıp götürürken uzaklara benliğinden
Seni yazmak
Seni sana sormak
Günbegün ağlarken yüreğinde
Gözyaşlarını silmek zor”     

                                        (Yakın Güzellik).

Yalnız bir çağın değil, belki de bütün çağların rezilliği, insanın (Adem) kendi türünden bir varlığı, kadını, baskı altında tutarak kendine huzur ve mutluluk üreteceğini sanmasıdır. “Egemen ahlakın kısırlığı” kadının “alınyazısına” dönüş(türül)müş, kadının düşleri ve özlemleri, “uç” durumlar olarak kodlanmıştır ancak kadın, düş ve özlemlerinin peşinde egemen ahlakın sınırlamalarını aşmamın umudunu taşımakta ve mücadelesini vermektedir. Akdağ tarafını açıkça dile getirir:

“Sen ey özgür aşk yokluğunda
Doyumsuz düşlerine özlemlerini yazan kadın
Bil ki seninleyim”       

                                  (Yakın Güzellik)

ve

“Yalnız ülkemin yalnızlığında kadınları
Pazarlarda sergilenen tek değeriysen sen ataerkinin
Özgürlüğüne doğru yol alma zamanıdır”

(Sermaye)

Erkek egemen toplumun ikiyüzlülüğü, arsızlığı; ahlak adı verilen bir kılıfla sarmalanarak kadının “kölelik yazgısını” yeniden yeniden üretmekte, aynı zamanda insanlığı da tüketmektedir:

Yasalaşmış dizgelerle kutlu
Tüketilişidir insan oluşun”   

                                          (Yangın Yeri Hayat).

Dile gelmek, yazabilmek ancak bir “inat”la mümkündür; çünkü yaşanılan ülke kurdun kuşun dolaştığı, umutsuzluğun kol gezdiği “çorak” bir ülkedir:

“Emekledim, emekledim
Gül pembeye çala dura 
Kalıt yurda kala dura
Bir çorak tepedir
Bir çorak tepedir bura…
Ardı ağlamak
Ardı hüzün” 

                             (Hüzün Öyküsü).

Bu çoraklıkta, çöplükte hem dile gelmeye/getirmeye hem de sevdaya inat etmek gerekir; itirazın, direnişin olmadığı yerde her türlü kir ve çirkinlik doğallaşıverir:

“Yürüyorum üstüne üstüne günlerin
Devir kokusu yayılsın
Günümüzün doğal gibi görünen
Körpe bedenleri satılanın
Doğusunun yurdumun
Ve batısının kültüründen
Duyguların aynılaştığı girince eşiğinden
                                                  -Çöplüğün-“

                                                                        (Çöplük).

Şair duyarlılığı çirkinliklerin doğallaşmasına katlanamaz; bu yüzden o, kendi dilini kurmak kadar ülkenin dilini kurmaya sorumludur:

Özgürlüğüne haykıran isyanınla
Gülüm!
Doğurgan olasın istiyorum
Yani senin
Yani benim
Yani her gün pazara düşen bir körpe bedenin
Uğruna yok olabilme olgunluğunda
Zulme galebe çalmaya hükümlü” 

                                                  (Üretken Sevda).

Her şeyin meta pazarına sürüldüğü yerde, insanın “insanlaşması” nasıl mümkün olabilir? Hele de kadının “beden” olarak satılması, en âlâsından bir “karanlık” değil midir? Akdağ, duyarlılığını salt duygudaşlık üzerinden kurmakla sınırlamaz; meta düzeni, sermaye birikimi düzenidir. İnsan ilişkilerini de alıp yutan bu birikim düzeni, ne kadar erdemler manzumesi okusa da nice kurbanlar vermektedir:

“Aykırılıklar dünyası yaratma aymazlığında ise varoluş
Yabancı tenler hizmetine sunulur kadınlık
Süreğen yeşertilen kutsanmış ataerkine adanır
Gün olur bir sermaye birikimi nedeni
Gün olur ailesel erdem öznesi
Çokluk bir yol kenarına atılmış bir beden
Aklanmış bir namus adına
Kimsesizler mezarlığına yazılı bir taş
Derinliğince tarihin kayıtlarına siliklik yazılır
Bir garip yalnızlık çöker paydaşlarının omzuna
Uçuk bir asaletin heybetine kurban edilir
Bin beden”     

                                      (Namus Kadınları).

Ahlak, namus ve insaniyet düşkünü bu toplumun, hele de göçmen kadınların alınıp satılması hususunda sessiz kalması, olsa olsa bir “düşkünlük”tür (dekadans).

Türkiye’de sanatçı tayfası, hep kendisinin toplumsal duyarlılığından dem vurmakla birlikte, ortaya konulan ürünlerin iddia edilen duyarlılığı taşımadığını söylemek gayet mümkün. 2010 senesinden beri yanı başımızda, Suriye’de, bir savaş sürmekte ve buradan milyonlarca insan ülke sathına göçmen olarak yayılmış durumda. Özellikle iktisadi ve sosyolojik çalışma ve araştırmalara, Suriyeli sığınmacılar, sınırlı da olsa konu olabilmekte. Bu çalışmaların çoğunluğu da göçmenlerin ucuz iş gücü kaynağı olarak kullanılması, bir kısmı da kültürel uyumlaşma gibi daha steril meseleleri gündemine almış durumda. Geçen yıllara karşın sanat cephesinde ise bu konuyla ilgili bir duyarlılıktan söz etmenin imkanı yok. Ahlak, namus ve insaniyet düşkünü bu toplumun, hele de göçmen kadınların alınıp satılması hususunda sessiz kalması, olsa olsa bir “düşkünlük”tür (dekadans). Sinan Akdağ’ın Genele Açık Aşk’ının bu konuya yer veren ilk şiir kitabı olduğu söylenmelidir. Akdağ, “Savaş Kadınları” adını verdiği seri şiirlerde, “namluların kan kustuğu” yurtlarından kaçmak zorunda kalan kadınların, “dost eli sığınmaları”nın çaresizlikle karşılaşıldığını dile getiriyor:

“Karanlık dipsiz bir rezalet sarmalında yok oluşunda senin
Adına arsız methiyeler
Adına sınırlar ötesi baharlarında edilen dualarla dolu
Yığınların katledilişine seyirci söylevler vardı
Yığınların kadın bedenlerine dokunma hoyratlığında kutsanmış
Hayasızlığın bezendiği inançsal örtüler sarmalına
Bir dost eli beklentisinde sığınmalardı
Vesayetin yüklerinden habersiz”

                                                           (Savaş Kadınları I)

İnsanın en temel belirleyeni, bağımlılığı ve muhtaçlığıdır. İnsan boğazının doymasına muhtaç, korunmaya bağımlı, toplumsal ilişkiye zorunludur; bunlar onun yaşamının asıl belirleyenleridir. Bu bağımlılık ve ihtiyaçlar onun nice değerleri göz ardı etmesine, çoğu kez bir başkasına kul olmasına, namerde boyun eğmesine de neden olur. Savaşların tarihi, zulümlerin tarihidir; uydurulmuş kahramanlıklar gizleyemez bunu. Yaşlı genç, kadın erkek, çoluk çocuk ayırt etmeden herkes, savaşın yıkımından payını alır. Akdağ’ın duyarlığında nettir bu pay:

“Köşe başlarındaki bir küçük savaş bebesi açlığı
Bir sıcak oda özleminin tutkusudur
Her anımsayışta sessiz bir kabullenişin acısında
Sürüklendiğin o dar
O karanlık uzun sokak sabahlarında
Bir başına ülkesiz
Bir başına dilsiz
Bir başına ersiz
Bir küçük bebenin
Bir küçük lokması uğruna
Bedeninden ürettiğin düşlerine saklıdır
Her dokunuşunda yabancı bir elin ağırlığında ezilen onurun”

                                                                                         (Savaş Kadınları III)

Şiirin soyut imgeler atışmasına döndüğü bir yerde, dilin yaşamın doğallığını ve insanın gerçekliğini yakalaması zorlaştığından bir temsil sorunu da ortaya çıkar. Şiir, hayatın dili olmaktan ziyade “dil oyunları” oyununa dönüşüverir; yaşamdan koparak kendini kurutur. Oysa tarih boyunca, şiirin oluşumu ve varlığı, “öteyi beriye taşıyabilme” kapasitesine dayanır. Metaforun (metaphora) kökeni de mantığı da budur. Şiirin becerisi ötede kalanı, gözden kaçanı, görülemeyeni buraya taşıyarak gösterebilme, hissettirebilmedir; dilin gücü buna yeter. Savaş kadınının dilinden şu dizeler, derin acıyı hissettirmektedir:

“Yüreğimin hüzün yığınına duruş nedeni
Bir kirli savaşın
En masum
En yalın acısına
İnsanlığın yitirilişinin trajedisinin
Kadınlığıma yüklenişi çaresizliğinde
Pürüzsüzlüğüne tenimin
Ha bire yeni dokunuşlara
Her yeni günün
Her yeni saatinde kimsesiz.”

                                   (Savaş Kadınları IV)

Akdağ’ın sapla samanı karıştırmayan yalın bir dili var; bu yalın dil, bir dost sohbetinin hemhal olunan mesafesizliğini yaratıyor. Bu tinselliği yaratan, şiirin fizikselliğidir.

Akdağ, “Zeynep’in Öyküsü” adlı şiirde, Anadolu’dan kopup şehrin yıkıntıları arasına gelmiş kadınının yaşamını yansıtır:

“İz bırakmadan yitip giden
Kadınlığında var olmamış
Yıkıntılardan savruk
Yarına korkak
Yarına ürkek bir bakışla
Umutsuzluğunda beslenenin
Kaderci ruh halinin yansımalarından
Kopuk gelenlerin                       
                     -Yaşamlarında-“     

                                      (Zeynep’in Öyküsü).

Zeynep’in yeni hayatı, umutsuzluk içinde ve acı yüklüdür; içkili bedenlere haz kaynağı olan “genele açık zoraki aşk”tır (s. 59) onun yaşamı. Bu kader, Anadolu’dan kopup gelen erkeğin, işçinin kaderiyle ortaklık da içerir; o da bedenini, emeğini satarak bir hayat özler:

“Acının ezgisi yakmaz yüreğimizi
Sana yakındır nasırlı eller
Özdeş
Senin sattığın
Benim sattığım
Bedenin
Emeğim
Söylediğimiz türküler”  (s.60).

Akdağ’ın sapla samanı karıştırmayan yalın bir dili var; bu yalın dil, bir dost sohbetinin hemhal olunan mesafesizliğini yaratıyor. Bu tinselliği yaratan, şiirin fizikselliğidir. Şiir, okuyucusuna kendisini biri tinsel biri fiziksel iki katmanla sunar; bu iki katman asla ayrıştırılamaz. Hatta şiirin yüzeyinden inilebilir derinliğine ancak. Şiir ne bağırtıyla ne de mırıltıyla duyurabilir kendini; bu yüzden iyi şiir kendini sesli olarak okutabilen şiir olacaktır. Bu nitelikleri sağlamayan şiir, kuru bir didaktizmden kurtulamaz; bu da okuyucusunu çabucak boğar. Şiir konuşma değildir, olaylar dile getirmekten uzak durur; bu yüzden israftan kaçar, onun işi duygudur. Bir tanım yapsak şiir, duyguya yükselmiş bir hayattır derdik. Akdağ’ın olayların değil, duyguların şiiridir; daha doğrusu duygulara yükselmiş bir hayatın şiiridir. Kara Yazılım şiiri söylediklerimi özetler nitelikte:

“Bir o yana gülüm
Kara yazılım
Bir bu yana salın da gel
Bir çorak tepenin değil
Ormanın tek
Bir yüz karasının tümü değil
Beneği tek
Bir tarihin ilki değil
Sıradan tek
Bir o yana seke seke
Bir gül yanak gülen güleç
Salın
Güzel gözlüm
Özlem sana olsun sonsuza dek
Gülüm sana sevdam
Sana varmaktır tek” (s.11)

Tümüyle kadın dünyasına ve gerek barışta gerek savaşta kadın bedeninin metalaştırılması eleştirisine odaklaşan Sinan Abuzer Akdağ’ın Genele Açık Aşk şiirleri, bütünlüklü gerçekliği, incelmiş duyarlığı ve çıplak öfkesiyle okuyucusunu bu gerçekliğin kendisini bir kez daha düşünmeye bekliyor.

* Sinan Abuzer Akdağ, Genele Açık Aşk, Sis Yayıncılık, Kasım 2018.