Ona göre, doğa, insandan, kendi bedenine ait bilgi dahil, gerçeğin bilgisini saklar.
Okuması çok kolay ve aynı zamanda çok zor bir filozof Nietzsche. Kısa ve anlaşılır cümleler akar, tek başına anlaşılması güç cümle bulamazsınız. Anlattıkları, parça parça da gayet anlaşılırdır. Ancak, bir sistematik düşünce oluşturmak o kadar kolay değildir. Burada “Ahlak ve Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan”1 makalesi ve Ahlakın Soykütüğü adlı eserlerinde ahlak üzerine yazılarını değerlendirmek ile sınırladım kendimi.
Nietzsche, bir yakınma olarak insanların yüzeyi, nesneleri kabaca gördüklerini yani sadece formlar olduklarını ve bunun insanları gerçeğe yöneltmediğini söyler ve bunu bir körebe oyununa benzetir.2 Ona göre, doğa, insandan, kendi bedenine ait bilgi dahil, gerçeğin bilgisini saklar. Nietzsche, burada doğanın bu yanıltıcı bilince insanı hapsedip anahtarı atması metaforunu kullanır. Bu durumun insanın doğruluk dürtüsünü boşa çıkardığını savunur. Sonra dil ile ifade edilen şeyin nesnelere ait metaforlar olduğunu, bunun nesnelere ait bilgi olmadığını savunur.
“Yani dilin oluşumu hiçbir şekilde mantıksal süreçlerle işlemez ve doğruluğun peşinde olan kişi, bilim adamı ve filozof, daha sonra dili oluşturan tüm bu malzemeyle çalışır ve yine onunla dili inşa eder ki bu malzeme masallar diyarından gelmiyorsa da, en azından nesnelerin özünden de elde edilmemektedir.”3
Tüm kavramlar bu durumdadır, onların insan merkezlidir ve nesnelerin özünü yansıtmaz. Bu durumda Nietzsche için, “Nedir o zaman doğru?” oldukça meşru bir sorudur. Haliyle cevabı, “İnsan üretimi bir yığındır.” olmuştur; doğru söylemek sürü tarafından kabul edilebilir yalan söylemektir. Marx’ın kullandığı arının peteği işlemesi ile mimarın tasarımını karşılaştırmasına benzer şekilde Nietzsche, arı petek metaforunu kullanır. Marx’ta arı evrimsel bilgisini katarken insan kendine özgü tasarım becerisini, toplumsal bilgisine katar. Nietzsche ise insanın arı gibi ama bilgiye dayanmadan, metafor olarak işe karışan kavramlarla işlediğini savunur: “Görünüş kelimesinden, birçok farklı yönlere çekilebileceğinden dolayı olabildiğince kaçınıyorum; çünkü nesnelerin gerçeğinin ampirik dünyada ‘göründüğü’ doğru değildir.”4
Doğanın düzeni denilen şey, insanların ortaklaştırdığı adlandırmalarla ilgilidir. Herkes farklı dil konuşsaydı ve dünya üzerindeki dillerde karşılık üreterek eşitlenmeselerdi (mesela) doğanın böyle bir bilgiden bahsedemeyecektik. Nietzsche, bu düşünce tarzı ile başka bir çıkarım yapar: Doğa yasaları denilen şeyler bizim açımızdan bilinemez.
“Biz doğa yasasının aslında ne olduğunu bilmeyiz, sadece onun etkilerini biliriz. Yani, bir doğa yasasını, onun diğer doğa yasaları ile ilişkileri dolayısıyla biliriz; bunlar da yine, sadece ilişkiler bütünü olarak bilinebilir. Bu nedenle tüm bu ilişkiler tekrar birbirlerine işaret eder ve özlerinde bizim için baştan aşağı anlaşılmazdır.”5
Zaten bilgi dediğimiz şey nesnelere atfettiğimiz şeylerdir!
Nietzsche, insanların algılarının yanıltıcı olduğunu düşünürken haklıdır; ancak bu yanılgının mutlak olduğu anlamına gelmez. Algılanan, deneyimlenen gerçeğin “özü” değildir; ama gerçeğin bir düzeyidir; Nietzsche, deneyimlediğimiz gerçek değil, derken yanılır. Üstelik insanın dışında, öncesinde ve sonrasında var olan gerçekliği kabul eder. Biyolojik bireyin kişisel algı deneyimleriyle bu gerçeğe ulaşamayacağı konusunda haklıdır; ama toplumsal insanın bunu bilemeyeceği konusunda yanılmaktadır. Bilim bunun için vardır. Nietzsche, ampirik bilgiye dayanan bilimi kabul eder ve onu eleştirmek yerine reddeder. Bilim görünenin ötesindekini tespit eder. Doğanın yasaları bilinemez derken de aynı hatayı sürdürür. Böyle olunca bir ahlaki sorun ötesinde doğru ve doğruya ulaşma çabası Nietzsche’de anlamını yitirir ve “iyi” de kendilerine “iyi” diyenlerin kabulüne dayanır: “’iyi’ sözcüğü, o ahlak soykütükçülerinin batıl inançlarının aksine, hiç de başından beri zorunlu olarak ‘bencil olmayan’ eylemlerle ilintili değildir.”6
Yani Nietzsche’de asillerin ahlakı kendini onaylamadır. Efendi ve köle ahlakı olarak iki karşıt yönelim vardır. Bu asiller-ayaktakımı, güçlüler-zayıflar, sağlıklı-hastalıklı şeklinde karşımıza çıkar. Nietzsche efendinin, gücünün de, köle tinlinin zayıflığının da doğuştan geldiği gibi çarpık bir özcülüğe sahiptir. Efendinin kendini olumlaması, kendi iyi ve kötüsünü belirlemesi kölede bir hınç doğurur. Kölenin hıncı ise bir redde, bir “hayır”a dönüşerek kendi ahlakını üretir. Bu hıncın tek bir ahlaki yönelimi yoktur. Nietzsche, zayıf ve ezilenin pozisyonundan bir ahlaki üstünlük, bir “onlar gibi olmayalım” ahlakı üretilmesine karşı nefretini gizlemez. Öte yandan, şimşek örneği vererek gücün kullanımının verili bir durum olduğunu savunur; “şimşek çaktı” derken şimşeğin adeta bir özne haline getirilmesi gibi gücün dışavurumunun da özne tercihi olmadığını vurgular. “’Eylemci’ eyleme sonradan eklenmiş bir uydurmacadır yalnızca, -eylem her şeydir.”7 Nietzsche, burada özcüdür. İnsanın ‘güç istenci’ tarihsel, toplumsal bir belirleme ile açıklanır. İktidar istencini yaşamın özü olarak yorumlar:
“Kendi başına bir haklılık ve haksızlıktan söz etmek tümüyle anlamsızdır, yaşam özünde, yani temel işlevlerinde yaralayıcı, hırpalayıcı, sömürücü, yok edici olduğu ve bu özyapıdan ayrı düşünülemediği kadarıyla, yaralama, hırpalama, sömürme, yok etme kendi başına ‘haksız’ bir şey olamaz elbet.”8
Üstelik toplumsal veya biyolojik demeden bunu tarihsizleştirir ve evrenselleştirir Nietzsche. Böyle olunca nihilizm meşrulaşır ve çıkışsız bir nihilizm/anti-nihilizm döngüsüne hapsolmaktan başka yol kalmaz. Bu insan öznelerin eylemlerini, değerlerini belirleyen bir durumdur. Nietzsche buna yakın ifadelerde bulunsa da vargıları çelişkili olabilmekte. Nietzsche, efendi-köle ve bu ikiliğe atfettiği sıfatlara ilişkin tarihsizleştirme konusunda tutarsızdır. Zira, ahlakın geneolojisini yaparken tarihsel değişimini arar, inceler. Eski Yunan’dan Yahudilik ve Hıristiyanlığa ahlakın dönüştüğünü teslim eder. Ahlak kabulünün bu dinlerden temellendiğini savunur. Aydınlanma, sosyalizm, bu çerçevede hakikat arayışındaki ateizm Nietzsche’ye göre aynı ahlaki paradigmadan beslenir. Ona göre bu egemen ahlak, köle ahlakını temel alan zayıf tinin ahlakıdır. Bu ahlak asil, güçlü efendinin kendini olumladığı ahlaka bir tepki olarak çıkar ve “özgür istenç”, “vicdan”, “eşitlik”, “suçluluk duygusu” gibi kategorilerle ifade bulur:
“Bürokratların ağırlıkta olmaları hiçbir zaman hayra alamet değildir: tıpkı demokrasinin, savaş yerine hakem mahkemelerinin, kadın eşitliğinin, merhamet dininin yükselişinin ve alçalan yaşamın belirtisi daha ne varsa hiçbirinin hayra alamet olmaması gibi.”9
Tarih bize gösteriyor ki, bu şekilde kurulan ahlaki değerler, bir güç mücadelesi sonucunda muzaffer olunduğunda tersine dönmektedir.
Nietzsche, buradaki eleştirilerini abartıp yer yer özcü, cinsiyetçi eğilimler sergiler. Oysa bir ezilen ahlakı olarak “onlar gibi olmayalım”ın eleştirisinde olduğu gibi, politik bir karşı çıkışı ahlaki doğruculukla örgütlemeye karşı yerinde müdahale imkanları barındırmaktadır. Nietzsche, “insan yorgunu” olduğunu itiraf eder. Yazılarında yer yer açık merdümgiriz yönelimler görülür ve başka türlü bir insanlığa özlem gizlidir bunda. Bu iki aşırı ucun bir arada olması ne ironidir! Ayrıca sadece Nietzsche’ye özgü değil genel bir eğilim olabilir bu. Bu noktada gayet meşru bir soru için oldukça makul bir talep dile getirir: “Bu ya da şu iyilik levhasının ve ‘Ahlak’ın değeri nedir? sorusunun olabildiğince farklı bakış açıları göz önüne alınarak sorulması gerekir; sözgelimi ‘ne için değerli’ bölümü ne denli titizce ayrıştırılırsa azdır.”10 Bu soru ve önerilerin makullüğü Nietzsche’nin cevabından bağımsızdır, o ayrı bir tartışma konusudur. Zira, bir “değerler hiyerarşisi belirlenmesi” görevini filozofun önüne koyar. Evet, Nietzsche’nin önerdiği soru her defasında sıkılmadan sorulsa ve didik araştırılsa keşke. “Doğruluğu” meşru “..meli” “..malı” ve ahlaki kabullerin ne güç oyunları, ne zalimlikler sonucu kabul edildiği ortaya dökülse. “İlksel nihilistik mit, Cennet Bahçesi’nden kovulmuş insanın izleyecek bir kodeks olmadan yaşamını yönetemeyeceği görüşünü savunur. ‘Sorunsuz uyumlu bir yaşamın reçetesi ve yasaya itaat olarak ahlak’ (Bauman)”11
İşte Nietzsche’nin amacı bu rolü üstlenen anlayışın ve kurumların maskesini düşürmekti. Ezilenin reaktif ahlakının karşı bir “iyi ahlak” olarak kurgulanması konusundaki Nietzsche eleştirisini özellikle önemsiyorum. Tarih bize gösteriyor ki, bu şekilde kurulan ahlaki değerler, bir güç mücadelesi sonucunda muzaffer olunduğunda tersine dönmektedir. Hatta örneğin bazı “proleter ahlakı” vazedişlerinde olduğu gibi, bir grup öncünün, partinin vazedişleri egemen ahlaka dönüşüyor. Çilecilikten doğan bazı yüceltmeler, mazlum söylemleri başka türlü manipülasyonlara ideolojik form oluyor. Peki, Nietzsche’nin vurguları bunu fark etmemizi sağlamakla beraber, bize bir alternatif sağlıyor mu? Yukarıda değişmiştik, nihilizm eleştirilirken bir nihilizme çağırma durumu söz konusudur. Güç istencinin ve bununla hareket etmenin “doğuştan gelen” herkese nasip olmadığı söylemlerinin, ya bunu kullanmak ya da buna itiraz etmemek olarak yorumlanmaması için bir sebep yok. Bu Nietzsche’nin çelişkisidir. 19. yy’ın çok farklı yönelimdeki bir başka Alman, Karl Marx, ahlakı toplumsal üretim tarzının yansıması olarak ele alır. Egemen ahlak, sınıf çatışmasını gizlemeye hizmet eder.
Nietzsche’nin savunduğunun aksine eşitlik bir imkandır. Özgürleşme tüm toplum için mümkündür. Bir ahlak sorunu haline getirmeden (ki bazı Marksizmlerin düştüğü bir hatadır bu) politik mücadele ile söz konusudur bu. Ayrıca Marksizmle ilişkilendirebileceğimiz toplumsal mücadelelerin tarihi bize yukarıda değindiğimiz başka bir döngüyü göstermiştir; ezilenin reaktif ahlakı, öncüler nezdinde başka bir egemen ahlaka dönüşmüştür. Sorun öncü-kitle sorunu değildir, muzaffer bir mücadele, öncüler arası başka mücadeleler için bir alan açar (yeni devlet). Bunun galibinin muhayyilesi yeni ahlak vaazının temeli olur. Bunların fark edilmesi bize imkanlar sunmaktadır. Bir politik güç her şeydir şeklinde Makyavelcilik önermiyoruz. Bunun sıkıntıları için de elimizde yeterince veri bulunmakta. Felsefeyi ciddiye almalıyız, bilimden faydalanmayı bilmeliyiz.
Yapıları oluşturanın ve dönüştürenin ne olduğunu kavramalıyız. Bir hareket bu bilinçten müteşekkil değildir ama bunlarla şekillenir. Yine tarih bize hasbelkader oluşmuş politik akıllarını kaybeden hareketlerin nasıl savrulduğunun örnekleri ile doludur. Bunu makul ölçüde kitleselleştirmenin yolunu bulmalıyız. Nedir makul ölçüde kitleselleştirmek? Öncelikle cevabı verilmiş bir soru olmadığını belirtmek isterim. Toplumsal dönüşümler, kusursuz stratejilerin ürünleri değildir. Toplum insanların iradelerinden bağımsız dönüşür, bahsettiğim iradi toplumsal yapı dönüşümleri, yani devrimler. Bunlar ise adeta imkansızlıktır. İrade dışı toplumsal dönüşümlere, iradi müdahaleler kitlelerin örgütlü müdahalesi ile söz konusu olabilir. Ya da o anlar kendi iradelerini oluşturur. Bu anlamda bu tip özgürleşme hareketlerinin yukarıda bahsettiğimiz reaktif ahlak ve yeni muzaffer öncülerin insafına terk edilmiş yeni söylem ve dayatmalara karşı, bir dinamik oluşturmalarıdır. Bu çok zor bir sorudur ve çözülmemiştir. Mümkün olduğunca “doğru” olana yaklaşmak için elimizde yeterince veri vardır. Ancak böylesi bir mücadele ile yapılar dönüşür ve özgürleşme imkanı ortaya çıkar.
Aralık 2018
1 Nietzsche, F.W. “Ahlak ve Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan”, Çev. Abdullah Onur Aktaş, Nietzsche ve Dil kitabından, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
2 Age.
3 Age.
4 Age.
5 Age.
6 Nietzscge F.W. (2011). Ahlakın Soykütüğü, Çev. Zeynep Alangoya, İstanbul: Kabalcı Yayınları, s.19.
7 Age. s.38
8 Age. s.72
9 Age. s.163
10 Age. S.50
11 Diken, Bülent (2009). Nihilizm, Ayrıntı Yayınları, s. 99.