Cemal’in ablası, “Sizler modern kölesiniz!” demişti; yaşadıkları sürekli ablasının bu sözlerini hatırlatıyordu Cemal’e. Köleliğin tarihi inşaatla başlar. Zigguratlardan piramitlere, Çin Seddi’nden Taç Mahal’e, her tür tapınaktan günümüz gökdelenlerine kadar her tür inşaatın, ardında büyük bir sömürü işlemiştir. İster devletler aracılığıyla, ister şirketler aracılığıyla her tür “sıra dışı” inşaatın harcı kanla karılmıştır. Nazım Hikmet, Kan Ter İçinde adlı şiirinde şu dizeleri yazar:
“Yapıcılar türkü söylüyor
Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz zor.
Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl
ama yapı yeri bayram yeri değil.
yapı yeri toz toprak.
Çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur
ellerin kanar.”
Halil İbrahim Çelimli mühendislik yaparken dolaştığı yerlerde tanıştığı işçilerin yaşamından esinle iki roman yazmış. Bunlardan ilki Üç Yüz Adam Saaat[1]. Bu romanda inşaatlarda her türlü sömürü biçimiyle karşılaşmış, köle yerine bile konmamış inşaat işçilerinin hayatından kesitler yanında 1990’lı yıllardan sonra Türkiye’nin geçirdiği siyasal ve ekonomik dönüşümleri de arka planda sahneye koyuyor. Her tür dalavereyle, yüzsüzlüğü girişimcilik saymayla, üçkağıtla… en kısa yoldan para kazanma anlayışının normalleşmesini gösteriyor. İşçilerin “kendilerini daha iyi pazarlayabileceği”, “daha iyi ücretler alabileceği” söylemleriyle uygulamaya konulan taşeronluk sisteminin acımasızlığını gözler önüne seriyor. Parçalanmış ve dağılmış yaşamların huzur bulmasının da ne kadar imkansız olduğunu hatırlatıyor.
Parasızlıktan okuyamayan ve Tunceli’den İzmir’e göçmüş Ali Şan, rafineride taşeron işçi olarak çalışıyor. Rafineri iş güvenliği konusunda çok yetersiz olduğundan bir gün patlamada işçi arkadaşları Kaynakçı Ramazan ölüyor. Televizyonlar patlama haberini sosyeteden birinin aşk skandalı haberinden sonra veriyor, bir işçinin öldüğü söyleniyor ama adı bile söylenmiyor. Başta Ali Şen ve arkadaşı Cemal’in yönlendirmesiyle işçiler protesto amaçlı olarak mesaiye çıkmıyor. Taşeron firma yeterli eğitim vermediği gibi, işçilere dayattığı uzun mesailer yüzünden uykusuz kalan işçiler yüksek dikkat gerektiren bu işlerde dikkat dağınıklığı yaşıyorlar ve sık sık patlama olmakta ve işçiler ölmekte. Birkaç gün önce de tankın içinde üç işçinin ölümü, işçileri hareketlendiriyor. Ancak şantiye şefi Tarkan, işçileri “nankörlük yapmakla” suçluyor. Tam bir patron sevdalısı olan şef, şirket yönetimine, “ hepsinin bölücü komünist olduğunu” söyleyerek “işçi milletinin ağzına sıçmak gerektiğini yoksa çalıştırılamayacaklarını” (s. 23) iddia ediyor. Bütün olanlar üzerine işçiler, zaten hoşlanmadıkları şefi iyi bir benzetiyor.
Taşeron şirket, işe almada daha çok enformel ilişkileri kullandığı için kolay kolay ses çıkaramayan işçiler çoğunlukta. Formen Nejat, Cemal’e “Beğenmiyorsan siktir git, bi sürü işsiz kaynakçı var, Hikmet abinin oğlu olmasan bi dakika tutmam seni.” (s. 28) diye fırçalıyor örneğin.
İşçiler çalışma ortamından ve ücretlerden hiç memnun değiller ancak iş bulmanın zorluğu nedeniyle hem riskli ortama hem de başlarında bulunan şeflerin, formenlerin ağız kokusuna, çiğliklerine ses çıkaramıyorlar. İş çıkışı bir kahveye gidip çay falan içiyorlar. Kahvede Ali Şan’ın şu söyledikleri, işçilerin farkındalığını da gösteriyor: “Esas terör budur. Yılbaşından bu yana iş kazalarından, terör olaylarındakinden daha fazla adam ölmüş.” (s.40). Kahvedeki diğer müşterilerden biri ise işçinin ölüm haberi üzerine “Takdiri ilahi işte!” diyor.
Türkiye’deki çalışmadan pek memnun olmayan işçiler, bir tanıdıkları aracılığıyla Rusya ve çevresinde inşaat işleri yapan bir firma ile anlaşıyorlar. Pazar mesaileriyle birlikte aylık üç yüz adam saatlik bir hak ediş almayı umuyorlar. Onları götüren firma, gitmeden önce sözleşme imzalatacağını vaat etse de bir katakulliye getirip sözleşme de yapmıyor. Rusya’daki koşullar da pek iyi değil; yatak ve yemek çok kötü. Orada işçilerin çoğu, aldıkları parayı da gece hayatında kadınlarla harcıyor. Rusya’daki çalışma ortamı anlatılırken ülkenin kapitalistleşme sürecine değiniyor yazar. Tıpkı Andrey Zvyagintsev’in Leviathan (2014) filminde anlatıldığı gibi bir manzara ortaya çıkıyor orada da. Sovyetler zamanında yönetici elitler, şimdi büyük para babaları (Nomenklatura) haline gelmiş durumda: “Ne zaman geldi tatlı parasıyla kapitalizm, o zaman zengin oldu nomenklatura! Koskaca bir sistemin yetmiş yıllık mahsulü, yeni zenginin tırpanlarıyla hasat edildi.” (s.115). Bahtiyar adlı yaşlı bir Azeri, eski Sovyet sistemini özlediğini söylüyor: “Herkes diploma alıyordu, çalışana iş, ekmek vardı. Kapitalizmde özgürlük var, hani özgürlük, nah sen sikesin böyle azatlığı.” (s.196) diyor.
Rusya’da Şef Yusuf Nazım onlara iyi davranıyor. Yusuf Nazım, durmaksızın not alan ve yazı yazan birisi. Yusuf Nazım, onlara Rusya ve iş hakkında bilgiler veriyor; onlarla sohbet ediyor. Yusuf Nazım, kadınlar konusunda dikkatli olmaları için uyarıyor onları. Cemal, Larissa adında bir kadınla tanışıyor, Larissa yüzünden kavgaya da karışıyor; Yusuf Nazım onu korumak için Türkiye’ye geri göndermeyi düşünse de kavgalı olduğu Rus Saşa, Çeçenistan’da hayatını kurtaran bir Rıza adında bir Türk’e benzediği için affediyor Cemal’i. Zamanla Larissa ile sevgili oluyor Cemal. Larissa’nın annesi, Cemal ile evlenmesini istiyor. Larissa’nın anası, inanmış bir komünist, yeni yaşam düzeninden hiç memnun değil. Lenin’in resmini ayırmıyor yanından; hatta ona bakıp zaman zaman, “Az kaldı, geliyorum yanına!” dediği de oluyor. Larissa ile evlilik fikrine Cemal de sıcak bakıyor ve bir barda düğün yapıp evleniyorlar. Evlenmesine evleniyor Cemal ama pek mutlu değil, bir de kızları oluyor; üstelik Larissa’yı memlekete nasıl götüreceğini düşünüyor. Aradan üç yıl geçiyor, Larissa da iyice dağıtmış, alkol ve uyuşturucu bağımlısı haline gelmiş, barlardan çıkmaz olmuş. Cemal iyice bunalıyor ve kızını alıp Türkiye’ye kaçmayı da düşünüyor. Larissa da bebeği, Cemal’e vermeyi kabul ediyor ama havaalanından bebeği geçirmek çok zor oluyor. Rusya’da adı Marina olan bebek, Türkiye’de Feride oluyor. Cemal, İzmir’de yine rafineride iş bulup çalışıyor ama dikiş tutturamıyor. Kadın, alkol, düzensiz bir hayat ve karıştığı bir cinayet sonrasında, “Bu dünyada yaşanılası bir şey olmadığını” düşünerek intihar ediyor.
Üç Yüz Adam Saat romanında işçilerin kötü çalışma koşulları yanında, taşeron şirketlerde ücretlerinin kesilmesi, zamanında ödenmemesi, ağır ve güvensiz koşulların dayatılması romanda sık sık “modern kölelik” olarak nitelendirilmekte. Romanın dikkat kesildiği nokta, iş kazaları. Bir gazete kupürüne yer verilen alıntıda, “Son on yıldaki 706 bin iş kazasında 10 bin kişi hayatını…” satırları yer alıyor. Bu istatistiki veriler, romanın yazıldığı tarihlerden bugüne azalmış değil daha da artmış durumda. Sonuç olarak Üç Yüz Adam Saat romanına, gerçek yaşamdan esinli bir işçi romanı diye bahsedebiliriz. Aynı zamanda bir dönemin sosyal, siyasal ve ekonomik tarihini gerçekçi hikayelerden ve değinmelerden kavramak mümkün. Daha teknik bir analizde romanın çeşitli tezatlıklar ve karşıt kişilikler üzerinden geliştirildiğini görebiliriz. Bütün Kürtleri bir kaşık suda boğmak isteyen işçi bir yandayken işçilerin çoğunun Kürt olması, Cemal’e “Siz modern kölesiniz” diyen okumuş ablanın sisteme köle olmak yerine dağa çıkması, işçilerden yana tutum takınan okuyup yazan şef Yusuf Nazım’ın karşısında işçileri ezmeye çalışan, patron yalakası Feridun gibi karakterler romanın konusunu başarıyla ortaya koyuyor. Nazım Hikmet’in yukarıda andığım şiirini bitirelim burada:
“(…)
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli
her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak
ne herkes kahraman
ne dostlar vefalı her zaman.
Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı
bu iş biraz zor,
zor ama
yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
alt katlarında.
İlk balkonlara güneş taşıyor kuşlar
kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var her putrelinde
her tuğlasında
her kerpicinde.
Yükseliyor, yükseliyor yapı
kanter içinde.”
Halil İbrahim Çelimli’nin Rusya’da mühendis olarak çalıştığı yılların verimi olarak Üç Yüz Adam Saat romanı ile bağlantılı olduğu anlaşılan ikinci romanı Paraşütçü Tipi Emniyet Kemeri[2]. Bu romanda da ilk romanda yer alan Rusya’ya işçi götüren Malkoçoğlu Şirketi etrafında dönen kişiler ve hayat hikayeleri yer buluyor. Türkiye toplumsallığında 12 Eylül öncesine dayanan kirli ilişkiler, sonrasında da cemaat ve iktidar bağlantılarıyla hızlı yükselen iş adamları, şirketler ele alınıyor. 12 Eylül öncesinde “gominist avlayan” bir ülkücü olarak Feridun Formen, bu ilişkileri sayesinde Malkoçoğlu şirketinde yer edinebilmiş ancak hızlı yükselen şirkette önemsiz bir adam olarak kalmıştır. Özellikle de dağılan Sovyetler bölgesinde önemli inşaat işleri alan şirket, parayı vurdukça sömürme gücünü de artırmış, çoğunda işçilerin parasını zamanında ödememiş, sigortalarını yaptırmamıştır. Feridun Formen de işçiler gibi iş güvenliği önlemi alınmadığı için iskeleden düşmüş ve bacaklarını kullanamaz hale gelmiştir. Sigortası hiç yapılmadığı için sigortadan yararlanamadığı gibi, şirketin para vaatleri de havada kalmıştır. Bunun üzerine, eski ocak reisliği günlerinden arkadaşlarından yardım alarak bir intikam alma ve ders verme planı kurar.
Aldığı borç parayla malzemeler alır, özellikle de paraşütçü tipi emniyet kemeri adı verilen yüksek yerde, iskelede çalışanların güvenliği için işçilerin kendilerini bağladıkları malzemeden alır. Patron Fahrettin’in de olduğu bir yönetim kurulu toplantısını basar ve silah tehditiyle esir aldığı yönetimi paraşütçü tipi emniyet kemeriyle vince asar. İki yıldır alamadığı alacaklarını banka hesabına yatırtır, işçilerin sırtından geçenlere de bir ders vermek ister.
Yazarın bu romanda kurduğu öykü daha zayıf; teknik olarak da fazlaca gereksiz ayrıntılar uzatılmış. Yazarın Türkiye gerçekliğini yansıtma amacı bu tutumun temel nedeni olduğu anlaşılıyor. Üç Yüz Adam Saat romanı, inşaat işçilerinin zorlu iş ve iş dışı yaşamını konu edinirken bu roman, işçilerin sömürüldüğü düzenin ardındaki kirli ilişkileri ve çürümüş insani boyutu resmetmeye çalışıyor. Bu tür bir analizde, kapitalizmin sistemsel mekanizması yerine daha çok kişilerin zaafları, kirlilikleri, budalalıkları temel sorunmuş gibi bir algı da oluşabiliyor. Bir inşaat işçisi olan Robert Tressel, vaktiyle (1910) inşaat işçilerinin romanını yazmıştı: Baldırıçıplak Hayırseverler. Kitabın adından da anlaşıldığı gibi, kitabın temel tezi, inşaat işçilerinin kendi durumlarının farkında ol(a)madıkları, bu yüzden patronlara “iyilik” yapıp durduklarıydı. Oysa sorunların kaynağının insanların/işçilerin bilinçli olup olmayışı değil, sömürü sisteminin yapısal mekanizmaları ve işleyişidir. Bu da en temelde bir mülkiyet sorunudur. Ezilenlerden, sömürülenlerden yana politikanın ve sanatın, bilinç analizleri, gerçekliği önemli şekilde ıskalamalarına da neden olmaktadır.
Bertold Brecht’in Okumuş Bir İşçi Soruyor şiiriyle bitirelim:
OKUMUŞ BİR İŞÇİ SORUYOR
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış?
Yok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.
e
[2] Halil İbrahim Çelimli, Paraşütçü Tipi Emniyet Kemeri, Çhiviyazıları Yayınevi, 2015
[1] Halil İbrahim Çelimli, Üç Yüz Adam Saat, Çhiviyazıları Yayınevi, 2013 \lsd