Binlerce yıldan günümüze kadar gelen insan özellikleri özel mülkiyetçi toplum düzeninin sınırları dahilinde şekillenmiştir. Bu davranış kalıpları, mülkiyetçi düzen ortadan kalktığı zaman, duygu ve düşünüş biçimleri de bambaşka özellikler kazanacak. Sanat da bu şekillenmeye göre yeniden içerik kazanarak, insanın özelliklerini yansıtmaya devam edecek.
Maddenin nasıl katı, sıvı, gaz, plazma… gibi halleri varsa insanın ruhsal dünyasının da sevgi, aşk, nefret, kin, öfke, coşku, hüzün, cesaret, korku, kıskançlık, intikam türünden çeşitli halleri vardır. Her sınıf ve her toplum düzeni bir yandan ihtiyaçları doğrultusunda kendi ilişki biçimlerini yaratırken diğer yandan insanlığın bu evrensel duyuş ve düşünüş şekillerini de yaratır. Binlerce yıldan bu yana süregelen evrensel insan özellikleridir bunlar. Fakat bu ruhsal davranış hallerinin içeriği tarihle sınırlı olmayan, mutlak ve değişmez bir özmüş gibi algılanmamalı. Özcü veya Hegel’de olduğu türden tarihsel bir ereklilik ve insanın bu ereğe göre davranması söz konusu olamaz. Eğer böyle değişmez bir insan özünün varlığından söz edilseydi bu özün insana kim tarafından verildiği sorusu akla gelirdi. İnsanın dışında, aşkın ilahi bir gücün varlığı kabul edilemeyeceği ve tarihin, insandan bağımsız bir ereği olmayacağından dolayı, dışarıdan insana verilerek içselleştirilmiş bir özün varlığından da bahsedemeyiz. “Tarih, insan gerçeğini anlamanın tek yoludur. İnsanın özü değil, tarihi vardır.” diyen İspanyol filozof Ortega Gasset’in söylediği gibi, tarih dışı ve mutlak bir özden sözetmek mümkün değil. Dolayısıyla insanın tüm davranış hallerinin içeriği zamanla sınırlı algılanmak zorundadır.
Kuşkusuz Shakespeare de kendi döneminin bir ürünüdür. Çağının açmazlarını, çelişkilerini, kırılma noktalarını, çökmekte olan ile yeni doğmakta olan düzenin bütün sarsıntılarını tüm renkliliğiyle yansıtır.
Peki, Shakespear’in hala okunur olmasının bu insanlık durumlarının devam etmesiyle ilgisi var mı? Evet var. Shakespear’in aradan geçen 500 seneye rağmen güncel bir gerçek gibi okunmasının sırrı, tarih boyunca şekillenen insan hallerini evrensel biçimde yansıtmasından ileri gelir. Herhangi bir sanat eserinin çağını aşan bir güce sahip olması, binlerce yıla yayılan kimi insanı özelliklerin -bir diğer deyimle tipik olanın- yansıtılması ve bunun evrensel özellikleri göstermesiyle ilgili olduğu biliniyor.
Her edebi yapıt öncelikle kendi çağını yansıtır. Eserin gücü, dönemin dünyasını büyük bir estetik derinlikle gelecek nesillere kavratmasından ileri gelir. Sanatçı bunu becerdiği ölçüde kalıcılaşır ve her yapıt sonraki yüzyıllarda okuyucu tarafından öncelikli olarak dönemin izlerinin arandığı bu bakış açısıyla okunur. Mesela Sophocles’in trajedilerinde Antik Yunan’ın köleci düzeninin izleri bulunabilir ve eserin gücünün bir nedeni de budur. Fakat sanatın işlevi belli bir mekan ve kendi zamanını incelikli bir biçimde anlatmasıyla sınırlı değildir. Bunu da içerecek biçimde, çağını aşacak kestirimlerde bulunması ve insanın binlerce yıldır devam edegelen tipik evrensel özelliklerini yansıtmayı becermesi gerekir. Shakespeare’in gücü tam da buradan gelir. Onun sevgi, aşk, intikam, hile, kurnazlık, vefa, iktidar hırsı… türünden insan halleri soyutlamaları çağının sınırlarını çok aşmıştır. İnsan, onun bu yalın anlatımlarında kendinden bir parça bulabilir.
Kuşkusuz Shakespeare de kendi döneminin bir ürünüdür. Çağının açmazlarını, çelişkilerini, kırılma noktalarını, çökmekte olan ile yeni doğmakta olan düzenin bütün sarsıntılarını tüm renkliliğiyle yansıtır. Marx, Shakespeare’in, toplumsal yaşamdaki kimi yeni görüntülerin esaslı hatlarını nasıl isabetli bir şekilde nitelemeyi becerdiğine hayrandır. Gerçekten de Shakespeare bir geçiş dönemi yazarıdır. Toprak aristokrasisinin çözüldüğü, ticaret ve manifaktür sanayinin gelişmeye başladığı bir dönüşüm sürecidir o. Coğrafi keşiflerin insanlığın önüne yeni ufuklar açtığı, Rönesansın olgunlaştığı ve peşi sıra dinsel reformların başladığı, felsefenin dinden ayrışmaya başladığı bir çağ. 17. yüzyılda bilimdeki sıçramaya temel teşkil eden Copernicus, Brahe, Kepler ve Galileo’nun bilimsel saptamalarının, F. Bacon’un deney ve gözlem yönteminin dinsel doğmaların yerini aldığı ve yüzyıllardır hakim olan Ptolemeus’un dünya merkezli evren algısının yıkıldığı yepyeni bir çağ. Toprak soyluluğu, kilise otoritesi ve şövalyelik yıkılmaya yüz tutarken, yerine, burjuvazinin doğmakta olan üretim ilişkilerini dayattığı bir çağ. Shakespeare’in trajedi ve komedi gibi birbirinden apayrı alanlarda eserler vermesinin nedeni de herhalde bu geçiş döneminin tanıklığından ileri gelir. Fakat Shakespeare, çöken bir sınıf ve onun toplum-insan ilişkilerinin ağır hüznü altında ezilmemiş, yeni doğan düzeni de bütün görkemiyle yansıtmayı becermiştir. Cervantes de aynı yılların yazarı. Fakat Cervantes çağının alt-üst oluşunu sadece Don Kişot’la traji-komik biçimde yansıtırken, Shakespeare aynı zamanda yaşanan kırılmanın bir diğer yanı olan trajik boyutunu yansıtmayı da bilmiştir.
Shakespeare’in eserlerinde, hem çağının insanlık durumları hem de sonraki yüzyılların insanlarıyla her seferinde yeniden ilişki kurabilmesini sağlayan evrensel insan soyutlamalarının izleri bulunabilir. Romeo ve Juliet’te “aşk”ı; Othello’da “kıskançlık”ı; Julius Sezar’da “tiranlık ve iktidar çatışması”nı; Macbeth’te “yazgının kaçınılmazlığı, insanın hırsı için göze aldıkları ve bunun sonucunda içten içe kemiren pişmanlık”ı; Kral Lear’da “vefa, vefasızlık ve doyumsuzluk”u; Hamlet’te “iktidar kavgası-intikam arzusu” ve “halüsilasyonlar içinde kıvranan insan’ı; Yanlışlıklar Komedyası’nda “insanın komiklikleri’ni; Kuru Gürültü’de “hem romantizmi hem komikliği”; Hırçın Kız’da “kadın erkek ilişkileri”ni… bulabiliriz. İnsana ait bu haller derinleştirilmeksizin ve hatta karikatürize denilebilecek düzeyde, abartılı biçimde anlatılmıştır. Öyle ki bu abartmalar, sanat aşırılıkların ürünüdür, tezinin ete kemiğe bürünmesi olarak değerlendirilebilir. Ama Shakespeare’ın bu eserleri uçlaştırarak yazması onların edebi değerini azaltmaz. Çünkü sanatta önemli olan insanı anlatmaktır ve Shakespeare, diğer bütün faktörleri ihmal edip, insanı ve hallerini, çıplak biçimde öne çıkartarak anlatmayı becermiştir.
Özel mülkiyet düzeni var oldukça insan halleri, zaman geçse de fazlaca değişmeyecek. Çünkü “çalmayacaksın” türünden ahlak kuralları mülkiyetçi sistemde geçerliliğini koruyacak.
Shakespeare’in yerel olanla ve zaman-mekanla kurduğu ilişki, mesela bir 19. yy. klasik romanlarıyla karşılaştırırsak, daha sınırlıdır. Eserlerinde gerçeği, yerelin sınırlılığından büyük ölçüde kopartarak neredeyse tarih dışı denilebilecek düzeyde ve evrensel olan özellikleri öne çıkartarak ifade etmiştir. Zaman ve mekandan görece bağımsızlığı, onun eserlerinin güncelliğini korumasının sebeplerinden biridir. Fakat bu durum onun gerçekle hiç ilintisi yokmuş gibi algılanmasına neden olmamalı. Shakespeare’i, Antik Yunan trajedilerinden ayıran önemli yanlarından biridir bu. O trajedilerde ilahi güçler ve mitlerin rolü fazladır. Shakespeare’in trajedilerindeki esin kaynağı ise feodal soyluluğun çöküşü ve yeni bir düzenin doğuşunda somut insanın yaşadığı çöküntü ve coşkunun gerçekliğinden gelir. Rönesans döneminde Antik Yunan ve Latin geleneğinin klasiklerine uygun eserler verilirdi. Fakat Shakespeare o formları olduğu gibi taklit etmedi. Eğer bunu yapsaydı eserleri günümüzle daha zor ilişkilendirilirdi. Shakespeare gerçeğe bağlı kaldı ama bunu hiçbir zaman yerele sıkıştırarak, zamana ve mekana hapsederek yapmadı. Eserlerinde kurgu hep oldu ama gerçekle ve evrensel olanla ilişkisini koparmadan yaptı bunu.
Özel mülkiyet düzeni varoldukça insan halleri, zaman geçse de fazlaca değişmeyecek. Çünkü “çalmayacaksın” türünden ahlak kuralları mülkiyetçi sistemde geçerliliğini koruyacak. Fakat geleceğin toplumlarında, mülkiyet toplumsallaşacağı için “çalma” durumunun maddi koşulları zaten kendiliğinden ortadan kalkacak. Dolayısıyla böylesi bir ahlak ilkesi gereksizleşecek. Ama insanlık o toplum biçimlerine ulaşıncaya dek kimi özellikleri değişmeyecek. Shakespeare belki de insanın bu geçici hallerini, özcü bir biçimde yaklaşıp değişmez gerçekler gibi algılayarak anlattı. Ama bu zemin, yerini yeni bir düzene bırakınca Shakespeare’in yüzyıllardır okunageldiği biçimde okunmayacağı büyük bir olasılık. Çünkü o dönemin insanları, Shakespeare’de anlatılan insanlık hallerinde kendilerine ait çok daha az özellik bulacaklar.