“Hayat yaşandığı kadardır…
Ötesi ya hatıralarda bir iz,
ya da hayâllerde bir umuttur.”[1]
Zor; hem de pek zor(lu) günlerden geçtiğimiz; zamanın ruhunun da böylesine biçimlen(diril)diği güzergâhtayken; işlerin iyi gitmediği bir “sır” değil…
‘Schindler’in Listesi/ Schindler’s List’ filmindeki, “Karanlıktaysan gölgen bile seni yalnız bırakır,” repliğinle veya Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Belirsizlik, en kötü ihtimalden daha acı vericiydi,” diye betimlediği bir hâl yaşa(tıl)dığımız…
Hani “Bu dönemde çıkan günlük gazeteleri okuyup, dar kafalı bürokratların palavralarını dinleyince, insan bir sürü deliyle bir akıl hastanesine kapatılmış olduğunu sanıyor ve dehşete kapılıyor,”[2] denilen; ya da Jean Baudrillard’ın “Artık toplumsallaşmayı belirleyen şey kuramsal sınırlar değil, haber miktarıyla iletişim araçlarının karşısında geçirilen saatlerdir,” saptamasıyla vurguladığı üzere…
Bir cinnet bu!
Hem de Boris Vian’ın, “Biri çıksa hani.. Ve her şey bir gün çok güzel olacak dese.. Ne olur sanki?” tepkisini sonuna dek hak edeninden…
Bu kadar da değil! Ötesi, fazlası da var!
Ama bunlar bile fazlasıyla yetiyorken; en iyisi “Kendi düşlerini anlat,/ ötekinin düşlerini dinle/ Başka nasıl kurulur yeni bir dünya?” dizelerini anımsamak Ahmet Oktay’ın…
Sonra da Franz Kafka’nın, “Bir gün, her zaman yaşadığınız günlerden birine uyanmama ihtimalinizi düşündünüz mü hiç?” sorusunun yanıtı hayâl etmek…
Bu yani başka bir yaşam mümkün; yeter ki isteyip, diyetini ödeyerek; kendi tarihimizi yapalım…
Yeter ki Lev Tolstoy’un, “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir,” cümlesindeki gerçeği idrak edebilelim…
* * * * *
Tam da bunun için kulaklarımda Rosa Luxemburg’un, “Okuyor musun? Okumalısın, sana yalvarırım! İnsan aklını ve sinir sistemini ancak böyle koruyabiliyor,” uyarısı çınlayıp duruyorken; aforizmalardan bugün(ümüz)e dersler çıkarmaya çalışıyorum.
Sorunun kimilerinin çözümü göremeyişi; kimilerinin de sorunu tarif edemeyişi olduğu koordinatlarda; “Dünya kötülük yapanlar yüzünden değil seyirci kalıp hiçbir şey yapmanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir,” uyarısıyla Albert Einstein’ı anımsamamak mümkün mü?
Ya “İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir,” diyen Lev Tolstoy’u; ya da “Bir türkü söylediler, duydunuz mu../ Bir kuşu vurdular, gördünüz mü../ Böyle neden susuyorsunuz böyle/ Güzelliğiniz çoğalıyor, öldünüz mü?” sorusunu dillendiren Özdemir Asaf’ın dizelerini…
* * * * *
Wilhelm Reich’ın, “Bir insanı ele geçirmek için bencilliğine hitap etmeniz yeterlidir,” saptamasındaki üzere olağanüstünü “olağan” diye dayatan cinnetin (vahşet ya da yabancılaşma; ne derseniz deyin!) orta yerinde “Yavaş yavaş ölürler/ Alışkanlıklarına esir olanlar,/ Her gün aynı yolları yürüyenler,/ Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,/ Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,/ Bir yabancı ile konuşmayanlar,” dizeleriyle herkesi uyaran Pablo Neruda haksız olabilir mi?
Hem de çok önceleri Ronald David Laing, “Normal dediğimiz şey baskılamanın, inkârın, bölünmenin, yansıtmanın, içe atmanın ve yaşantı üzerindeki diğer tahripkâr eylemlerin bir ürünüdür. Varlığın yapısına toptan yabancılaşmadır,” demişken…
* * * * *
Görmek yetmez, kavramak gerek: “Bugün” dedikleri “olağan”, “Doğruyu güçlü kılamayanlar ‘güç’e ‘doğru’ dediler,”[3] tarifindeki zorbalıktan başka bir şey değildir.
“Ne zaman insanların arasına çıksam daha az insan olarak geri dönüyorum”; [4] veya “Düşüncesizlik, günümüz dünyasında her yere girip çıkan garip bir misafirdir”;[5] ya da “Zamanımız böylelerine hayran işte, böyle günün türküsünü çığıranlara! Gösterişler, kırıtmalar altında köpüğe benzer boş bir beyin. Bununla en parlak, en ince görüşlü insanların ağzından girip burnundan çıkmayı becerirler. Oysa içlerini yoklarsanız, bir üfürmede su kabarcıkları gibi patlayıverir neleri varsa,”[6] türünden görüngüler üreten söz konusu zorbalık karşısında “tevekkül” yerine; “Canavarlar cehenneme gidecekmiş; cehennem yaptıkları kötülüğü, mahvettikleri hayatı geri getirebilir mi?”[7] sorusunu yaygınlaştırılmalı…
Evet, soru(n)ları yüksek sesle haykırmak gerek!
Çünkü José Saramago’nun, “Bence insanlık bir akıl hastalığına tutulmuş durumda ve bu hastalık onları söylenen bütün saçmalıklara inandırıyor”…
Çünkü Søren Kierkegaard’ın, “İnsan kendisini sessizce kaybeder. Kaybettiği başka her şeyi fark eder kendini kaybettiğini anlayamaz”…
Çünkü Ahmet Erhan’ın, “Bıçağın kemiğe dayandığı yerlere geldik/ Kanayan bir yerimiz de yok/ Alışkanlıktan tütün basıyoruz her yanımıza”…
Çünkü La Edri’nin, “Biz, ‘Hayır’ demeyi, ‘olmaz’ demeyi beceremeyen insanlarız… Yorgunluğumuz bitmez bizim,” betimlemelerindeki bir karanlık bu…
* * * * *
Söz konusu karanlığın yaygınlaştırdığı, “Yuvarlanan bir taşı hayâl et. Bu bize özgürlüğü anlatmaz,”[8] türündeki edilgenliğin orta yerinde olmak meselesi müthiş önem kazanıyor.
Tam bu noktada doğruda durmanın ve yapmanın felsefesine mündemiç olmak için öncelikle, Sokrates’in, “Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan, işe önce kendisinden başlamalıdır,” uyarısı kulağa küpe edilmeli ve “Herkes doğru insanı bulmak ister, yanılmamak için. Oysa kimse uğraşmaz, doğru insan olmak için…” diyen Sigmund Freud’a kulak verilmelidir.
* * * * *
Olmanın da, mücadelenin de sorunu burada boy veriyor.
O hâlde “Ne yapmalı” mı?
Öncelikle, Karl Marx’ın, “Biçimi ne olursa olsun, toplum, insanların karşılıklı eylemlerinin ürünüdür. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte asla özgür değildirler. Üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, ticaretin ve tüketimin belirli bir biçimini bulursunuz. Üretimin, ticaretin ve tüketimin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, buna denk düşen bir toplumsal düzen, buna uygun bir aile, bir zümre veya sınıf örgütlenmesi, tek sözcükle, buna denk düşen bir ‘sivil toplum’ (société civile) bulursunuz. Böyle bir toplumu alırsanız, buna denk düşen ve aslında toplumun resmi görüntüsünden başkaca bir şey olmayan ‘politik devlet’i (état politique) bulursunuz,”[9] uyarısını “es” geçmeden; kendi köklerimize, mücadele tarihimize tutunarak; sert rüzgarların göğüs germeliyiz.
Gelenek(imiz)e de, geçmiş(imiz)e de sahip çıkmakta hiçbir tereddüde düşmeden; “Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur,”[10] gerçeğine sarılmalı ve “- Niçin kaybolmuş fotoğrafları arıyorsun? Elinde bir makinen var.
– Görüyorum.
– Yeni fotoğraflar çeksene. Hatta o kaybolan fotoğrafları.
– Ama onlar hayâllerimdi…”[11] biçiminde nostaljilere saplanıp kalmamalı…
Evet, tam da böylece geçmişin/ hataların, yeni keşiflere açılan kapılar olduğunu bilinciyle (ve de abartmadan!) geride bıraktığımız köprüleri yıkma cesaretiyle ilerlemekten başka çaremiz olmadığını görelim, gösterelim…
Geri dönüşlerin, kaçışların, yaşama karşı işlenen suç olduğundan şüphe duymayan bir cesarete sarılmak ve Friedrich Nietzsche’nin, “Cevapları, diz çökerek ve gözleri kapalı arayanlardan daha cahil ve işe yaramaz insanlar yoktur,” uyarısını not etmek gerek!
* * * * *
Şimdi ayağa kalkma zamanı; hem de “Ya şimdi ya hiç” kararlılığıyla Özdemir Asaf’ın, “Kalmak Türküsü”nü terennüm ederek:
“Söyleyecek sözü olan anlatsın/ İsterse içine yalan da katsın/ Yeter ki kendinden, bizden söz etsin/ Yalanı doğruyu sezer gideriz/ Neler gördük neler bu güne kadar/ Daha gidilecek yerlerimiz var/ Bizi buralarda unutamazlar/ Kalacak bir türkü söyler gideriz.”
Evet, şimdi akıntıya karşı kürek çekme zamanı hem de; Samuel Smiles’in, Herkes akıntıyla birlikte yüzebilir, ancak cesaretli olanlar akıntıya karşı yüzmeyi deneyenlerdir”; Zora Neale Hurston’un, “Annem her fırsatta çocuklarına güneşe doğru zıplamalarını öğütlerdi. Güneşe ulaşamazdık ama hiç olmazsa ayaklarımız yerden kesilirdi”; Farid Farjad’ın, “Güzel konuşmak, ince düşünmek, hâlden anlamak, sevmek, düşeni kaldırmak, ağlayanı güldürmek, hep bedava biliyor musunuz?” uyarıları eşliğinde düşünceye hayatiyet katanın davranış, eylem (ve eyleminde karakter(imiz)) olduğunu unutmadan yani bir şey yapmazsak hiç kimse olamayacağımız bilerek…
Ve de Josip Broz Tito gibi, “Kimsenin bir şeyini istemiyoruz, bizim olan hiçbir şeyi vermiyoruz,” deyip; Martin Luther King’in “Her şeyin sonunda düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini hatırlayacağız,” haklı uyarısının da altını ısrarla çizerek!
* * * * *
Bunları yapabilmek için “Kendimiz”den başka çaremiz yok; tıpkı şairin dediği gibi, “Çaresiz değilsiniz, çare-SİZ’siniz!”
Hatırlamakta fayda var!
Hermann Hesse’nin, “kendi kafasıyla düşünemeyecek ve kendi kendisinin yargıcı olamayacak kadar rahatını sevenler, yasaklara olduğu gibi boyun eğerler”; Harper Lee’nin, “Başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim”; Mahatma Gandhi’nin, “Vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım,” uyarıları bizim/ kendimizin yapmak eylemine/ davranışına mündemiçtir.
* * * * *
“Eylem/ davranış” dedik…
Bu konuda “Her şeyi çok ciddiye alıyordum, sanki ölümsüzmüşüm gibi,” diyen Jean Paul Sartre’ın içtenliğiyle ve Franz Kafka’nın, “Olmamasına razıyım. Oluyormuş gibi olmasın yeter,” kesinliğiyle; Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Asıl mucize kendine inanmaktır; sonrası hep olağan şeyler” ya da Walter Bagehot’un, “Hayattaki en büyük zevk, insanların yapamazsın dediği şeyi yapmaktır,” aforizmalarını hayata geçirmek ve başka türlü bir yaşamın mümkün olduğunda ısrar gerek…
Kolay mı? Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu?” sorusuyla karakterize olan kapitalist cinnet dünyasında; “Denizi seviyorsan dalgaları da seveceksin. Korkarak yaşarsan yalnızca hayatı seyredersin,” Friedrich Nietzsche’nin saptamasına hak vermemek mümkün mü?
Oscar Wilde’ın, “Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur”; Andre Gidé’in, “Hayat yaşla değil, yaşamakla anlaşılır,” deyişi eşliğinde değil elbette!
* * * * *
Ölümün ve iktidarın karşısında başka türlü var olmak imkânsız…
Hem de Lucius Annaeus Seneca’nın, “Ölümün çevresinde koparılan yaygara ölümün kendisinden daha çok korkutur”ken; ve Bertolt Brecht’in ifadesiyle, “Karnını doyuranlar, açlara seslenip gelecek güzel günlerden bahsediyor”ken; ve de Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Bir katilden daha câni insanlar gördüm. Umudumuzu öldürenleri gördüm… Herkesi öldürüyoruz, sevgili dostum. Kimini kurşunlarla, kimi sözlerle, kimini yaptıklarımızla ve kimini de yapmadıklarımızla,” sözlerindeki üzere…
Üstüne üstülük: “İnsanları baskı altında tutmak, kalıcı olan tek felsefedir. Korkudan ve kölelik düzenine duyulan saygıdan kaynaklanan o teslimiyet var ya, azizim,” dedi Marki ve tavana bakarak devam etti. ‘Şu çatı, başımızın üzerinde durarak gökyüzünün içeri girmesini engellemeye devam ettikçe, köpekler de kamçıya itaat etmeyi sürdürecektir’,”[12] gaddarlığıyla burun burunuyken!
* * * * *
Yine ve yeniden başlamak zorundayız; hem de süreklilik içindeki kopuş cüretiyle…
Tamam, soru(n)lar da, sıkıntılar da bir hayli çok ve çoğalıyor da!
İşlerin iyi gitmediği de “sır” falan değilken; şimdi “Yeni bir keşif için yeni yerler değil yeni gözler gerekir,” diyen Marcel Proust’a…
Ya da “Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar,” saptamasıyla Nelson Mandela’ya…
Veya “Dünya herkesi kırar; ve sonra, bazıları işte o kırık yerlerinden güçlenir,” uyarısıyla Ernest Hemingway’a kulak vermek gerekiyor…
* * * * *
Bizi, “İnsan” kılan en önemli özekliğimizin ısrar ve tutku olduğunu bilmeyen var mı hâlâ?
Bu böyleyse; insanın en zorlu düşmanın da, kendi zayıflığı olduğu kuşku götürmez!
Ayrıca düşünebilen herkesin insan olması, insan olan herkesin düşünebildiği manasına gelmiyorken; Jean Paul Sartre, “İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir”; Lev Tolstoy da, “Bozulduğu zaman insandan daha korkunç bir yaratık yoktur,” diye ekliyor.
Şimdi üzüntü, kayıtsızlık, iç çekiş ve köşeye çekilme zamanı değildir!
Evet, “İnsanın varoluş biçimi dramdır, çünkü dünyada kendi seçmiş olmadığı bir yaşantının ortasına atılmış bulur kendini insan, üstelik her an önündeki değişik olanaklardan birini seçmek, yaşıyor olabilmek için bir şeyler yapıp yakıştırmak konumundadır.”[13]
Ancak bilinmez de değil: “Bir insanın canı ne kadar sıkılıyorsa, o denli farkındadır kendisinin.”[14]
Ayrıca “İnsanı, kendi üzüntüsü kadar yenilgiye uğratan bir başka şey yoktur,” diyen Amin Maalouf’a eklerler “Her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçludur,” diyen Voltaire ve “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın,” çığlığıyla Lev Tolstoy ve de “Ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa; ama gülebilmek için birini ağlatma ve çıkarların için hiç kimseyi satma!” bilgeliğiyle Honoré de Balzac…
* * * * *
O hâlde Martin Heidegger’in, “Şu düşündürücü çağımızda, daha da düşündürücü olan, bizim hâlâ düşünmüyor olduğumuzdur”; ve Haruki Murakami’nin “Haddinden uzun düşünmek, hiç düşünmemiş olmaktan farksızdır”; ve de Theodor W. Adorno’nun, “Düşünmeyi sevmemek çok geçmeden düşünmeyi becerememeye dönüşür,”[15] uyarıları eşliğinde daha fazla düşünmek; düşünmekle yetinmeyip görmek ve bunlarla birlikte çoğalarak eylemekle mükellefiz…
Bakmanın yetmediği; görmenin gerektiği mükellefiyet konusuna gelince; Carl Gustav Jung’un, “Hayatta en acıklı şey, bir insanın problemin kendinden kaynaklandığını görememesidir”; Frantz Fanon’un, “Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım, zamanla sizin kendinize onların gözüyle bakmanızı sağlamalarıdır,” deyişleri müthiş yararlı ve zihin açıcıdır…
Bu kadar da değil! William Shakespeare’in, “Pırlantaların en değerlisini içimde taşıyorum, o da vicdanımdır,” değere duyulan gereksinime de; en az Paulo Coelho’un, “Asla vazgeçme. Unutma ki anahtarlıktaki son anahtar, her zaman kapıyı açan anahtardır,” biçiminde ifade ettiği umut kadar “olmazsa olmaz”ken; ilkeli bir tavır da vazgeçilemezdir…
Albert Einstein’ın, “İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemi değil, prensipleri ve inançlarıdır”; Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in, “Kişilik, sayın bayım, en önemlisi budur işte: İnsanın kişiliği bir kaya gibi sağlam olmalıdır, çünkü her şey onun üzerine bina ediliyor”; Edward Young’un, “Bir insanın en büyük sermayesi, taviz vermediği karakteridir,” diye tarif ettikleri ilkesel kişiliklilik; bir bağlanma biçimidir ki; bunu da en iyi Stefan Zweig’ın, “Özgürlüğün yolu tüm dünyaya karşı tek başına kalmak bile olsa kendi inancına bağlı kalmaktan geçer,” deyişi tanımlar…
Bu da risk almasını bilen; Thomas Stearns Eliot gibi, “Sadece fazla ileri gitme riskini göze alanlar ne kadar ileri gidebileceğini öğrenir,” diyebilen hayâlperest cüretkârlıkla mümkündür…
* * * * *
Sakın ola, “Hayâl” deyip geçmeyiz!
Victor Hugo’nun, “Yokluklar hayâllere engel değildir”…
David Hume’un, “Hiçbir şey, insanın hayâl gücü kadar hür değildir”…
Virginia Woolf’un, “Bir hayâli öldürmek, bir gerçeği öldürmekten daha zordur”…
Charlie Chaplin’in, “Eğer korkmazsan yaşam harika olur. Gerekli olan cesaret, hayâl gücü”…
Hannah Arendt’in, “Hayatı, hayâl gücünde tekrar etmeden tam anlamıyla yaşamak mümkün değildir”…
Mark Twain’ın, “Hayâllerinizi küçümseyenlerden uzak durun! Ruhu küçük insanlar başkalarını da daraltmak, azaltmak ister… Dün kurulan hayâller bugünün mücadelesi, yarının umududur,” demeleri boşuna değildir asla…
Thomas More’nun, “Eğer onur kazançlı olsaydı herkes onurlu olabilirdi,” notunu düştüğü her onurlu insanın vazgeçilmezlerindendir cüretkâr hayâller…
Onlarsız yani cüretkâr hayâller olmadan hayatta kalıcı izler bırakmak, dünyayı değiştirme eyleminin parçası olmak olası değilken; Ralph Waldo Emerson’un, “Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, yol olmayan yerden gidin ki; ardınızda bir iz bırakın,” uyarısına uygun bir duruş da; Tony Morrison’la birlikte, “Uçmak istiyorsan, seni aşağı çeken her şeyi bırak,” diyebilen bir iradeden yoksun olamaz!
Kimileri buna “Delilik” diyebilirse de, bunu ciddiye almayınız. Çünkü Bernard Shaw’ın, “Bize bir kaç deli gerek, şu akıllıların yol açtığı duruma bak!” diye tarif ettiği bugünde; “İçinde bir tutam delilik olmayan hayat eksik bir hayattır,” diye seslenir Paulo Coelho hepimize!
* * * * *
Buraya kadar değindiklerimiz aslî ekseni; Sigmund Freud’un, “İnsanların çoğu özgürlüğü gerçekten istemezler; çünkü özgürlük sorumluluk gerektirir ve insanların çoğu da bundan korkar,” notunda açığa çıkar; aslolan özgürlüklerimize sahip çıkabilme sorumluluğumuzken; “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter,” diye seslenir Nelson Mandela hepimize/ herkese!
Özgürlükten mi söz ediyorsunuz? O hâlde Epictetus’un, “Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bu günden başlamıyorsun?” uyarısı eşliğinde her gün hayata cüretle yeniden başlamakla mükellefsiniz…
Bunun için “ateşli bir sabır”a yani “ısrar”a muhtaçsınız; malum: “Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına,” der Pablo Neruda…
Özgürlük; sadece bir “iddia”yla sınırlı değil; yapabildiğimiz/ eyleyebildiğimiz kadardır…
Yoksa “beklemek”le betimlenen, Andrey Tarkovski’nin, “Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti,”[16] tarifindeki açmaz değil…
* * * * *
Tamamlıyorum: “Hâlâ yalan içinde yaşayan, yalanın içinden doğruya doğru uzanmaktan fazla bir şey yapamaz”ken;[17] Pablo Neruda’nın, “Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelişini engelleyemezsiniz,” ısrarıyla; Bob Marley gibi, “Artık hep hayâl ettiğimiz yeni bir başlangıcı değil; hiç düşünmediğimiz mutlu bir sonu istemeliyiz”; ve Jean Jacques Rousseau ile birlikte, “Beni mutsuz kılmak için dışlayarak yalnız yaşamaya mahkûm eden insanların, mutluluğuma benden çok hizmet ettiklerini gördüm,”[18] diyebilmeliyiz…
Anton Çehov’un, “İçinde yaşadığınız evren ile içinizde yaşattığınız evren arasında kurabildiğiniz bağ kadar mutlu olursunuz,” gerçeğinin altını çizerek Hilmi Yavuz’un, “ne zaman diye sorma,/ ne zaman yaprağın fetreti gülün kıyamına/ gülün kıyamı ağacın isyanına dönerse/ işte o zaman”; ve Birhan Eroğlu’nun, “İnsanlığa dair ne varsa,/ oradan başlayalım bu sabah,” dizeleriyle noktalayalım satırlarımızı…
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 209, Aralık 2018…
[1] Pablo Neruda.
[2] Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, Çev: Selma Türkis Noyan, Kaos Yay., 2013.
[3] Blaise Pascal, Düşünceler, Çev: İsmet Zeki Eyüboğlu, Say Yay., 2005.
[4] Irvin D. Yalom, Bugünü Yaşama Arzusu, Çev: Zeliha Babayiğit, Pegasus Yay., 2017.
[5] Martin Heidegger, Olmaya Bırakılmıştık, Çev: Mesut Keskin, Avesta Yay., 2013.
[6] William Shakespeare, Hamlet, Çev: Yeşim Mısırcı, Paraf Yay., 2011.
[7] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev: Nihal Yalaza Taluy, İş Bankası Kültür Yay., 2007.
[8] Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Çev: Ulus Baker, Kabalcı Yay., 2008.
[9] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.26-27.
[10] John Berger, Görme Biçimleri, Çev: Yurdanur Salman, Metis Yay., 1999.
[11] Ferit Edgü, Leş, Sel Yay., 2010.
[12] Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi, Çev: Meram Arvas, Can Yay., 2011.
[13] José Ortega y Gasset, Sistem Olarak Tarih, Çev: Neyyire Gül Işık, İş Bankası Kültür Yay., 2011.
[14] E. M. Cioran, Gözyaşları ve Azizler, Çev:İsmail Yerguz, Jaguar Kitap, 2015.
[15] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev: Ahmet Doğukan-Orhan Koçak, Metis Yay., 2005.
[16] Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, Çev: Mazlum Beyhan, Agora Yay., 2018.
[17] Ludwig Wittgenstein, Kesinlik Üzerine + Kültür ve Değer, Çev: Doğan Şahiner, Metis Yay., 2009.
[18] Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri, Araf Yay., 2012.