“ At izinin it izine karıştığı” coğrafyamızda “kafalar” çok karışık. Çoğu zaman karşımıza çıkan gerçekliği görünen ilk haliyle kabulleniyoruz. Hâlbuki gerçekliğin birçok yüzü var. Üstelik sadece bu da değil. İlk haliyle gördüğümüz, çoğu zaman yanıltıcı oluyor. Bizi yanlışa çekiyorlar, sadece görmemizi istedikleri kadarını bize gösteriyorlar. Bundan dolayı, hem iç hem de dış coğrafyada sadeleşmeye ihtiyaç var. Görünenin ardındaki gerçekliğe gözümüzü dikmemiz şart. Böyle olmadığı takdirde yanlış hedeflere veya hemen gözümüzün önündeki hedeflere kilitleniyoruz. Görünenin ardındaki ve asıl hedef haline getirilmesi gereken bu durum da silikleşiyor, kendini saklayabiliyor. Çoğu zaman “bataklıkla değil sineklerle uğraşma” durumu yaşanıyor.
dağın öte yüzü
En büyük yanılsama bölgedeki bütün geriliklerin-gericiliğin-işgalin kaynağı olarak IŞİD’ın görülmesidir. Her kötülüğün kaynağı IŞİD’mışçasına bir yaklaşım, IŞİD’ın arkasındaki asıl tehlikeyi gizliyor. Çok açık, birkaç yıl öncesine dek IŞİD yoktu. O zaman El Kaide vardı. Ondan önce Taliban… Demek ki, olayların daha dibine bakmak gerekiyor. Net olarak söylemek gerekirse; Ortadoğu’daki gerçek işgalci güç, bütün geriliklerin/gericiliklerin/tarihsel düşmanlıkların asıl sebebi/kaynağı “Emperyalizm”dir, en başta da “ABD emperyalizmi”. İdeolojik olarak selefi İslam’ın önünü açan, İslam’ı oryantalist bir bakışla IŞİD’a indirgeyen, İslam’ın akıl-bilim-felsefe ile bağının kopmasını sürekli hızlandıran, “Arap Baharı”nı rayından çıkaran, “sınırları” değiştirerek “ulus devletleri” parçalayan, halkları birbirine düşman eden, mezhepsel ayrımları çatışmaya dönüştüren, bölgedeki S. Arabistan, Katar, İsrail türünden devletleşmiş gericilikleri besleyen, Irak ve Suriye’yi işgal eden, yer altı ve yerüstündeki bütün doğal varlıkları talan eden, IŞİD ve “El Nusra”, “Ahraruş Şam” türünden bütün gericilikleri örgütleyen ve sonrasında bu örgütleri en başta Kürtler olmak üzere bölge halklarının üzerine saldırtan esas güç ABD Emperyalizmi’dir.
“ At izinin it izine karıştığı” coğrafyamızda “kafalar” çok karışık. Çoğu zaman karşımıza çıkan gerçekliği görünen ilk haliyle kabulleniyoruz. Hâlbuki gerçekliğin birçok yüzü var.
Modern dönemlerde emperyalizmin bölgeye saldırısının tarihi 18. yy’a dek uzanıyor. Son iki yüz yıldan bu yana bölgemiz sömürgeciliğin/emperyalizmin işgal alanına dönüştü. Napolyon Bonapart’ın, İngilizler’in Akdeniz’deki ve “Doğu” ticaret yolları üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için Mısır’ı işgal etmesi ardından bölge, emperyal güçlerin kapışma alanına dönüşmeye başladı. İngilizler için Hindistan’ın işgal edilmesi ardından en kısa yoldan Hindistan’a ulaşabilme kaygısı Ortadoğu’ya olan ilgilerini arttırdı. Geç kapitalistleşen ve bundan dolayı paylaşım çatışmasına geç giren Almanya ise bölgeye “Bağdat-Berlin Demiryolu Projesi” ile girdi. Sonrasında 19. yy’da petrolün bulunmasıyla birlikte emperyal güçler arasındaki çatışmalar sertleşti, bölgenin sömürgeleştirilmesi derinleşti. O günden bugüne işgalci emperyal güçler değişti ama Ortadoğu’nun talan edilmesi süreci değişmedi. Üstelik bu işgal sadece askeri yollarla olmadı. Aynı zamanda siyasal, ideolojik, tarihsel, kültürel talanla devam ettirildi/ettiriliyor.
Arap ülkelerinin yapay biçimde parçalanmışlığına bir tepki olarak ortaya çıkan Arap milliyetçiliği de neredeyse her dönem İslamı referans almıştır.
Napolyon, Mısır’ı, aynı zamanda arkeologlar, “din adamları”, “bilim heyeti” ile işgal etti. Sonrasında bu işgaller her zaman bir kültürel istilaya da dönüştü. Kapitalistleşmiş “Batılı” kültür kendi birikimlerini, kurumlarını, yaşam biçimini, dilini, dini değerlerini bölgeye empoze etti. Geleneksel olan her şeyi yıktı, “modernleşme” adına tepeden inmeci “Batılı” değerleri dayattı. Dolayısıyla “modernlik/çağdaşlık” adına dayatılan kültür, sömürgeci talanın bir parçası olarak bölgeye nüfuz etti. İşgaller ve kültürel talana karşı, giderek dozu artan bir direniş başladı. Hem askeri ve kültürel işgal hem de Ortadoğu toplumlarının yaşadığı tarihsel gerilik bölgede sorgulanmaya başladı. Bu direniş ve kültürel talana karşı koyuş da esas olarak İslami ideoloji üzerinden örgütlendi. Bölgede kapitalizmin geç gelişmesi ve onun bir ürünü olan ulus devlet arayışının türevi milliyetçilik hareketlerinin geç ortaya çıkması ve modern anlamda sınıf hareketlerinin örgütlenememesi nedeniyle İslam, kimi zaman kesintiye uğrasa da, esas olarak bölgedeki direnişin temel muhalefet dinamiği haline geldi.
“Batı” kapitalizmi karşısında yaşanan gerilik ve işgale/kültürel talana karşı koyma çabası İslami ideoloji ekseninde yürütüldü. Aralarında kimi farklar olsa da Afgani, M. Abduh, Reşid Rıza, M. İkbal, Fazlur Rahman ve yakın dönemde “dine karşı din” ekseninde, “sınıf” perspektifine yakın çizgisiyle Ali Şeriati türünden “İslam’da modernleşmeci” çizgi ile gelenekçi ve “öze dönüş”çü Vahhabi çizgisi bu tartışmanın kaba ekseni olarak görülebilir. “İslam Konfedarilizmi”ni savunan Afgani gibi İslamcılar olmakla birlikte, Reşid Rıza gibi Araplar’ı merkeze alan “din eksenli birleşmeyi” savunan İslamcılar da oldu. Özellikle Arap ülkelerinin yapay biçimde parçalanmışlığına bir tepki olarak ortaya çıkan Arap milliyetçiliği de neredeyse her dönem İslamı referans almıştır. Dolayısıyla İslam’ın içinde kalarak muhalefeti örgütlemek Ortadoğu’nun tarihsel gerçekliğidir. Emek eksenli bir siyaset ortaya çıkıncaya dek bu gerçek değişmeyecek.
İslam’ın direnişçi bir çizgi ortaya çıkarabileceğini egemenler de biliyordu. Bundan dolayı İslam’ı direniş ideolojisi olmaktan çıkarmak için hem ideolojik olarak içini boşaltmaya, onu yeniden tariflemeye hem de İslami direniş hareketleri içinde “işbirlikçi” unsurlar yaratmaya çalıştılar. Dolayısıyla o günden bugüne İslami eksenli siyasetin çoğu zaman iki yüzü oldu. Bir yanıyla bölgedeki talana ve sömürgeciliğe karşı “direniş ideolojisi olarak İslam”, diğer yanıyla da emperyalizmin ve bölge gericiliğinin temel dayanağı olarak “işbirlikçi siyasal İslam!” Bu ikisi arasındaki farkı gözetmeyen, toptancı ve İslami olan her şeyi en baştan gericilikle ve işbirlikçilikle itham eden bir siyasal çizgi, bölge gerçekliğinden habersizdir. Bu haliyle bölgeye yabancı bir güç olarak kalır ve hiçbir zaman bölgedeki halklar arasında kitlesel bir güç haline gelemez.
Başlangıçta Ortadoğu’da “böl-yönet” çizgisi ve kültürel talanda İngiltere ve Fransa’nın rolü belirleyicidir. Bugünkü Ortadoğu, İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ardından şekillendi. 20. yy.’ın hemen başında ise Almanya, “İslam ülkelerinin hamisi” rolüne, 2. Dünya Savaşı’nın ardından da bu role ABD soyundu. ABD, “yeşil kuşak” projesi ile İslamcı çizgiyle çok oynadı. Onu, reel sosyalizmi çevreleyen işbirlikçi bir araca dönüştürdü. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ardından ise “medeniyetler çatışması” ekseninde, İslam’ın işbirlikçi olmayan kanadını hedef haline getirdi. Siyasal İslamı ikiye böldü. Hizbullah, Hamas, İslami Cihat türünden direniş örgütlerini karşısına aldı. Öte yandan İhvan, Nahda Hareketi, AKP, “Gülen Cemaati” türünden “ılımlı İslami” örgütlerin önünü açtı. Çeçenistan-Kosova- Bosna vs.’deki Vahhabi grupları, IŞİD, Nusra, Boko Haram türünden “cihatçı İslami” örgütleri ise, bütünüyle olmasa da işbirlikçi hale getirmeyi becerdi. Aynı zamanda ideolojik olarak İslam’a müdahale etti. “İslam’ı Protestanlaştırmaya”, “yumuşatma”ya, kapitalizmle barışık kılmaya çalıştı.
…emperyalist kapitalizm bölgeyi “üretici” olmaktan çıkarıp o denli “tüketici” hale getirdi, despot gerici rejimler eliyle diktatörlükleri o denli örgütledi.
İslami siyaset ve kültüre selefi çizginin hâkim olması, IŞİD türünden işbirlikçi İslami grupların “ana akım” haline gelmesinin esas nedeni dışsaldır, bölgeye dışarıdan yapılan emperyalist müdahalelerdir. 1860’lardan başlayarak İslam’da modernleşmeci, ilerlemeci, akla-bilime-felsefi temellere dayanmaya çalışan eğilim kabaca 1950’lere dek varlığını devam ettirdi. Fakat enerji savaşları nedeniyle Ortadoğu sürekli o denli talan edildi, emperyalist kapitalizm bölgeyi “üretici” olmaktan çıkarıp o denli “tüketici” hale getirdi, despot gerici rejimler eliyle diktatörlükleri o denli örgütledi ve İsrail eliyle Arapları o denli aşağıladı ki, en sonunda talan edilmiş “İslam coğrafyası”nda radikal-selefi akımların dışında başkaca bir muhalif akımın ortaya çıkmasının koşulları kalmadı. Selefi akımların ortaya çıkması bir yanıyla emperyalist saldırganlığa diğer yandan kapitalist sömürünün azgınlığına bir tepkidir. Özellikle 1960’lar sonrasında Ortadoğu coğrafyasında, “Batı, Batı’dır; Doğu da Doğu. Bu gerçek değişmez. Ve biz de kendi tarihi İslami referanslarımıza dönmeliyiz. Batı’nın bütün insani-evrensel değerleri bizi sömürgeleştirmekten başkaca bir işe yaramıyor” zihniyeti gelişti. “Müslüman Kardeşler” örgütü, 1960’lar sonrasında İslamcı çizginin siyasallaşmasını ve “politik İslam”ın ortaya çıkışını hızlandırdı. Siyasal İslamın önemli bir kanadı hızla radikalleşti; “anti-Batıcı” hale geldi; doğmaya-fıkıha-“kitabi metne” birebir bağlanmayı esas aldığı için dünyevi, kültüralist, modernleşmeci ve akıl-bilim-felsefe ile uzlaşma çizgisinden uzaklaştı. Gündelik hayatı İslami kurallar ekseninde örgütlemeyi eksen aldı. İbni Haldun ve Yunus Emre’nin çizgisinde somutlaşan haliyle dini, din olarak özel alanda kültüralist formda yaşamaya karşı çıktı. İktidarlaşmaya ve devletleşmeye yöneldi. Bundan dolayı giderek bugünkü zamandan koparak tarih dışı kaldı, kendini var olan gerçek dünyaya kapattı. İktidarlaşma ve devletleşme çabası “sonuç odaklı” pragmatik bir bakışa neden olduğu için emperyalizmle işbirlikçi temelde ilişkiler kurmasına neden oldu. Bundan dolayı IŞİD, Nusra, Boko Haram türünden örgütlerin ne olduğunu, hangi koşulların ürünü olarak ortaya çıktıklarını emperyalizmle ilişkilendirmeksizin anlamak mümkün değildir.
IŞİD, hem emperyalist işgalin bir sonucudur hem de o işgalin bir parçası, ABD emperyalizminin işbirlikçisidir.
Bu tarihsel arka planla birlikte düşünüldüğünde, bugün hangi koşulların sonucu olarak IŞİD ortaya çıkmıştır? IŞİD, Irak ve Suriye’nin emperyalist işgale uğramasının ardından ortaya çıktı. Toplam nüfusu 53 milyon olan her iki ülkede işgal ve iç çatışmalar esnasında toplam 1,5 milyon insan öldü ve 9 milyon insan da ülkelerini terk etmek durumunda kaldı. Üretim alanlarının tarumar ve elektrik-su-yol türünden bütün altyapının tahrip edildiği, halklar ve mezheplerin birbirine düşürüldüğü, binlerce kadına tecavüz edildiği, Ebu Gureyb türünden vahşetlerin yaşandığı, TC, Suudiler, Katar vb. dış güçlerin iç karışıklıkları körüklediği bir ülke gerçekliğinden bahsediyoruz. İşte IŞİD bu vahşetin ortasında ortaya çıktı. Bunca vahşetin olduğu bir yerde böylesine “ucube” bir örgütün çıkmasını anlamak hiç de zor değil. IŞİD, hem emperyalist işgalin bir sonucudur hem de o işgalin bir parçası, ABD emperyalizminin işbirlikçisidir. Aynı zamanda bölgede Sünni ve Arap olmayan herkese düşmandır.
IŞİD, bu haliyle ABD emperyalizminin ve bölgede TC ve S. Arabistan’ın, içeride de AKP’nin işbirlikçisi bir örgüttür. Siyasal çizgisi itibariyle tarih dışıdır. İnsanlığın evrensel birikimlerine ve Sünni Araplar dışındaki diğer halklara ve mezheplere düşmandır. İsrail’le çatışmaya girmekten özenle kaçınmaktadır. Bu yanları itibariyle İslam’ı, direniş bayrağı haline getiren Libya’da Ömer Muhtar, Tunus’ta Burgiba, Pakistan’da Cinnah, Hizbullah ve Hamas türünden örgütsel geleneklerin çizgisinden uzaktır (Daha çok Arap milliyetçiliğine ve sol’a yakın, ama yine de İslami referansları reddetmeyen, Nasır ve Kaddafi ile ise hiçbir benzerliği yoktur) .
IŞİD’ı ortaya çıkartan esas gücün ABD emperyalizmi olduğunu bir an olsun unutmamak gerekir. ABD, IŞİD türünden örgütlerin gelişmesine imkân tanıyarak, işgale karşı gerçek bir muhalefetin ortaya çıkmasını önledi. Emperyalist kapitalizme karşı bölgede ortaya çıkabilecek ABD’den bağımsız, evrensel değerlere saygılı, emek eksenli bir siyaset bugün örgütlenemiyorsa bunun nedeni emperyalizmdir. Bölgedeki gericiliğin, iç savaşların ve halklar düşmanı çizginin asıl sahibi IŞİD değil ABD’dir. Bunu görmeksizin IŞİD’la sınırlandırılmış bir mücadelenin etkisi zayıf olacaktır. Dolayısıyla bir yandan IŞİD çizgisine karşı mücadeleyi geliştirmek gerekir ama öte yandan da IŞİD’ı ortaya çıkartan gerçek nedenin ABD emperyalizmi olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir.