Kitlelerin kafa karışıklığı anlaşılabilir bir durum ama sol’daki zihinsel karışıklığa Marksizm’in alet edilmesi çok yanlış bir durum!
“Ulusalcılar”dan “Ergenokoncular”a, AKP’den CHP’ye, “Aydınlık” çevresinden MHP’ye, kimi sol-devrimci gruplardan İslamcılara dek siyaset yapan veya siyasetin yönünü belirleyen herkes, Kürtleri ve onların izledikleri siyasal çizgiyi, “bölgede ikinci bir İsrail Devleti kurma çabası içinde” veya “ABD’nin kara gücü” olmakla itham ediyor. “At izinin iti izine karıştığı” bu coğrafyada ve “ahir zamanlar”da gerçekten de kafa karıştırıcı bir bulanıklık yaratılıyor. Bu bulanıklık, toplum üzerinde bir hegemonya kurma çabası içindeki egemenler tarafından inşa ediliyor ve ne yazık ki, kitleler bu kara propagandanın etkisinde. Ama daha da kötü olanı sol’daki kimi gruplar da, başka referanslarla Kürtler için benzeri düşüncelere sahip. Bir yandan, “Kürt Hareketi ne de olsa ulusalcı bir hareket. Bundan dolayı ulusal çıkarları gereği böyle davranması normal” diyerek hem “alttan vuruyor”lar ama öte yandan da, güya “Marksizm’in içinden konuşarak”, “içeriden” eleştiri yapmış oluyorlar. Kitlelerin kafa karışıklığı anlaşılabilir bir durum ama sol’daki zihinsel karışıklığa Marksizm’in alet edilmesi çok yanlış bir durum!
Kendi özgücüne dayandığı ve Kürt halkı içinde derinlemesine örgütlendiği için Kürt Hareketi, kendi dışındaki her güç ile mesafeli bir ilişki yürütmeyi becerebildi.
Bölgedeki “İkinci İsrail”
İlk vurgulanması gereken şu; karşımızda tek bir Kürt Hareketi yok. Güney Kürdistan’da (“K.Irak”) esas hâkim güç olan Barzani liderliğindeki KDP ile Türkiye’deki “Kürt Özgürlük Hareketi” iki ayrı siyasal çizgiyi temsil ediyor. Bunların arasında hiçbir fark yokmuşçasına ikisini de tek bir çuvala doldurup eleştirmek kesinlikle doğru değildir. “Güney”deki “Kürt Oluşumu”nun çizgisi belli. ABD eksenli, TC, İsrail ve bölgedeki gerici rejimlerle “dostluk” temelinde bir çizgi izliyor. Ancak Güney’deki YNK veya Goran Hareketi türünden grupların bu işbirlikçi çizgiyi olduğu gibi kabul ettiklerini söylemek de doğru olmaz. Türkiye’deki Kürt Hareketi ise ABD-İsrail işbirlikçisi temelinde bir çizgi izlemiyor. Tasfiyeci Osman Öcalan ve ekibi 2003’de kısa bir dönem böyle bir çizgi izlemeye çalıştı. Ama Hareket bunları hemen “kustu” ve bu ekip tasfiye edildi. Kendi özgücüne dayandığı ve Kürt halkı içinde derinlemesine örgütlendiği için Kürt Hareketi, kendi dışındaki her güç ile mesafeli bir ilişki yürütmeyi becerebildi. Şayet böylesi bir dayanağa sahip olmasaydı dışarıdan bir güce yaslanarak siyaset yürütebilirdi. Birçok muhalif hareketin bu tarzda ilişkilendiği biliniyor. Ama sağlam dayanaklara sahip Kürt Hareketi, ABD ve İsrail başta olmak üzere her güç ile prensipli ve mesafeli bir ilişki kurabilmenin koşullarına sahip.
Kürtler için dillendirilen bölgenin “ikinci İsrail”i olma meselesine gelince… İsrail Devleti 1948’de kuruldu. O günden bugüne Ortadoğu’daki gericiliğin ve ABD emperyalizminin işbirlikçisi ve Filistin ve Lübnan başta olmak üzere bölgedeki tüm muhalif hareketlerin düşmanı bir çizgiye sahip olduğu, bir avuç emperyal güç dışında herkes tarafından kabul edilen bir durum. Bugün, sol’dan sağ’a birçok yerde Kürtlerin bu temelde bir politika izlediği iddia ediliyor. Gerçek şu ki, bölgedeki “ikinci İsrail” çizgisindeki politikaları esas olarak Kürtler değil, TC Devleti izliyor. Bir devlet olarak örgütlü olan İsrail’in dışında, izlediği çizgiyle aynı politikalara sahip “İkinci bir İsrail devleti” kuruluyorsa, bu İsrail, Kürt Hareketi değil, TC’dir! Üstelik bu çok da bilinmeyen bir gerçeklik değil. Burjuva siyasetçileri bile zaman zaman birbirlerini İsrail işbirlikçisi olmakla eleştiriyorlar.
Gerçek şu ki, bölgedeki “ikinci İsrail” çizgisindeki politikaları esas olarak Kürtler değil, TC Devleti izliyor.
İsrail’i, 1948’de kuruluşunun üzerinden 11 ay geçmeden tanıyan ilk Müslüman ülke TC’dir. Tanıma meselesi, özellikle Müslüman ülkeler için ciddi bir sorundur. Hala Endonezya, İran, Irak, Suriye, Libya, Fas, Cezayir, Nijerya, Malezya başta olmak üzere birçok devlet İsrail’i tanımıyor. Filistinli örgütlerle yapılan en temel müzakere konularından biri İsrail’in tanınması meselesidir. 1978’de İsrail’i tanıyan Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın uğradığı suikastın bir nedeni de bu tanımadır. Dolayısıyla “tanıma” meselesinin üzerinden kolayca atlanıp geçilemez. Kaldı ki İsrail’in izlediği katliamcı politikalar nedeniyle Çad ve Küba resmi tanıma anlaşmalarını sonrasında feshetmişlerdir. TC ise görüntüde ara ara İsrail’le atışmasına ve çokça Filistin’in yanında olduğunu ilan etmesine rağmen tanıma ilişkisini feshetmeyi hiçbir zaman düşünmedi.
ABD ile derinlemesine ilişkilerin, güçlü Yahudi Lobisi üzerinden kurulabileceğini keşfeden “askeri ve mülki erkan”ın, göreve geldiği anda ilk yaptığı ziyaretin Yahudi Lobileri olduğunu bilmeyen de yok.
Sadece bu da değil. İsrail’le o günden bugüne açık-gizli birçok anlaşma yapıldı, BM’de yapılan birçok oylamada TC, İsrail aleyhine olan karar önerilerinin aleyhine oy kullandı. 1996’da, “Refah-Yol Hükümeti” döneminde, her fırsatta aleyhine konuşan Erbakan eliyle, İsrail’le açıktan askeri anlaşma imzalandı. ABD ile derinlemesine ilişkilerin, güçlü Yahudi Lobisi üzerinden kurulabileceğini keşfeden “askeri ve mülki erkan”ın, göreve geldiği anda ilk yaptığı ziyaretin Yahudi Lobileri olduğunu bilmeyen de yok. Askeri-siyasi-ticari alanlarda açık-gizli birçok anlaşmayı yapan sanki TC Devleti değilmiş gibi Kürtleri, İsrail işbirlikçisi ilan etmek gerçekten de büyük bir kandırmacadır.
Öte yandan birkaç yıl önce Musul’un IŞID tarafından işgal edilmesi ardından Barzani, “bağımsızlık ilan edebiliriz” deyince Türkiye’deki Kürt Hareketi, bu zayıf haliyle “dış güçlerin yönlendirmesine açık olacağı” gerekçesiyle “ayrı devlet ilanı”nı onaylamadı. Bu bile Kürt Hareketinin, bölgedeki emperyal gericilikle ilişkilenmek istemediğini gösteriyor. Kürt Hareketi, ne “vatanı bölmek” ne de önüne çıkan, mesela ABD’ye yaslanarak “ayrı devlet kurma fırsatı”nı değerlendirmek derdindedir. Kürtler eğer ABD’nin çizgisinde bir politika izlemeyi kabul etseydi, hem tıpkı Güney Kürdistan’da olduğu gibi “Kuzey”de de bir “Kürt Oluşumu” kurabilmenin imkânlarını artırabilir hem de bundan dolayı Hareket’in önderi A. Öcalan 1999’da, ABD eliyle Türkiye’ye teslim edilmezdi. Başka bir Türkiye gerçekliği ile karşılaşmış olurduk.
ABD’nin “kara ordusu”
Kürt Hareketi’nin “ikinci İsrail” çizgisinde bir politika izlediği ne kadar gerçek dışıysa aynı şekilde “ABD’nin kara ordusu” gibi davrandığı lafzı da o ölçüde gerçek dışıdır. Bu söylem, Kobani’nin savunulması esnasında ve sonrasında YPG’nin, IŞID’a karşı yürüttüğü kimi operasyonlara ABD’nin destek vermesi ardından geliştirildi. Şurası açık ki, SDG ve YPG, Rojava’da Kürtlerin öz örgütleridir. Orada yürütülen savaş, bir başka halkın toprağını işgal için değil, esas olarak kendi topraklarının savunulması için yapılmaktadır. Üstelik, Kobani’nin savunulmasında ABD’nin, şehrin düşmeyeceği anlaşıldıktan sonra devreye girdiği biliniyor. Kürtler, Kobani’deki “meydan savaşı”nı kazanmanın eşiğindeyken, bir kurtarıcı pozisyonunda ABD bombardımanları devreye girmiştir.
Kürtler eğer ABD’nin çizgisinde bir politika izlemeyi kabul etseydi, (…) A. Öcalan 1999’da, ABD eliyle Türkiye’ye teslim edilmezdi.
TC, NATO’ya 1952 yılında girdi. O günden bu yana, ABD öncülüğündeki onlarca “operasyon”a “hava ve kara gücü”yle katıldı. Hiçbir nedeni yokken ve bugünkü söylemle konuşursak, “sınır komşuluğu” bile olmayan Kore’ye, sonrasında da Afganistan, Somali, Kosova, Lübnan dahil bir çok ülkeye, ABD liderliğinde “kara gücü” gönderdi.
Orduda hiçbir subayın, NATO’nun yurtdışı karargâhlarında görev almaksızın Genelkurmay’ın üst kademelerine yükselmesinin koşulları olmadığı biliniyor. ABD ve İsrail ile yürütülen birçok ilişkinin esas olarak öncelikle ordu üzerinden kurulduğu da reddedilemez. 12 Eylül faşist darbesi ardından dönemin Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye masası sorumlusu Paul Henze, haberi Başkan Carter’a, “our boys did it (bizim çocuklar becerdi)” diyerek vermişti. Bu söylem bile, günceldeki kimi gerginliklere rağmen, stratejik anlamda ABD ile ilişkilerin ne kadar yakın olduğunu göstermektedir.
ABD ise Kürtleri çok sevdiği için değil Suriye’de işgalci pozisyonuyla yarattığı karmaşayı kısmen de olsa çözebilmek için YPG’ye destek veriyor.
ABD ile kurulan ilişki gün gibi ortadayken, TC’yi işbirlikçilikle eleştirmeyip, ABD’nin kendi tasarruflarıyla IŞID’a karşı YPG’yi sınırlı da olsa desteklemesi nedeniyle Kürtleri, “işbirlikçilikle” eleştirmek kabul edilebilir mi? Bu bir çifte standart değil mi? Kürtler hiçbir ülkenin topraklarını işgal etmedi. Yüzlerce yıldır “vatan” belledikleri toprakları savunuyor. ABD öncülüğünde emperyal niyetlerle, TC gibi, hiçbir “yabancı ülke”ye “kara gücü” de göndermedi. Sadece kendi topraklarını savunurken ABD’den bazı destekler aldı. Bu kadar. Ama esas olarak kendi gücüne dayanıyor. Öte yandan ABD ise Kürtleri çok sevdiği için değil Suriye’de işgalci pozisyonuyla yarattığı karmaşayı kısmen de olsa çözebilmek için YPG’ye destek veriyor. Buna bir anlamda “karşılıklı faydalanma” denilebilir. Kuşkusuz ABD ile kurulan her ilişki risklidir. “Kullanma” ilişkisi farkında olmaksızın “kullanılma”ya dönüşebilir. Fakat Kürtler’in, ABD’den bağımsız güçleri, ABD ile kurulacak ilişkide belli riskleri göze almalarına imkân veriyor.
Neredeyse bütün “ulusal kurtuluş savaşları”nda mücadele eden halklar, yer yer “dış güçler”den kimi destekler almıştır. İngilizlere karşı Bağımsızlık Savaşı yürüten Amerikalılar Fransızlar’dan, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlık isteyen Balkan halkları Avrupa ve Ruslar’dan, Araplar Fransız ve İngilizler’den, TC ise kuruluş sürecinde Sovyetler Birliği’nden destek almıştır. Böylesine bir tarihsel gerçeklik ortadayken Kürtler’in destek alması niçin eleştiriliyor? Kürt Hareketi güçlü bir halk hareketine ve bağımsız bir askeri güce sahip.
Dolayısıyla, hiç bir halkın aleyhine olacak şekilde kimsenin “kara gücü” olmaz. “Kara gücü” olanların tarihi ortadadır. Bu olumsuz tarihi ilişkiyi yıkmak da sosyalistlerin görevidir.