Ortadoğu günümüzde de jeostratejik önemini koruyor. Bunun en önemli nedeni enerji. Yani petrol ve doğalgaz. Bunun dışında su ve suyollarının da stratejik öneminin artması bölgenin önemini ve gerilimleri artırıyor.
Dünyanın diğer bölgeleri değil de niye Ortadoğu bu denli açık emperyalist işgale uğradı? Ortadoğu niye emperyalist paylaşımın bu denli merkezi haline geldi? Savaşlar, yıkım, büyük alt-üst oluşlar, etnik-dini-mezhepsel çatışmalar niye en fazla bu bölgede yaşanıyor? Ortadoğu çok mu önemli yoksa burada olup bitenleri bölgede yaşayan bizler mi abartıyoruz? Bölgenin gerçekliği ve şu an bölgede olup bitenler ne?
Kadim zamanlardaki Ortadoğu’nun önemini anlatmaya gerek yok. Uygarlığın, tarım toplumuna geçişin, kent devletlerin, yazının, bilimin, teknolojinin, tek tanrılı dinlerin, felsefenin ilk ortaya çıktığı yerdir. Yüzyıllar boyunca Persler, Büyük İskender, Roma, İslam Devletleri, Haçlılar, Osmanlılar dâhil birçok büyük güç o zamanki “bilinen Dünya”nın merkezi olan bu bölgeyi kontrol etmeye çalıştılar. 15. ve 16. yy.daki “coğrafi keşifler” bölgenin önemini azalttı. Son iki yüz yılı kapsayan “modern dönem”de ise Ortadoğu yeniden eski önemini kazandı. İngilizlerin Hindistan’ı sömürgeleştirmesi ardından “Uzakdoğu”ya giden yolları güvence altına almak istemesi, petrolün (günümüzde doğalgazın) bulunması ve yaygın olarak kullanılması, Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki mesafeyi oldukça kısaltan Süveyş Kanalı’nın açılması bunun nedenleridir. 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın asıl paylaşım alanı da Ortadoğu ve Asya’dır. 19. yy.da İngiltere ve Rusya’nın Asya’yı paylaşma geriliminin yansıması olan “Büyük Oyun” ve 20. yy.’ın başında Almanya’nın bölgeye girme çabasının bir ürünü olan “Bağdat-Berlin Demiryolu Projesi” bu paylaşım savaşlarının yansımalarıdır.
Sadece askeri harcamalar için değil aynı zamanda daha çok ve çeşitte tüketim yapacak bir sistemin kurulması bölgeye olan saldırının nedenlerindendir.
Ortadoğu günümüzde de jeostratejik önemini koruyor. Bunun en önemli nedeni enerji. Yani petrol ve doğalgaz. Bunun dışında su ve suyollarının da stratejik öneminin artması bölgenin önemini ve gerilimleri artırıyor. Petrolün 50 yıl ve doğalgaz rezervlerinin ömrü ise 100 yıla yakın gözüküyor. Petrol rezervinin % 60’ı, doğal gaz rezervinin % 40’ı bu bölgede olduğu için bölge önemini epey bir süre daha koruyacak. Dolayısıyla bu durum çatışma ve savaşların süreceği anlamına geliyor.
Fakat emperyalist kapitalizmin bölgeye ilgisinin başka nedenleri de var. Hem 1970’ler başındaki hem de 2008 yılında başlayan kapitalizmin krizi bölgeye olan ilgiyi artırdı. Krizin asıl nedeni olan “kar oranlarının düşmesi”, emperyal sermayeyi, yüksek karlar elde edebileceği yeni coğrafyalara yöneltti. Bu arayış, krizi aşmak babında metaların satılabileceği yeni pazarların elde edilmesi ötesinde bir durumdur. Çünkü sermaye, yeni değerlenme alanları yaratmak için hem yeni teknolojiler yaratma peşindedir hem de artı değer oranlarını artırabileceği ucuz işgücü coğrafyalarına yönelir. Bunun dışında krizi aşmanın bir yolu olarak da talebi artırıcı “yeni ihtiyaçlar” yaratma peşine düşer. Bu, aynı zamanda yeterince entegre olmamış Ortadoğu gibi alanları sisteme dâhil etme çabası anlamına gelir. “Bilinçli ve daha çok tüketen tüketiciler yaratmak” sermayenin en büyük arzusudur. Kapitalistler açısından Ortadoğu şu an bu nedenlerle de önemlidir. Sadece askeri harcamalar için değil aynı zamanda daha çok ve çeşitte tüketim yapacak bir sistemin kurulması bölgeye olan saldırının nedenlerindendir.
Bu gelişmeler ışığında bölgedeki son durum şöyle değerlendirilebilir:
1- 1. Dünya Savaşı ardından, Balfour Deklarasyonu ve Sykes-Picot Anlaşması ile bugünkü Ortadoğu’nun sınırları ortaya çıktı. Şimdi, yüz yıl aradan sonra bu sınırlar yeniden belirleniyor. Fakat bu yeni durum halkların kendi inisiyatifiyle ortaya çıkmadı. Esas olarak emperyal güçlerin müdahalesiyle sınırlar yeniden çiziliyor. Dün bu sınırlar nasıl savaşlarla belirlendiyse şimdi de devletlerin sınırları emperyal müdahalelerin ardından parçalanarak belirleniyor. Halkların kendi iç dinamikleri ve “ayrılma hakkı” ile ortaya çıkan durum ile dış güçlerin müdahalesiyle ortaya çıkan “bölünme” durumunu ayırt etmek gerekir.
2- Bölgedeki bütün gerilik ve gericiliklerin asıl kaynağı/örgütleyicisi emperyalizmdir. S. Arabistan, Katar, Kuveyt türünden gerici devletler ile IŞİD, Nusra türünden işbirlikçi örgütler de esas güçlerini ABD’den alıyor. Dolayısıyla en büyük gericilik El Kaide veya IŞİD değil, ABD emperyalizmidir.
3- 1989’da reel sosyalist blok çökünce bölgedeki dengeler yeniden şekillendi ve ABD gücünü giderek arttırdı. 6 ülkenin bir araya gelmesiyle 1981’de oluşturulan “Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi” – KİK-(S. Arabistan, Umman, Bahreyn, Kuveyt, BAE, Katar) ABD’nin kontrolünde. Yine ABD, 1991’den beri İran ve Irak’a uyguladığı “ikili kıskaç” politikası ardından Irak’ı “düşürdü” ve Irak parçalandı. Parçalanan Irak’ın Kuzey’inde, KDP önderliğinde kendi çizgisine yakın bir “Kürt Oluşumu” ortaya çıktı. İran üzerindeki ambargo ise kırk yılın ardından son bir yıl içinde gevşemeye başlamıştı ki, Trump dönemiyle birlikte İran üzerindeki gerilim yeniden ve üstelik eskisinden daha sert biçimde artmaya başladı (ABD, Irak’tan sonra şimdi de İran’ı “düşürmeye” hazırlanıyor). Öte yandan Mısır, Ürdün, İsrail ve Türkiye’nin uzun yıllardan beri ABD hegemonyasında olduğu biliniyor. Görülebileceği gibi uzun yıllar bölgedeki en büyük emperyal güç ABD oldu. Reel sosyalist blok yıkılmadan önce Sovyetler Birliği ise bölgede esas olarak Suriye, Libya vb. ülkelerle güçlü ilişkilere sahipti. Fakat 1989’daki çözülüşün ardından eski sosyalist ülkelerin bölge üzerindeki etkisi giderek zayıfladı. Libya, Filistin, Güney Yemen ve Suriye “Batı Bloku”na yanaşmak zorunda kaldı. Güney ve Kuzey Yemen birleşti. Filistinli gruplar güç kaybetti. Libya ve Suriye ise parçalandı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından Rusya’nın bölgede yeniden güç kazanması Suriye üzerinden son birkaç yılda oldu. Rusya’nın bölgede tutunacağı başka bir güç olmadığı için güçlü biçimde Suriye rejiminin arkasında durdu. Rusya bu gücü biraz da Çin ve bölgede ise İran üzerinden sağladı. Rusya’nın müdahalesi ardından Ortadoğu’da dengeler bir hayli değişti. ABD eski gücünü yitirdi. Bu durum halklar nezdinde kimi fırsatların ortaya çıkmasına neden olabilir.
Bu müdahalelerin ardından bölgede iki kutuplu bir kamplaşma ortaya çıktı. Bir yanda ABD, AB’nin bazı ülkeleri, İsrail, KİK, Ürdün, KDP, (Kürt meselesinden kaynaklı kimi güncel gerilimleri olmasına rağmen ciddi bir “eksen değişikliği”nden bahsedilemeyeceği için) TC; diğer yanda ise Rusya, Çin, İran, Irak, Suriye (dolayısıyla Lübnan Hizbullah’ı)… Rusya şu an bölgede yükselen güç durumunda. ABD, bu durumu ne kadar kabul edebilir, belli değil. Ancak “kurucu” bir rol oynayamıyor. Irak’ı ABD parçaladı ama Irak, şu an İran’la birlikte davranıyor. Suriye’de ise BAAS rejimini yıkamadı. Esad’la uzlaşmanın yollarını arıyor.
4- Mısır’daki askeri darbeye dek bölgede yükselen güçlerden biri İhvan’dı (Müslüman Kardeşler örgütü). İhvan, farklı adlarla birçok ülkede örgütlendi ve hatta iktidar oldu: Türkiye’de AKP, Tunus’ta Nahda, Gazze’de Hamas, Mısır’da İhvan… İslam’ın siyasallaşmasında belirleyici role sahip bir örgüttür. ABD’nin, eski sosyalist ülkeleri çevreleme amaçlı “yeşil kuşak” projesi ardından önü açıldı. 1989 sonrasında ise “medeniyetler çatışması” ekseninde dünyayı kutuplaştırmak isteyen ABD’nin “ılımlı İslam” projesi ile de iktidarlaşmanın imkânlarını yakaladı. Sürekli yükselişte olan İhvan, Mısır’daki darbenin ardından eski gücünü yitirmeye başladı. Peşi sıra Tunus’ta iktidarı gönüllü biçimde bıraktı, siyasal İslam’ın teorik-politik önderlerinden Gannuşi “siyasal İslam’ı bıraktıklarını ilan etti; Mısır’da darbe ile İslami yönetim devrildi, İhvan, “siyasal alanı” terk ederek yeniden “sosyal alana” doğru geri çekilmeyi tartışmaya başladı; S. Arabistan “liberalleşme” çabası içine girdi; Türkiye’de ise AKP ülkeyi ciddi biçimde kamplaştırdı, 1980’den beri yükselişte olan siyasal İslam eski hızını kaybetti; şu an yaşanmakta olan çok yönlü çöküntünün de en önemli aktörlerinden birisi olarak görülüyor.
ABD’nin, Mısır’daki darbe ile “ılımlı İslam” konusunda politika değişikliği arayışında olduğu veya eski biçimiyle yürüttüğü haliyle ondan vazgeçtiği söylenebilir. ABD’nin, “ılımlı” veya “siyasal İslam” politikasından vazgeçmesinin en büyük nedenlerinden birisi, artık sosyalist blok’un “yakın tehlike” olmaktan çıkması; diğeri ise büyük ölçüde kendi eliyle örgütlediği IŞİD türü örgütlerin ne denli “tarih dışı” olduğunun kitleler nezdinde deşifre olması ve bundan dolayı “kullanılabilir” olmaktan çıkmasıdır.
5- Bölgede, hızını kaybetmekle birlikte, kısmi olarak yükselişini devam ettiren esas güç Kürtler’dir. Kürtler, İhvan’dan farklı olarak yükselişlerini sürdürüyor. 20. yy.ın başında bölgedeki sınırlar çizilirken Kürdistan toprakları dört parçaya bölündü. Fakat Kürtler geçen yüzyıl boyunca asimile olmadı. Kesintilerle de olsa her bir parçada bağımsızlıkçı mücadeleler devam etti. Ancak kalıcı herhangi bir statü elde edemediler. Şimdi artık dönem değişti. Yüz yılın ardından Kürtler “tarih sahnesi”ne çıktı ve ister ulus devlet ister özerklik veya federasyon biçiminde olsun, artık Kürtler’in bir statü elde edecekleri kesindir.
Fakat tek bir Kürt Hareketi’nden bahsetmek mümkün değil. Bir yanda ABD ve TC ile işbirliği içinde dinsel-aşiretsel referansları esas alan KDP; diğer yanda ise bağımsız gücüne dayanarak politika yapan, “kapitalist modernite”ye karşı “demokratik cumhuriyet/demokratik modernite”yi ve “ulus-devlet”e karşı “demokratik ulus”u savunan, laikçi çizgide “Kürt Özgürlük Hareketi…” Eğer aradaki bu farklar görülmez ve tek bir Kürt Hareketi varmış gibi düşünülürse çok yanlış sonuçlara varılır.
Kürtler şu anda hem ABD hem de Rusya’nın ilgi alanında (KDP zaten ABD çizgisinde bir siyaset izliyor. YNK’nin ise İran’la ilişkileri güçlü). Her iki güç de bölgedeki etki gücünü artırmak için Kürtlere ihtiyaç duyuyor. ABD, Suriye’de Esad rejimini yıkamadı. Üstelik rejime karşı örgütlediği IŞİD, Nusra türünden İslami güçler zaman zaman hem kontrol dışına çıkıyor hem de onların kapitalizme entegrasyonu sağlayabilecek kurucu bir rol oynayamayacağı görüldü. “Eğit-donat” projesi de iflas etti. ABD açısından Suriye’de ilişki geliştirebileceği yegâne güç olarak SDG/PYD kaldı. Benzer durum Rusya için de geçerli. Rusya bir yandan Esad rejiminin arkasında duruyor diğer yandan IŞİD türünden selefi gruplara karşı Kürtlerle ilişki geliştirmek istiyor. Farklı nedenlerle de olsa her iki güç de Kürtlerle ilişki geliştirme peşinde. Bu noktada SDG/PYD ve “Özgürlük Hareketi”nin ne yapacağı önemli. Bölgeyi emperyal anlamda işgal eden ABD ile kurulacak ilişki risklidir ve “kullanma” arzusu “kullanılma”ya evrilme tehlikesini içinde taşır. Fakat ABD ile kurulacak ilişki Kürtlere, TC ile temas; Rusya ile kurulacak ilişki ise Suriye ile ilişki kurma imkânını yaratacaktır. Kürtler’in bağımsız bir güce sahip olmaları bölgedeki bütün güçlerle ilişkilenme imkânı yaratıyor ama risklerini her zaman akılda tutmak gerekir. Kürtler’in hangi güçle ilişkileneceği meselesi bölgenin geleceği açısından çok önemli. Çünkü Kürtler bölgedeki dengeleri değiştirebilecek güce sahiptir.
6- “Siyasal İslam” içinde radikal selefi akımların “ana akım” haline gelmesinin nedenleri önemli. Bunun en büyük nedenlerinden biri Ortadoğu’ya yapılan emperyalist müdahalelerdir. Yaşanan fiziksel ve kültürel talanın derinliği ve çatışmaların şiddeti başkaca bir muhalefetin ortaya çıkmasını engelliyor. Bir diğer neden yüz yıl boyunca İsrail karşısında alınan yenilgilerdir. Özellikle laik, milliyetçi ve modernist Baas partilerinin İsrail karşısındaki -1967’deki “Altı Gün Savaşı”nda olduğu gibi – yenilgisi, “Batı” karşıtı ve “öze dönüşçü” selefi akımların güçlenmesini hızlandırdı. Öte yandan 1970’lerden itibaren postmodernizmin, kapitalizme dokunmaksızın modernizme ilişkin sert eleştirileri, akıl, bilim, felsefe ile ilişkisini koparmış, nedenselliği ve diyalektik içinde düşünmeyi reddedip, “doğma”ya dayanan selefi akımları ideolojik/teorik olarak da güçlendirdi. İki yüzyıl boyunca kapitalist emperyalizmin sömürgesi olarak yaşamış bölgede, “Batı”nın kendi içinden neşet etmiş postmodern eleştiri, sırtını “Batı”ya dönmek isteyen selefi akımların elini çok güçlendirdi.
AKP dönemi hariç, Cumhuriyet Dönemi boyunca, TC dış politikası hiç bir zaman bu düzeyde kalın çizgilerle Sünni eksende hareket etmedi, mezhepsel saflaşmaların içinde olmadı.
7- Önümüzdeki dönem “Bölge”de, emperyalizmin kışkırtmasıyla karşılaşılabilecek üç büyük risk var: Birincisi; son birkaç ayda giderek tırmanan, ABD’nin İran’ı işgal planının fiilen hayata geçirilmesi. Son otuz yılda ABD, bölgede, ivmesini yitirmekle birlikte, kimi hedeflerine ulaştı. “Haydut Devletler” olarak ilan ettiği, gerçekte ise kapitalist emperyalizmin hegemonyası altına girmeyen Irak, Libya, Suriye ve Yemen’de iç çatışmalar çıkardı ve bu ülkeleri parçaladı. Kudüs’ü, İsrail’in başkenti ilan etti. Son süreçte yaşama geçirmeye çalıştığı “Yüzyılın Anlaşması” yalanıyla Filistin’i bir avuç toprak parçası haline getirip, kalan yerleşim yerlerini de minyatür bir “açık hapishane” haline getirme meselesinde epeyce mesafe aldı. Bütün bu “gelişmeler”in (!) ardından şimdi de “ikili kıskaç” politikasının bir gereği olarak Irak’ın ardından İran’da da, ülkeyi parçalama ve rejim değişikliği arayışı içinde. İkincisi; Arap-Kürt savaşı. Geçen yüzyıl Araplar ve İsrail arasındaki savaş bölgedeki bütün sınıfsal çelişkilerin üzerini örttü, bölge gericiliğinin kendini yaşatabilmesinin imkânlarını yarattı. Şimdi bölgede, İsrail’i de rahatlatacak biçimde, Arap-Kürt çatışmasının peşindeler. Kürtler’in elde ettiği statü birçok yerde Araplarla Kürtleri karşı karşıya getiriyor. Hem Suriye hem de Irak’ta, ABD, Kürtlerle Araplar arasındaki gerilimi tırmandırma peşinde. Üçüncüsü; bölgede onlarca yıl sürecek mezhep savaşları… Şia eksenli İran, Irak, Suriye ve başını S. Arabistan’ın çektiği Sünni eksen arasında her an bir çatışma yaşanabilir (Şimdilerde ABD, İran’ı işgal planında bu Sünni ekseni kullanma peşinde). Katar ve TC de, birkaç yıl öncesine dek Şia karşıtı bu saflaşmanın bir parçasıydı (AKP dönemi hariç, Cumhuriyet Dönemi boyunca, TC dış politikası hiç bir zaman bu düzeyde kalın çizgilerle Sünni eksende hareket etmedi, mezhepsel saflaşmaların içinde olmadı). Fakat savaş sonrasında Suriye rejiminin nasıl şekilleneceği ve “Kuzey Suriye”de Kürt Bölgesinin bir statüye sahip olup olmayacağı meselesi ve bu sorunlardan kaynaklı olarak Türkiye’nin, Rusya’ya doğru “yakınlaşması”, ABD-TC ilişkisini gerdi. Bundan dolayı TC, şimdilik bu mezhepsel saflaşmanın dışında hareket ediyor. Hâlihazırda Suriye, Yemen, Bahreyn, Lübnan ve Irak’ta devam eden bu mezhepsel gerilim/çatışma, ABD’nin, İran’a yönelik saldırısı ile her an derinleşebilir ve yayılabilir. Avrupa’da yaşanan “Otuz Yıl Savaşları” türünden onlarca yıla yayılacak bir mezhep savaşı, bölgedeki “sınıfsal çelişkiler”in üzerini “kimlik” eksenli bir siyasetle örtebilir (Martin Luther’in öncülüğünü yaptığı reform hareketleri, mezhep savaşları olarak da bilinen Otuz Yıl Savaşları‘nın, 1618-1648, başlamasına neden oldu).
Hem mezhep hem de etnik temelli her çatışma emperyalizmin işine gelir. Bu türden çıkabilecek her türlü çatışmanın ateşleyicisinin de en başta ABD emperyalizmi olduğunu bilmek gerekir.
8- Emperyal müdahaleler nedeniyle olsa da büyük alt-üst oluşların yaşandığı bölgemiz, aynı zamanda krizleri devrimlere çevirmenin imkân dâhilinde olduğu ve “yeni Amerikan yüzyılı”na karşı, “halkların yüzyılı” mücadelesinin temel savaş alanı bir bölgedir. Farslar’ın Türkçe ve Arapça, Türkler’in Arapça ve Kürtçe, Araplar’ın da Farsça öğrenmelerinin zamanı geldi. Kürtler ise bu dillerin hepsini bildiklerinden, kardeşliğin temel harçlarından olacaklardır.