“Çağdaş yaşamda muhalefeti yapacağı çok şey vardır.
Bunların en azı,eleştiri getirmek, soru sormaktır.”[2]
Ortada sistemli, ısrarlı, süreğen bir yanlış var. Coğrafyamızın devrimci-sosyalist örgütlerine, tekil devrimci bireylere, ama aynı zamanda hareketin kendine; ve bu nedenledir ki, kurmayı düşlediğimiz geleceğe zarar veren bir yanlış.
Bu yanlış, örgütlerimiz içinde tek başına ya da ittifaklar içinde çoğunluğu sağlayan bir grubun kendini kayıtsız-şartsız “iktidar”, “iktidar”ı ise, karşısındaki her türlü eleştiri ve itirazı bastırma yetkisi sanması. Bir kez kongre ya da genel kurulda çoğunluğu sağlamak, iktidarın “demokratik” ve dolayısıyla da meşru sayılması için yetiyor; ondan ötesi “merkezî” iradenin tüm kolektiviteye dayatılması olarak anlaşılıyor.
Aksak bir “demokratik merkeziyetçilik” yorumu. Daha da aksak bir “demokrasi” yorumu.
Muhalefetler devirmeye, ele geçirmeye ya da değiştirmeye çalıştıkları iktidara benzerlermiş. Gerçekten de “bizim taraf”ın “bu” demokrasi yorumunun AKP iktidarı ve dahi onun bağrından çıkan Başkan(cı)lık sistemiyle zirve yapan “alaturka demokrasi”den bir farkı yok. Öncesi bir yana, AKP her vesileyle önümüze koyduğu sandıkta çoğunluğu sağlamış olmayı “demokrat”lığın yeterli (hatta tek) ölçütü sayıyor; ve bu sayıltı, her türlü muhalif sesi kovuşturmalar, yargılamalar, işten atmalar, tehdit ve şantajlar, üzerine ne idüğü belirsiz suç çetelerini salmalar ya da çirkef medyası aracılığıyla itibarsızlaştırmalarla bastırmasını “meşru” görmesine gerekçe oluşturuyor.
Biz devrimcilerin, sosyalistlerin “özgürlük” talebi tam da bu eline her çoğunluk sopası alanın muhalifleri, eleştirenleri, itiraz edenleri dövdüğü bir “iktidar” kavrayışına karşı değil mi? Bizim “özgürlük” şiarımız, farklı olanın, farklı düşünenin özgürlüğü değilse nedir?
Bir noktayı vurgulamak istiyorum: eleştiri, muhalif örgütler için sağlıklı ve vazgeçilmezdir. Eleştirilere kulak tıkayan, giderek onları bastıran iktidarlar, sürekli olarak “tek ses”e, monolitizme yönelirler ki bu da yapıları sklerotikleştirir (kireçleştirir), debilleştirir (budalalaştırır), çürütür. İktidarlar ancak kendilerini eleştirilere, karşıt görüşlere, itirazlara, farklı seslere açtıkları ölçüde hayatiyet kazandırırlar örgütlerine ve yönettikleri bünyeye. Bu nedenledir ki özellikle de nihai hedefi tüm iktidar(lar)ın yok olması olan devrimci hareketler, (çoğunlukçuluğa değil) çoğulculuğa alan açacak mekanizmaları yaratmalı, kendilerini eleştirilere kulak vererek hizalamayı becerebilmelidir. Çoğulculuk ve eleştiri, kulak verildiği ölçüde örgütleri “tek doğru ben’im/benim” kibrinden kurtararak geniş bir görüş açısı, farklı sesleri içerebilmenin getirdiği dinamizm ve esneklik sağlar. Eleştiri olmazsa, özeleştiri de olmaz; özeleştirinin olmadığı yerlerde “iktidar”ın korkak bir despota, mütekebbir bir budalaya dönüşmesi kaçınılmazdır.
“Dünya var olduğundan bu yana, hiçbir otorite kendisinin eleştiri konusu yapılmasına istekli görünmemiştir,”[3] der Nietzche, ve ekler Adorno da: “Çünkü eleştiri insanlardan naçizane mülklerini, kendilerini hayırsever hissetmelerini sağlayan örtüyü alır.”[4]
Biliyorum, kimileri böylesi bir formülü “hizipçiliğe” kapı açan bir naiflik olarak değerlendirecektir. Doğrudur, tabii kendimizi de bir “hizip” olarak görüyorsak… Eğer öyleyse, azınlıkta olmuş ya da çoğunlukta, hizip, hiziptir…
Oysa bizim örgütlerimiz, önlerine dar bir “biz”in, bir grubun çıkarlarını, ikbalini ya da “iktidar”dan neyi anlıyorsa onu değil, “eski dünya”yı değiştirme/ aşma faaliyeti olduğu kadar, yeniyi kurma”[5] hedefini koydukları ölçüde “bizim örgütlerimiz” olmaya layıktır. Nihayetinde “sürüye uyarak” risksiz, rahat, ılıman bir yaşam sürebilme ihtimalini tepip gövdelerimizi, canımızı, yaşamlarımızı ortaya koyuş nedenimiz ve bütün örgütlenmelerimizin hedefi, yaşamı eşitlikten, özgürlükten ve kardeşlikten yana değiştirebilme irademiz değil mi?
Bu çabamıza araç olmayacak, bizi “Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan çekmek ağı,/ demiri oya gibi işleyip hep beraber,/ hep beraber sürebilmek toprağı,/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,/ yârin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde/ hep beraber!” diyebileceğimiz bir ülküye taşımayan bir örgütü kim neylesin ki?
Örgütün maharetinin “pek çok farklı Evet’i tek bir Hayır” altında birleştirmek olduğunu düşünüyorum, tıpkı EZLN’nin Subcommandante’si Marcos gibi…
Bu da çoğulculuğu, bize yönelen eleştirileri, itirazları salt bir “demokratlık vitrini” ya da bir “hoşgörü” sorunu değil, örgütsel varoluşun olmazsa olmazı saymayı gerektiriyor.
N O T L A R
[1] Kamu Emekçileri Cephesi’nin 11 Mayıs 2019 tarihinde Ankara’da düzenlediği “Tartışma Toplantısı”nda yapılan konuşma… Newroz, Mayıs 2019…
[2] Gülten Akın, 42 Gün, Alan Yayıncılık, 1986, s.61.
[3] Friedrich Wilhelm Nietzsche, Tan Kızıllığı, Çev: Hüseyin Salihoğlu- Ümit Özdağ, İmge Kitabevi, 1997.
[4] Theodor W. Adorno, Kültür Endüstrisi – Kültür Yönetimi, Çev: Nihal Ünler-Mustafa Tüzel-Elçin Gen, İletişim Yay., 2007, s.141.
[5] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Örgütlü Mücadele Etiği ve Sosyalist Demokrasi”, Gelecek Dergisi (Kıbrıs), Yıl:3, No:83, Ocak-Şubat 2014… http://www.enyeniortam.com/sibel26.html